Bu Blogda Ara

Çarşamba, Ekim 12, 2016

Ulucanlar’da bir Kavak Ağacı




Size bir kavak ağacından söz etmek istiyorum bugün. 

-Kavak... Ne önemi var ki? Alelade bir ağaçtır...

Diyeceksiniz ama size anlatacağım kavak ağacı başka... Yılların tanığı... Bir bilseniz, neler gördü bunca zaman. Keşke anlatabilse de kulak verseniz. 

Çiçeği burnunda gençlerin darağacına götürülüşünden, işkence görenlerin çığlıklarına uzanan acılara tanık olacaksınız...

 “Görüş günü” diye, gözleme hazırlatıp, bir şişe lavanta kolonyasıyla oğlunu  ziyarete gelen  babaya,  "Oğlunuzu göremezsiniz,  dün idam edildi, Karşıyaka'ya defnedildi" (*) denildiğini duyup, yerin dibine geçmek isteyeceksiniz..

Nazım Hikmet'in, Bülent Ecevit'in, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in, Yılmaz Güney'in avluda volta atışları gözünüzün önüne gelecek. 

Aklınızdan sorular geçecek... 

Cüneyt Arcayürek kavak yapraklarının rüzgarda çırpınışını izlerken aklından bir sonraki kitabının taslağını mı geçiriyordu acaba?

Muhsin Yazıcıoğlu,  ülkücü denen bin parçaya bölünmüş hareketin yarınını düşünürken endişeli miydi? 

Ya Erdal Eren? (**)

İdam edebilmek için yaşını büyütüp 18 yapmışlardı ya... Son anlarda aklından kim bilir nasıl  geçti annesi, babası? O ana kadar, umudunu yitirmemişti de,  “Benim ölümüme asla razı olmazlar, onlar beni kaçırıp kurtaracaklar buradan” diye mi düşünmüştü? Ya okul bahçesinde top sektirirken,  18. doğum gününü hiçbir zaman kutlayamayacak oluşu gelir miydi aklına?

Radyolar, televizyonlar karanlık yüzlü devlet adamlarının! "bir sağdan bir soldan astık" haykırışlarını yayınlıyor, Deniz Gezmiş,  babasına  "son mektubunu" kaleme alıyordu...

İşkencecilerden oluşmuştu cezaevinin tüm kadroları... 
Şüpheli olarak getirilenleri tecrit odalarına götürmeden önce falakaya yatırıp, sonra tuzlu suda yürütüyorlardı, ayakları şişmesin, tabanları patlamasın diye... 

Aynı karanlık şeyleri Erdal Öz’e de yapmışlardı da o, “Koğuşları süpürüp duran kadın bu tarafa bakmıyor bile, nasıl da alışmış aynı şeyleri görmeye duymaya!” Diye hayret etmemiş miydi? 


Bu muydu yahu insanlık? İnsan olmaktan ve bunları yapmaktan utanan olmadı mı hiç orada? Hilton! Diye dalga geçilen Ulucanlar Cezaevinde?

Yolunuz birgün Ankara’ya düşerse, o ayıpların üstünün kapatılması için artık müzeye dönüştürülen Ulucanlar'ı gezin... 

Avluları arşınlarken hücrelere de girin, karanlıkta ilk başta gözünüz hiçbir şeyi seçemeyecek, sonra farkedeceksiniz boşlukta asılı çığlıkları, gözyaşlarını.... Kırık dökük ranzaların yerleştirildiği koğuşları, tecrit hücrelerini yüreğiniz sıkışarak tek tek inceleyin... 

Zaten bir avuç değil miydi o aydınlar?  Peki, neden dayanamamıştık saçtıkları ışığa? Nefret gözümüzü mü bağlamıştı? 

Ulucanlar Cezaevi’ne girdiğinizde, koğuşlara, hücrelere, o kırık dökük hamama ve her yerine mutlaka ve tekrar tekrar girip çıkın tamam mı? 

Keşke mümkün olsa da Bülent Ecevit’in ranzasına bir uzanabilseniz... Tavana bakar gibi görünüp, o ranzada mı tasarlamıştı Köy-Kent Projesini mesela?

Duvarlara, parmaklıklara her yere çığlık, gözyaşı ve korkunun  sindiğini göreceksiniz. 

Her adımda geçmişinizden, tanık olduklarınızdan, bunca insana yaşatılanlardan utanıp, yerin dibine geçeceksiniz. 

Hele o olmaz olasıca darağacının karşısındaki kavak ağacına bir bakın... 

Akşamüstü serpiştiren yağmurla geçmişe, yaşananlara  ağlar gibi durmuyor mu orada?

Pazartesi, Eylül 05, 2016

Yaprak Dökümü

Yaprak dökümü






Çocukluğumun, gençliğimin izleri yavaş yavaş kayboluyor... Makbule (Bengisu) Teyzenin kaybı o kadar acı oldu ki... Bir daha asla yaşanamayacak rengarenk anılar kafamda sürekli resmi geçitte, boğazım düğüm düğüm.
Bilmem çocukluğunuzda ev ziyaretlerine götürür müydü anneniz elinizden tutup? Hani o kristal çanaktaki şekerin ikram edilmesini sabırsızlıkla beklediğiniz, pastanın en büyük dilimini size verdikleri, büyüklerin  sohbetinden sıkılıp evin her köşesini merakla inceleyip durduğunuz ziyaretlere?

Makbule Teyzenin günleri her ayın "ilk çarşambası
" mıydı? Mutfağı ikram tepsileriyle dolup taşardı... O "otuzaltı böreği" nasıldı?

-Makbule Teyze, neden otuzaltı böreği deniyor buna?
-Canım o böreğin hamuru hazırlanıp yufkaları  açılırken otuzaltı defa katlanıyor da ondan...

Sadece börek mi? Bir muzlu kremalı pastası vardı mesela, kedi diliyle hazırlanır, bir gece buzdolabında bekletilirdi... Sonra mercimekli köftesi, kısırı, "şekilsiz kurabiye" dediği o muhteşem lezzet... En son, herkesin dokunmaya bile cesaret edemediği “iki ağızlı” tuhaf çaydanlıkta hazırladığı tavşan kanı çay gelirdi salona... Makbule Teyzenin elinden o çayı içmek, bence kutsanmaktan öte bir şeydi... Ne tatlı sohbeti vardı, çocukla çocuk, gençle genç olmayı nasıl başarırdı... Onunla paylaşmak isterdiniz herşeyinizi... Gülümseyerek anlattıklarınızı dinler, asla eleştirmezdi.

Zamanının en güzel kadınlarından biri olduğunu anlatırdı annem. Diş hekimi Sadi Bey Amca ile evlenip Akhisar'a yerleşmişler yıllar önce, bütün şehir güzel gelini görmeye taşınmış günlerce...

Sonra Sadi Beyle Ankara'ya yerleşmişler... Çocukluğumuzun en güzel sofralarıydı paylaştığımız sofralar... Sadi Bey Amca bizi bir an durmadan şakalarını sıralar, herkesi  kahkahalara boğardı,  Makbule Teyzemiz gülümsemekle yetinirdi...

Bir ara ben üniversitedeyken filan, altın fiyatları mı düşmüştü de, annem ve halamla birlikte Makbule Teyzenin kuyumcusuna gidilip "ikişer metre" uzunluğunda altın zincirler alınmıştı? Ben hepsini boynuma, kollarıma dolayıp karşılarında oynarken nasıl da gülmüşlerdi...

Yıllar yılları kovaladı, kah Aydınlıkevlerdeki evinin o sevimli balkonunda kah annemlerin Hanımeli Sokaktaki salonunda ne sohbetler, ne acılar ve mutluluklar paylaşıldı... Hatta bir keresinde bana uymuştu da, eski bir sandalyeyi kırıp, bizim şöminede yakmamış mıydık?



Oğullarım da onu çok sevdiler. Makbule Teyze yıllarca onların "babaannesi" olup çıktı... Hiç aklımın almadığı olaylardan biri, halamla birlikte oğlum Ali'yi elinden tutup, üşenmeyip, çaydanlığı, küçük tüpü, yiyecekleri  filan yüklenip Atatürk Orman Çiftliği ya da Çubuk Barajına gitmeleriydi... Bir keresinde de hep birlikte Mogan kıyısına pikniğe gitmiş, gölde deniz bisikletine bile binmiştik...

Ah ah, o kadar çok şey paylaşmıştık ki... 
 
Makbule Teyzecim seni çok özleyeceğim... İnşallah oralarda mutlusundur, bizimkilere de selam söyle, hep gülümse...

Perşembe, Ağustos 18, 2016

Şarap, Brahms, üzümlü çörek


Geçtiğimiz günlerde sevgili dostum Seval Uğur Mutlu, bana Gülfam Göknar'ın "Müzik ve Yemek" kitabını armağan etti, hem de imzalı olarak. Ben de sizlerle paylaşmak istiyorum. Kitabı bir kaç gündür elime aldım ve inanın bırakamadım... Kitap sayesinde şahane zaman geçiriyor, güzel hayaller kuruyor, dostlarla sofra planları yapıyorum... Meğer o müthiş besteciler, opera sanatçıları aynı zamanda birer mutfak ustası ya da gurme değiller miymiş? Bu kitabı mutlaka edinmenizi öneriyorum...


Her sayfası, her satırı, fotoğrafları, alıntıları ve yorumlarıyla o kadar güzel kaleme alınmış ki, Gülfam Hanımı kutlamak boynumuzun borcu... Ben nasılsa kitabı alıp okuyacağınızı varsayarak, Johannes Brahms'ın (1833-1897) konu edildiği, çok beğendiğim bir bölümü paylaşmak istiyorum şimdi:

"Yakın çevresinde olan bir çok ünlü sanatçı ve müzisyenin aksine, Brahms sade bir hayat yaşamayı tercih etmiştir. Bir Alman olmasına nağmen Viyana'da yaşayan besteci, sabah erken kalkar, ilk olarak sert bir kahve eşliğinde üzümlü çörekle kahvaltısını yaptıktan sonra besteleri üzerinde çalışmaya başlardı. Sıkı bir sigara tiryakisiydi ve çok sert olan Türk tütününü tercih ederdi. Akşamüstleri Viyana sokaklarında uzun yürüyüşlere çıkan Brahms'ın bundan sonraki uğrak yeri arkadaşları ile buluşup sohbet ettiği, bazen de iskambil oynadığı Romen Igel Restoranıydı. Genelde akşam yemeklerini burada yerdi. Sert ve iriyarı görüntüsünün aksine arkadaş canlısı, yardımsever, esprili ve bonkör bir kişiliğe sahipti. Bir akşam arkadaşlarıyla gittiği lüks bir restoranda garsona seslenerek."Bize iyi bir şarap getir ama en iyisi olsun" der. Biraz sonda elinde şarapla gelen garsona,"Bu ne şarabı?" diye sorar, garson "En kaliteli eski şarabımız üstadım yani bir Brahms" diye cevap verir. Besteci şaraptan bir yudum aldıktan sonra "Sen bize bir şişe Bach getirsen daha iyi olacak" der...

Ne hoş bir anektod değil mi? Ya ardındaki tevazu nasıl?
Bu da Brahms'ın sabahları kahve eşliğinde sevdiği çöreğin tarifi:
MALZEME
1 paket kuru maya
3 yemek kaşığı şeker
1 kahve fincanı ılık su
1 çay bardağı krema
1 çay bardağı süt
1 yumurta1 paket vanilya 500 gram un, tuz
3 yemek kaşığı margarin
HARCI İÇİN
100 gram esmer şeker
100 gram kuru üzüm
50 gram ceviz
1.5 tatlı kaşığı tarçın

Mayayı şekerin yarısı ile ılık suda eritin, krema süt yumurta vanilya ve mayayı karıştırın. Kalan şeker tuz ve unu ekleyerek yoğurun. Hamur toparlanınca top şekli vererek hafifçe unlanmış kapaklı bir kaba alıp ılık bir yerde 1 saat mayalanmaya bırakın. Hamuru iki eşit parçaya ayırın, dikdörtgen şeklinde açın. Erimiş yağı tüm yüzeyine sürün, irice kıyılmış harç malzemesini de serpiştirin ve hamuru rulo yaptıktan sonra keskin bir bıçakla birer parmak eninde dilimlere kesin. İki katı olana katar tekrar mayalanmayla bırakın ve 200 derece fırında 30 dakika altın rengi alana kadar pişirin...
Ya, işte böyle dostlar... Ne dersiniz? Sonbaharda mesela, bu çöreği yapıp, Brahms dinlerken şarabımızı da açıp sohbet edelim mi?
https://youtu.be/3X9LvC9WkkQ

Pazartesi, Temmuz 18, 2016

Kaplumbağa dedi ki...




Bu sabah güneşin alnında yürürken (aslında 09.00 dan sonra çıkmak büyük hata!) bir köşede orta yaşlı olduğunu sandığım, bilge görünümlü bir kaplumbağaya rastladım, selamlaştık:

- Ne o? Geç çıkmışsın bugün?
- Öyle oldu, moralim bozuktu biraz, evde oyalandım...
- Niye moralin bozuk? Şu darbe girişimine mi? Aslında haklısın biz de korktuk, sığınaklarımızdan hiç çıkmadık... O Gölbaşı'na polis kolejine atılan bombalar tepemizde patladı sanki... Bahçede bir gazete parçasından öğrendim 47 kişinin o patlamalarda öldüğünü...
-E, ne olacak bu durum?
-Ne olacağı var mı? Birbirinize kırdıracaklar sizi... O kadar kopuksunuz ki birbirinizden, Kürdü, Alevis
i, Rumu Çerkesi, Türkü...Birbirinize, inançlarınıza saygınız yok, birbirinizi anlamak bile istemiyorsunuz. Böyle bir ortamda da onların ekmeğine yağ sürülmüş oluyor işte...
-Baksana Atatürk'ün ülkeye kazandırdıklarını bir kalemde silmeye kalkıştılar.
-Tabii, siz birlik olmadığınız sürece bundan kolay birşey yok. Zaten Başkanınız o saklandığı yerden cep telefonuyla halka hitap ederken cümlesine "bu ümmet" diye başladı, duymadın mı?
-Ümidim aydınlardaydı ama onların halini de görüyoruz işte, sokaklar takkeli cüppeli, ticani kılıklı, kör cahil adamlarla dolu.
-Bırak şu aydınları, Cumhuriyet kurulalı beri ne yaptınız? Hangi kazanıma sahip çıktınız? Basın özgürlüğü, sendikal haklar, ilerici eğitim... İşte gazete tirajları ortada. Okuduğunuz filan yok, elinizde birer akıllı telefon, ooooh, maşallah bilgi sahibi olmadan hepiniz fikir sahibi olun bakalım. Sendikadan ayrıl dediler ayrılıverdiniz... Hanginiz çocuğunuzun okuluna gidip müfredat programına bir göz attınız? Varsa yoksa paranızı saçtığınız dersaneler... Ya şu Diyanet? Ülkenizde bütçeden en büyük payı alan kuruluş, insanların aydınlanması uğruna ne yapmış acaba bugüne kadar? Ama camiler, din adamları vs sizin ilgi alanınızda değil tabii. Gelelim siyasete... İşte sizin gibi sözde aydınların kurduğu parti, coşkusu, hedefi, ülküsü kalmamış bir yığın insan... Ama bak, onlar öyle mi?
-Nasıl?
-Nasıl birlik bütünlük içindeler. Nasıl çalışıyorlar, Nasıl reislerine biat ediyorlar... Eh, size de uzaktan seyretmek düşüyor.
-E peki ne olacak bundan sonra? Demokrasi zaten yoktu, diktatörlüğe mi gideceğiz?
-Valla ben bilmem, aklınızı başınıza bir an önce toplamazsanız bu gidişle öyle olacak, demokrasi benim şu bahçeden bu bahçeye gidişim kadar ağır gelişecek...


Ya işte böyle, bu sabah karşılaştığım kaplumbağa bana bunları anlattıktan sonra ağır ağır yürüyüp, yeşilliklerin arasında gözden kayboldu...

Perşembe, Haziran 02, 2016

Yakılan Kur’an-ı Kerim




Ekmeleddin İhsanoğlu
ile karşılaşma


Bir dönem Cumhurbaşkanı adayı olan MHP İstanbul milletvekili Ekmeleddin İhsanoğlu ile
İngiliz Büyükelçiliğinde, bir resepsiyon sırasında karşılaştık, bizleri nazik bir şekilde selamlayınca kendisine sordum:

-Efendim hep merak ettiğim bir konudur. Ünlü şairimiz Mehmet Akif’in Kur'an-ı Kerim tercümesi...Bildiğim kadarıyla siz de babanızın vasiyeti uyarınca o tercümeyi yakıp ortadan kaldıran 7 kişiden birisiniz...


İhsanoğlu böyle bir soruya “kim olduğunu da bilmediği bir kadın tarafından uluorta muhatap kılınınca!”, cevap vermek istemedi ve gülümsemekle yetindi... Ama ben merak ediyordum:

-Efendim ne zaman elime Kur'an-ı Kerim meallerinden birini alsam, bir süre sonra okuyamaz duruma geliyor, elimden bırakıyorum... Çünkü bir türlü ne söylenmek istediğini anlayamıyorum...

Ekmeleddin Bey, bunun üzerine benden mail adresimi istedi, kendi cebinden çıkardığı kağıda yine onun kalemiyle adresimi yazmamı bekledi ve:

-Nursun hanım, güzel ve doğru mealler mevcut, ben size en kısa zamanda bu konuda bir mail atacağım...


Gerçekten bu sabah posta kutuma baktığımda İhsanoğlu'nun nazik bilgi notunu gördüm... Mustafa İslamoğlu'nun "Hayat Kitabı Kur'an" adlı, Düşün Yayınevi tarafından basılmış mealini tavsiye ediyordu İhsanoğlu... Sizlerle de paylaşmak istedim... 

Bugünkü koşturmaca ve lüzumsuz meşguliyetler (sosyal medyadaki oyalanmalarımızı kastediyorum) arasında zaman bulamasanız bile bence kafa yormaya değer...

Peki Mehmet Akif'in Kur'an tercümesi neden, nasıl yakılmış? Bir dönem çalıştığım dergide (Nokta) bu konuyu epey araştırmış ama kesin bir sonuca ulaşamamamıştım... 
Kafamdaki şu soruya ise hiçbir zaman cevap bulamayacağımı biliyorum:

-İnananlar neden ısrarla bilgisizliğe mahkum edilir? Yüce kitabı kendi dilimizde okuyup ANLAMAK varken, inanç, neden cahil cühela hoca takımının (kerameti kendilerinden menkul!)  Arapçayı yorumlamalarına  bırakılır? Ne olurdu Kur’an-ı Kerim’i duru bir Türkçeyle okuyup anlayabilseydik? 

Bu konudaki bir kaç değerli araştırmayı da bu vesileyle bilginize sunmak istedim.(linkleri ilişikte...)


http://www.mehmetakifvakfi.org.tr/mehmedakif/mehmed-%C3%A2kif-kur'an-me%C3%A2li

http://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/soner-yalcin/akifin-kuran-meali-yakilmadi-544314/

Çarşamba, Mayıs 04, 2016

Antakya'ya dair...


Antakya'ya yıllardır gitmemiştik, geçenlerde yolumuz düştü, herşeyiyle sıcacık bir Akdeniz kentinde bulduk kendimizi. Aslında kardeşimiz Mutlu Erel'in geçirdiği ciddi ameliyat nedeniyle oradaydık, neyse ki ameliyat başarılı geçti... Mustafa Kemal Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesinin verdiği hizmet, başarılı doktorları, hemşireleri, hatta güvenlik görevlileri ile bizi hayran bıraktı.
İlginç noktalardan biri hastane personelinin doktorlar dahil, çoğunun Arapça biliyor oluşu idi... Onların olmadığı yerde de hemen bir tercüman ya da Arapça bilen bir vatandaş yetişiyordu imdada...
Aslında sokak levhaları bile sanki bir Arap kendi izlenimi veriyordu Antakya'da...
Yoğun bakım kapılarında beklerken öyle sıcak dostluklar yaşadık ki... Anadolu insanının çıkarsız, beklentisiz samimiyetine bir kez daha saygı ve hayranlık duyduk.

Antakya'nın yüzyıllar öncesine dayanan ipekçilik sanatı ise neyse ki halen devam ediyor... Üretim artık çok azalmış olsa bile hala bir dükkanda ipek dokuyan ustaya rastlayabiliyorsunuz.

Kaldığımız Savon Otel ise, eski Antakya'nın göbeğinde şahane bir huzur adasıydı sanki... Eski bir sabun fabrikası yenilenerek yapılan otel, mutfağı, personeli, hizmet kalitesiyle bizim için mükemmel bir durak noktası oldu. Otel iç mekanında kullanılan ortam kokusu bile sanki eski yılları hatırlatıyordu, hani mavi boyalı ahşap evde, heryer, hatta yer tahtaları filan sabunlarla ovulup tertemiz edilmiş gibi...
Antakya mutfağı, tüm unsurlarıyla çok lezzetliydi, ama nedense zaten lezzetli ve kalorili olan tüm yemeklere bir kalori eklentisi yapılmak istenmiş gibi, bizi şaşırttı... Örneğin çiğ köfte bile “Antakya usulü olunca hem daha yağlı yoğuruluyor hem de ortasına kocaman bir kepçe kavrulmuş kıyma konulmadan sofraya getirilmiyordu... Diğer lezzetli yemekleri, zahter salatasını, oruk, maklube, içli köfte, kireç kaymağında hazırlanmış kabak tatlısı ve künefeyi ise bilmem hatırlatayım mı?
Bizim orada bulunduğumuz günlerde ortaya çıkarılan, milattan önce 3. Yüzyıla ait bir mozaik ise aslında galiba yaşamın en can alıcı öğüdünü verir gibiydi:

"NEŞELİ OL, HAYATINI YAŞA..."

Salı, Mayıs 03, 2016

Dostluklar



Çok yıllar oldu Yasemin'i görmeyeli... 90'lı yılların sonunda birlikte, televizyon gazeteciliği yapmıştık Kanal D'de, çok sevmiştim onu... Çalışkandı, hatır gönül bilen bir insandı, yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmazdı... Birlikte çok gülerdik. En takdir ettiğim taraflarından biri de yakınlarına, eşine dostuna, ailesine sonuna kadar sahip çıkmasıydı, gençliğine karşın o derece basiret sahibiydi yani... Sonra bir baktık evleniyor ve Antakya'ya yerleşiyor... Sevgili Levent Mıstıkoğlu ile mutluluğa yelken açtılar, hatta çok tatlı ikiz kızları oldu... Arada sırada telefonlaşırdık:

-Yasemin'cim nasılsın? Antakya nasıl? Alıştın mı oralara?
-Ah sorma Nursun'cum herşey iyi hoş ama, yemekler...
-Neden?
-Örneğin bir pilav geliyor sofraya, karnım acıkmış, tam bir kaşık alayım diyorum bir bakıyorum hooop yağda kavrulmuş soğanlar boca ediliyor güzelim pilavın üstüne.


İşte o yıllardan bu yana yıllar gecmiş, tam 17 yıl, ve biz yeniden karşılaştık Yasemin'le, hem de Antakya'da... Kardeşimizin geçirdiği rahatsızlık nedeniyle Antakya'da kaldığımız günlerde buluştuk... Hem de üst üste... Sağolsun, kaldığımız otele geldi, kardeşimizin durumuyla yakından ilgilendi, doktorlardan bilgi alıp bize aktardı, bununla da kalmadı, bize Antakya'yı tanıttı, yemeklere götürdü, ünlü merkezleri, hatta Rum Ortodoks Kilisesini bile gezdirdi...

Hatta bir gün sofrada otururken, tam da mercimekli bulgur pilavı(mercimekli aş)geldiğinde gülüştük:

-Yasemin, bu muydu senin yiyemediğin pilav?
-Ah sorma Nursun'cum ben sonradan bir lezzetini aldım, bir sevdim ki bu pilavı... Antakya'da herkesin, özellikle de çocukların çok sevdiği bu pilavı artık ben de sık sık yapar oldum, en kolay yemek vallahi..
.

Bir sonraki ziyaretimiz Rum Ortodoks Kilisesine oldu. Papaz Dimitri Beyle derin sohbetler yaptık, Hıristiyanların Türkiye'deki durumunu, Antakya'yı ve hatta dünya ahiret işlerini bile konuştuk, kendimi tutamayıp, haddimi aşarak sordum:
-Dinin esası, iyi insan olmak değil mi Dimitri Bey? İnananlar ölüp, öbür dünyaya gittiğinde, gelmiş geçmiş pek çok tanrının, dinin aslında olmadığını farkedip hayıflanmayacaklar mı?
Dimitri bizi hemen duvardaki bir ikonanın yanına götürdü:

-Bakın bu ikona Musa Peygamber'le ilgili, onun 10 emrini özetliyor, eğer insanlık bu 10 emre itaat etse idi, sonraki Peygamber'lerin gelmesine hiç gerek kalmazdı...(*)

Bu güzel sohbet sırasında Dimitri Bey, kardeşimizin ismini sorup, Pazar ayininde Mutlu için cemaatle birlikte dua edeceklerini de söyleyince, gözlerim yaşardı... Dünyada hala çok iyi insanlar olduğunu düşünüp sevindim...

Antakya'yı şahane mutfağı ve bütün güzellikleri ile geride bıraktık, Yasemin ise dostlukların ne kadar değerli olduğunu, aradan yıllar geçse bile gerçek dostlukların ilk günkü heyecan ve sıcaklıkla süreceğini bir kez daha gösterdi bana...


HZ. Musa'nın Tevrat'ta yer alan 10 emri:

Karşımda başka ilahların olmayacak.
Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
Yehova'nın, Rab'ın ismini boş yere ağıza almayacaksın.
Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün efendin Rab'e Sebttir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı.
Babana ve anana hürmet edeceksin.
Öldürmeyeceksin.
Zina etmeyeceksin.
Çalmayacaksın.
Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın.
Komşunun evine tamah etmeyeceksin, komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.

NOT: Bu ziyaretten 4 yıl sonra eşim Feyzan Erel çok ağır bir hastane süreci yaşadı. Ümitsizce Hacettepe Hastanesinin yoğun bakımı önünde saatler geçirirken, aklıma Dimitri Bey geldi, ona “Pazar Ayininde lütfen eşim Feyzan için de dua eder misiniz? Ricasında bulundum... Bu isteğimizi yerine getirmiş, çok şükür Feyzan iyileşti, ancak ne yazık ki biz Dimitri’nin genç yaşta dünyadan ayrılan kardeşi için sadece üzülebildik. Elden bir şey gelmedi.
26 Nisan 2021

Cumartesi, Nisan 30, 2016

Yağma Hasan'ın böreği




Bundan 1 ay önce Taşpınar Köyü ile Haymanayı bağlayan yolun, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından kocaman pankartlar asılarak asfaltlama programına alındığı bildirildi... Dev kamyonların iş makinalarının sık sık geçtiği yol o kadar bozulmuştu ki normal bir otomobille oradan geçmeye kalkmak macera aramakla eşdeğerdi...

Belediye, asfaltlama işi için astığı pankartlarda 1 haftalık süre vermişti ama bu sözünü tutamadı, çalışma 1 ayı geçti ve o yol Taşpınar sakinleri tarafından kullanılamadı...

Ha, "O köy yolundan onca dev kamyon, iş makinası neden geçiyor?" diye mi soracaksınız? Aman efendim köyler, tarlalar çoktaaan "out" olmadı mı? Kentsel dönüşümden bunca rant sağlamak varken ne gerek var yeşilin, kırsalın korunmasına? Siz bakmayın o TVlerde yayınlanan çarşaf çarşaf reklamlara... Düpedüz yalan, dostlar alışverişte görsün... Hepimizi enayi yerine koyuyorlar. "Tarlaların yapılaşmasına, betonlaşmasana izin vermeyeceğiz" martavalını atarak...

Neyse işte sonuçta asfaltlama işi bitti... Tam ertesi gün ne oldu biliyor musunuz? Kamyonlar geçti ve yepyeni asfalt paramparça oldu... Tekrar yapıldı, tekrar bozuldu... İnanmayacaksınız ama tekrar yapıldı tekrar bozuldu...

-Ne asfaltmış bu yahu?

Diye bana sormayın, gidin Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e  sorun, tabii makamında bulabilirseniz! Çünkü büyük ihtimal belediye işlerini bırakmış, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na, şuna buna çamur, pardon tweet atmakla meşguldür kendisi...

Ben de sizlerle ülkenin "yandaş müteahhitler eliyle"! Nasıl soyulduğunun resimlerini paylaşayım...



Cuma, Ocak 15, 2016

Gözümüze batmayanlar!






Ankara
'da İncek taraflarında, bir zamanlar verimli tarlaların uzandığı yerlerde şimdi 50-60 hatta 70 katlı bloklar gökleri deliyor... Yani TV'lerde dakkabaşı! yayınlanan,"tarım arazilerimize sahip çıkalım", "ülkemizin geleceği niteliğindeki tarım arazilerinin yok olmasına izin vermeyelim" gibi teraneler düpedüz yalan...





İşte bu bloklar birkaç yıl içinde yıldırım hızıyla inşa edildi ve nedense yerleşim bir türlü gerçekleşmedi. Daha doğrusu inşaat faaliyeti bıçak gibi kesildi. Bunun nedenlerini araştırıyordum,  konuyu bilen bir kaynağa sordum, bakın neler anlattı:

-Oooo, orada o kadar büyük bir rant paylaşımı var ki... Kapanın elinde kalıyor... Biliyorsunuz o araziler daha önce köylerin meraları, tarlaları niteliğindeydi, ama ufuktaki rant başta uzatmalı Belediye başkanı! Olmak üzere iktidar partisi ve yandaşlarının iştahını kabarttı... Bu civarda sadece birer ikişer katli villaların inşaasına izin verilirken imar Planı bir gecede değiştirildi ve bir zamanlar buğday başaklarının rüzgarla nazlı salındığı bu verimli topraklarda o betondan gökdelenlerin pıtırak gibi yeşermesi sağlandı.

-E, tamam o zaman korkunç bir rant sağlanmış bu arazilerin sahiplerine... Belediye de bu işten sebeplenmiştir mutlaka.

-Olur mu yahu? Doyar mı haramzadeler?

-Başka ne istiyorlarmış?

-O gökdelenlerin bütün altyapı işlerinin kendilerine ait bir firma tarafından yapılmasını... Anlayacağın voliyi bir de oradan vurmak istiyorlar... Neyse işte buna da evet dedi Müteahhitler ve verdiler altyapı işini o yandaş firmaya... Fakat firma verdiği sözlerin hiçbirini tutmadı ve sözleşmesi feshedildi.

-Sonra ne oldu peki?

-İşte ne olduysa ondan sonra oldu... Gökdelenlerin bütün kaba ve ince işleri tamamlanmış, sıra diğer altyapı işlerine gelmişti. En önemli iş binalara doğal gaz getirilmesiydi ve bu şu anda mümkün olmuyor çünkü Büyük Şehir Belediyesi taş koyuyor.

-E, ne olacak peki şimdi?

-Ne olacak kışın ortasında, ayazda binalar ısıtılamadığından, parkeler kabarmaya başladı, sıra yakında seramiklere fayanslara da gelir onlar da bir bir dökülmeye başlar...

-E, buna kim dur diyecek? Şikayet mercii filan yok mu?

-Amma komik sorular soruyorsun yahu... Kimin eli kimin cebinde belli mi? At izinin it izine karıştığı bir ülkede yaşıyoruz, Cumhurbaşkanının kaçak sarayda yaşadığı bir ülkede sen adaleti ara ki bulasın! Hem yüksek yargı organlarının başkanları büyük şehir belediyesine niye davet edildiler sanıyorsun?

-Niye?

-Niye olacak, şikayet filan olursa bizim yanımızda durun demek için...

-Oooof of.

-Of ki ne of...



Cumartesi, Ağustos 01, 2015

Baraka Davası

Bir Özgür Adam







Baraka Davasının Kahramanı Aykan Er

Gökova Körfezine uzanan koylardan birinde Küfre'de, yemyeşil uzanan vadide küçük bir baraka var... Aykan Er'e, namı diğer Papaz'a ait... Bir zamanlar o vadideki geniş topraklardan birinin sahibi olan yakın arkadaşı Kambur ona demiş ki:

-Gel sen de burada yaşa... Bir baraka yap kendine, komşuluk edelim...

Papaz'ın, yani herkesin unuttuğu ismiyle Aykan Er'in öyküsü böyle başlamış... Bodrum'u, çalıştığı barı, eşini, çocuğunu, yıllarca süngere daldığı arkadaşlarını bırakıp gelmiş buralara... Derme çatma bir baraka yapmış kendine... Küçücük, iki göz bir baraka... Ama ne baraka...
Enerjisini güneş panelleriyle elde ediyor... Suyunu da yakındaki pınarlardan... Sağa sola arı kovanları da yerleştirmiş... Oh, denizden küfür küfür rüzgar alan Küfre'de özgür, sağlıklı, her türlü keşmekeşten, bağımlılıktan uzak şahane bir yaşam...
Sonra Devlet Baba duymuş bunu:

-Vay sen misin bunu yapan?

Diye kükremiş bizim Papaz'a... Hakkında hemen bir dava açıvermiş, hem de Ağır Ceza'da... Suçu ne miymiş bizim Papaz'ın? SİT alanına izinsiz inşaat yapmak... 10 yıl hapsini istemiş savcı... Yargılama epey sürmüş, sonunda hapis cezası kesinleşmiş Papaz'ın, ama neyse ki para cezası ve şartlı tahliyeye dönüşmüş hüküm...

-Ben burayı paramla aldım yav... Kambur'a paramı ödedim bana verdiği arazi için...  Ama bu araziye meğer inşaat yapmak yasakmış... Ne inşaatı be?

Papaz'ın ağır cezalık olmasına yol açan baraka işte bu... İçinde yatağı yorganı var, küçücük bir de buzdolabı... Ha, bir de mutfağı var girişte:

-Ben artık et met yemem, yemiyorum, işte gördüğünüz şu küçük bostanlarda yetiştirdiklerim yetiyor bana. Dün mesela kendime börülce pişirdim... Diyor.

Ama barakanın en önemli özelliği kitaplık... Yüzlerce kitap sıralanmış raflarında... Şu sıra Dostoyevski'nin "Ezeli Koca"sını elinden düşürmüyor bizim Papaz...
Geçimini neyle mi sağlıyor? Kovanlardan elde ettiği bal onun tek geçim kaynağı... Teknelerin bağlandığı tepeye küçük bir tezgah açmış, bal kavanozlarını oraya sıralayıvermiş... Bir de tabela asmış tezgahın önüne:

"-Bal büyük 10, küçük 5 TL, kekik 5 TL... Taşın altına koy, hırsıza bedava" Demiş.

"Hiç hırsızlık oldu mu?" Diye soruyoruz, "Vallahi olmadı" diyor... Bize yetiştirdiği biberlerden üç tane koparıp ikram ediyor... Asıl ısrarı ise sohbet için:

"-Oturun, votka tonik ikram edeyim" diyor... Teşekkür ediyoruz, derme çatma masasında sohbeti koyultuyoruz... Komşusu Ayşe Kadın da uğruyor ama Papaz'ın neşesine iyimserliğine tezat onun duruşu, "Papaz bundan sonra ne kadar yaşar ki? Taş çatlasa beş yıl olsun" diye bir söz atıyor Papaz'a duyurmadan...


Küfre'de güneş batıyor, izin istiyoruz Papaz'dan, bizi uğurlarken 'Beni buradan kimse koparamaz' diye söylenip, doğanın kucağındaki yalnızlığına dönüyor özgür dostumuz... Biz ise karşılıklı dert yanıyoruz:

-SİT alanıymış... Devlet Papaz’ın barakasıyla  uğraşacağına Güvercinlik'te kabus gibi yükselen lenduha otele bir baksaydı... Bodrum'daki çirkin apartmanlara dur deseydi ya...

Çarşamba, Şubat 04, 2015

Kuleli Ziyareti ve sürprizler




Kuleli Askeri Lisesini kaderine terk ettiler ya, insanın içi yanıyor... Boğaza muhteşem bir inci broş gibi iliştirilmiş bu zarif ama azametli binanın, “benim sonum ne olacak?” Dercesine orada sessizce duruşuna kimsenin kulak astığı yok... Acaba neyin intikamı diyorum? 

Gururla söylemem gerekir ki, eşim Feyzan Erel bu okuldan mezun... Kuleli anılarını, ondan hep keyifle dinledim,  okulun koridorlarında, dersliklerinde, spor salonunda, yatakhanesinde, bahçesinde yaşadıklarını... Çalışma masasının, ders yaptıkları sınıfın tam pencere kenarında olduğu ve ders dinlerken güzelim boğazı nasıl seyrettiği benim de hayalimde yer etti... Okul tabldotunda sıkça yer alan onun en sevdiği  Elbasan Tava ve Revaninin lezzetini sanki ben de damağımda duyumsar gibiyim...

Bunca yıldır Kuleli'nin önünden kim bilir kaç kez geçtik, Boğaz'ın öbür yakasından  nasıl keyifle seyrettik, hatta bir keresinde bahçesinde çay bile içtik ama görkemiyle insanı olağanüstü etkileyen bu gizemli binanın içine girmek bugüne kadar kısmet olmamıştı... Ta ki değerli dost, Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu (4 Ağustos 2011-23 Ağustos 2013) bizleri okulu gezmeye davet edinceye kadar... Tabii okula Kıvrıkoğlu'nun, sınıf arkadaşı olarak Feyzan'ın yanı sıra beni de davet etmesi, tamamen bir rastlantı... Ama ne rastlantı, bunun için sayın Kıvrıkoğlu'na ne kadar teşekkür etsem azdır...


İşte o gün Kuleli'de geçirdiğimiz saatler öyle unutulmaz iz bıraktı ki...  Okul komutanı Kurmay Albay Muammer Aygar bizi çok değerli bilgilerle donattı, okulun ta 19. Yüzyıla dayanan geçmişini, geçirdiği evrimi, şu anki durumunu, öğrenci yapısını, müfredat programını, sosyal etkinliklerini, dünyadaki benzerleri ile kıyaslayarak  anlattı...

Okulun  koridorlarında dolaştık, dersliklerine girdik, öğrencileriyle, öğretmenleriyle sohbet ettik. Kalemişi bezemeli duvarlarını, müzesini, kütüphanesini hayranlıkla inceledik ve Kuleli'yi daha yakından tanımış olduk...

Hele ben, o yıllarda henüz karşılaşmadığım eşim Feyzan'ın ders dinlerken Boğaz'ı seyrettiği sırayı gördüm, gecelerini geçirdiği yatakhaneyi, giysilerini sakladığı dolabı, saatlerce ders çalıştığı etüd salonlarını  inceledim, öyle farklı duygulara kapıldım ki...


Öğlen yemeğinde Kuleli'nin geleceğe umutla bakan gençleriyle buluşmaksa ayrı bir güzellikti... Patates oturtması, pilav, zeytinyağli taze fasulye, salata ve kabak tatlısına hep birlikte kaşık salladık, yaşama dair olguları paylaştık, dertleştik...
Kahvelerimizi ise Kuleli'nin Kulesi'nde içtik... Boğaz'ın mavi sularını Kulelerden kuşbakışı izlemek nasıl da dinlendiriciydi...

Ama bu muhteşem Kuleli ziyaretinin en unutulmaz sürprizi dönüş yolunda, bir koridorda karşımıza çıktı... Okulun geçmişteki başarılarını, spor karşılaşmalarından kazandığı kupaları, madalyaları sergileyen vitrinlerden birinde sevgili eşim Feyzan Erel'in fotoğrafı duruyordu... Kuleli Askeri Lisesi o yıl, Türkiye atletizm şampiyonu olmuştu, Feyzan'ın yüzündeki gülümseme o gururu anlatıyordu...

Mutluluğun resmi ancak böyle yapılabilirdi doğrusu... Sağolasınız Sayın Hayri Kıvrıkoğlu... Sana ve okul arkadaşlarına nice nice mutlu yıllar Feyzan'cığım...

NOT: Bu ziyaret ve yazının 1.5 yıl sonrasında  yaşanan 15 Temmuz Darbe Girişimi sırasında, Kuleli’nin o gün bizi konuk eden komutanı Muammer Aygar’ın Boğaz Köprülerini  ve yolları kapatmakla görevli bir “Kripto Fetöcü” olduğunu öğrenmek ise tam bir şoktu hepimiz için... “Kimbilir Kuleli’de kaç öğrenciyi ideolojik saplantılarıyla zehirlemiş, kaçını ideallerinden alıkoymuştu?” Diye düşündüm. Hele Aygar’ın Antalya’da yakalanmaktan korkup içine saklandığı bir gardropta yakalanmış oluşu, neler neler düşündürttü.

Çarşamba, Ocak 21, 2015

KOCABEYOĞLU PASAJI



Geçenlerde yolum Kızılay'a düştü... Uzun süredir uğramadığım Kocabeyoğlu Pasajını yeniden görmek, gezmek istedim... Kimi dükkanlar kapalı, kimisi tamiratta, pek çoğu da boştu... Üst katta azımsanmayacak bir müşteri kalabalığı vardı ama alt katta neredeyse in cin top oynuyordu...

Nedense içimi bir hüzün kapladı. Oysa çocukluğumun pembe renkli, sıcacık anılarında unutulmaz yeri olan Pasaj böyle miydi ya?

Annem işten döndüğünde, bazen halamla bana seslenmez miydi?

-Kocabeyoğlu'na gidelim mi? Haydi hazırlanın bakalım...

Kalemimi masaya hemen bırakır, ödev defterimi kapatıverirdim... Kocabeyoğlu demek, bana da alınacak bir şeyler demekti çünkü... Önce üst katta dolaşırdık. Annem, daracık aralıklardan birindeki küçük dükkana uğrar, sorardı:

-Pertev krem var mı? Yağlı olsun...


Bir de yağsız kremi vardı çünkü Pertevin... Satıcı, pembe desenli krem tüpünü sararken, annemin isteği üzerine kahverengi bir kaş kalemini ve Koleston Saç Boyasını da eklerdi pakete. O dükkandan ayrılır, daracık aralıktaki bir başkasına girerdik... Ön tarafı boydan boya kaplayan iç çamaşırlarının arasından biraz sıkılganca, arkadaki tezgaha geçilir ve tezgahtara kısık sesle sorulurdu:

-Siyah kombinezon gösterir misiniz? Dantelli olsun...


Evet, o yıllarda bütün şehirli hanımlar, kombinezon kullanırlardı, iç giyimin bir unsuru olarak... Bu kadar zarif bir parça, sonradan gardroplardan niye yok oldu acaba? Bilmem ki...

Mevsim kış ise, bir başka dükkana yönelip halam için pazen gecelik bakardık... Sıcacık tutardı o güzelim pazen gecelikler, pijamalar... Mevsim yaz ise, pasajın ortalarında bir yerde bulunan Sümerbank Mağazasına uğranmasını dilerdim ben... Mağazanın tavanındaki dev vantilatörlerin aheste dönüşünü izlemek öyle hoşuma giderdi ki... Bir yandan da alışverişe kulak verirdim:

-Amerikan, beyaz patiska alacaktım... Beş metre... Pike kumaşlara da bir bakalım, şu küçük çiçekli topu indirir misiniz? Bir de şu mavi desenli basmayı uzatın...

Beyaz patiskaya acaba neden Amerikan denirdi bilmiyorum ama diğer adıyla beyaz patiskadan saten yorganlar için çarşaf ve nevresim biçilirdi... Pike kumaşla ya da basmayla Burda mecmuasından çıkarılan patronlarla elbise dikilir, patron çıkarılan mulaj kağıt, komşularda da paylaşılırdı.

Alışverişin sonunda, kimi zaman annemle tartışırdık:

-Anne, Cumartesi Ayşegül'ün doğum günü... Ona hediye almamız lazım... Şu fileli voleybol topunu alalım n'olur...

-Topu ne yapacak Ayşegül? Bak, "Çocuk Haftası"nın aylık cildi gelmiş onu alalım...



Alışveriş bittiğinde, elimizdeki paketlerle Pasajdan çıkıp evimizin yolunu tutardık, annem yorgun değilse halamla bana döner, "Üsküdar Pastanesinde birer limonata içelim mi?" diye sorardı... Ben buna çok sevindirdim, çünkü pastaneye girmek demek, "bir dilim piramit pasta"ya da iştahla konmak demekti...

Bütün bunlar geçti aklımdan Kocabeyoğlunu gezerken... Hatta bir Şeker Bayramında Ayşegül'le ikimize bir örnek alınan siyah rugan ayakkabılar gözümün önüne geldi... Sevim Teyzenin bir başka Bayram arefesinde apartmanın bütün çocuklarını götürüp pasajdan rengarenk mendiller seçtirmesini anımsadım... Ben “Küçük Lord” desenlisini seçmiştim, çünkü o kitabı çok sevmeştim. 

Ah, Kocabeyoğlu neden bu kadar yıprandın? Soluklaştın? Eksildin sanki?

Yoksa bizim yaşamlarımız mı eksilip, soluklaşan?

Pazar, Temmuz 27, 2014

Nice bayramlara




Nice Bayramlara

Sevgili dostlar, kimi zaman ben de çok kızıyorum  yeni mecralara, twitterdı facebooktu instagramdı filan... 

-Yüzyüze konuşup birbirimizin sesini kokusu duymanın yerini tutar mı?" Diye. 

Ama ne yapalım ki bu da çağın bir gereği, öyle değil mi?

Ankara’da yıllardır devam eden “dikey kentleşme ve betona yatırım” çılgınlığı kenti öylesine büyüttü ki, altyapı ve ulaşım imkanları artık yetişemez oldu. 

E, şimdi bayram da olsa, hangi babayiğit kalkıp ta Gölbaşına gelecek, oradan Çayyoluna geçip, Gaziosmanpaşaya, Aşağı Ayrancıya uğrayıp eşiyle dostuyla yarımşar saatliğine hasret giderip hoşbeş edecek? Kolay mı bu?

Oysa eskiden öyle miydi? Apartmandaki herkes ilk gün mutlaka ziyaret edilip, el öpülür hatır sorulurdu... Kalan günlerde önce mahalledeki, sonra da uzak semtlerdeki dostların, hısım akrabanın kapısı çalınır, bayramı kutlanırdı... 

Ha, ikramlar mi? Önce kahve getirilir, yanında çoğu kez likör de bulundurulurdu... Ahududu, nane, gül ya da muz likörü... Ne hoştu Tekel likörlerinin hem lezzetleri, hem renk ve kokuları...

Sigara bu kadar “tü kaka” edilmemişti o zamanlar... Bir tepsiye özenle dizilmiş Yaka, Yeni Harman, Bahar, Gelincik sigaraları, gülümsemelerle misafire tutulurdu... 

Salondaki neşeli sohbete, havada dalgalanan mavi dumanlar eşlik ederdi... Arka odadaki radyo açıksa, Yurttan Sesler Korosunun şarkıları duyulur, evin güzel sesli hanımı kimi zaman nakarata eşlik bile ederdi...

Şimdi hepimizin arasına mesafeler girdi... Likör mikör yok artık, alkolle biraz keyif filan demeyin, aman ha!yasak!!! Devletin tepesindekiler filanca, diğerleri falanca tarikatlerde hu çeker dururken zinhar! Kutsal bayramda hiç alkol sunulur mu? 
Zaten 10 yıl önce değil miydi? Kimimiz Ergenekoncu, kimimiz Balyozcu olduk... Kimimize  Ulusalcı yaftası yapıştırıldı... Ayrı düştük... Kuş uçmaz kervan geçmez mahallelere taşındık, falanca loftlara,  bilmemhangi lifelara, twinlere  towerlara filan yerleştik.... Böyle olunca “çat kapı” ziyarete gitmek imkansiz, eh, dayan bakalım klavyeye o zaman...

Merak etmeyin, ben şimdi “Nerde o eski bayramlar?” diye, size klişeler sıralayacak  değilim, tam tersine  neşeli şeyler paylaşmak istiyorum bugün...



Bir bayramda komşumuz Ali Boyluoğlu (genellikle mütevazı memur ailelerinin kiracı olarak oturduğu Gaybi Yatır Apartmanının otomobil sahibi tek sakini idi) hepimizi gıcır gıcır siyah Buick Arabasina doldurup,  Gençlik Parkı'na götürmüştü... İnanmazsınız belki ama hayatımda ilk kez sosisli sandviçi orada tatmıştım... Ne güzel bir gündü... Sonra hepimiz yine neşe içinde  Buick'e doluşup Gaybı Yatır Apartmanına geri dönmüştük... 
Hava kararıyordu, arka bahçede "dalya" ya da "yakantop" oynanabilirdi biraz... Az sonra herkes evine dönecekti... Bayram sofrasına oturup, tavuklu pilavla (bütün tavuk o yılların gözde ikramıydı) üzüm hoşafımızı  kaşıklayacaktık... Birer dilim su böreği ve kalburabastıya da yer bırakmalıydık tabii... Her evde üç aşağı beş yukarı bu manzaralar yaşanacaktı... Sonra saat dokuza doğru İl Radyosunun "Mozaik" programına kulak verecektik... “Bakalım bu akşam Adamo'nun hüzünlü sesi, parazitler arasından duyulacak mıydı yine?”

-Tombe la neige..https://youtu.be/OQKSU6j1-8U

Mutlu bayramlar dostlar... Keşke siz de benimle Bayram anılarınızı üç beş kelimeyle de olsa paylaşsanız..

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...