-Kavak... Ne önemi var ki? Alelade bir ağaçtır...
Diyeceksiniz ama size anlatacağım kavak ağacı başka... Yılların tanığı... Bir bilseniz, neler gördü bunca zaman. Keşke anlatabilse de kulak verseniz.
Çiçeği burnunda gençlerin darağacına götürülüşünden, işkence görenlerin çığlıklarına uzanan acılara tanık olacaksınız...
Çiçeği burnunda gençlerin darağacına götürülüşünden, işkence görenlerin çığlıklarına uzanan acılara tanık olacaksınız...
“Görüş günü” diye, gözleme hazırlatıp, bir şişe lavanta kolonyasıyla oğlunu ziyarete gelen babaya, "Oğlunuzu göremezsiniz, dün idam edildi, Karşıyaka'ya defnedildi" (*) denildiğini duyup, yerin dibine geçmek isteyeceksiniz..
Cüneyt Arcayürek kavak yapraklarının rüzgarda çırpınışını izlerken aklından bir sonraki kitabının taslağını mı geçiriyordu acaba?
Nazım Hikmet'in, Bülent Ecevit'in, Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir'in, Yılmaz Güney'in avluda volta atışları gözünüzün önüne gelecek.
Aklınızdan sorular geçecek...
Cüneyt Arcayürek kavak yapraklarının rüzgarda çırpınışını izlerken aklından bir sonraki kitabının taslağını mı geçiriyordu acaba?
Muhsin Yazıcıoğlu, ülkücü denen bin parçaya bölünmüş hareketin yarınını düşünürken endişeli miydi?
Ya Erdal Eren? (**)
İdam edebilmek için yaşını büyütüp 18 yapmışlardı ya... Son anlarda aklından kim bilir nasıl geçti annesi, babası? O ana kadar, umudunu yitirmemişti de, “Benim ölümüme asla razı olmazlar, onlar beni kaçırıp kurtaracaklar buradan” diye mi düşünmüştü? Ya okul bahçesinde top sektirirken, 18. doğum gününü hiçbir zaman kutlayamayacak oluşu gelir miydi aklına?
Radyolar, televizyonlar karanlık yüzlü devlet adamlarının! "bir sağdan bir soldan astık" haykırışlarını yayınlıyor, Deniz Gezmiş, babasına "son mektubunu" kaleme alıyordu...
Radyolar, televizyonlar karanlık yüzlü devlet adamlarının! "bir sağdan bir soldan astık" haykırışlarını yayınlıyor, Deniz Gezmiş, babasına "son mektubunu" kaleme alıyordu...
Şüpheli olarak getirilenleri tecrit odalarına götürmeden önce falakaya yatırıp, sonra tuzlu suda yürütüyorlardı, ayakları şişmesin, tabanları patlamasın diye...
Aynı karanlık şeyleri Erdal Öz’e de yapmışlardı da o, “Koğuşları süpürüp duran kadın bu tarafa bakmıyor bile, nasıl da alışmış aynı şeyleri görmeye duymaya!” Diye hayret etmemiş miydi?
Bu muydu yahu insanlık? İnsan olmaktan ve bunları yapmaktan utanan olmadı mı hiç orada? Hilton! Diye dalga geçilen Ulucanlar Cezaevinde?
Yolunuz birgün Ankara’ya düşerse, o ayıpların üstünün kapatılması için artık müzeye dönüştürülen Ulucanlar'ı gezin...
Yolunuz birgün Ankara’ya düşerse, o ayıpların üstünün kapatılması için artık müzeye dönüştürülen Ulucanlar'ı gezin...
Avluları arşınlarken hücrelere de girin, karanlıkta ilk başta gözünüz hiçbir şeyi seçemeyecek, sonra farkedeceksiniz boşlukta asılı çığlıkları, gözyaşlarını.... Kırık dökük ranzaların yerleştirildiği koğuşları, tecrit hücrelerini yüreğiniz sıkışarak tek tek inceleyin...
Zaten bir avuç değil miydi o aydınlar? Peki, neden dayanamamıştık saçtıkları ışığa? Nefret gözümüzü mü bağlamıştı?
Ulucanlar Cezaevi’ne girdiğinizde, koğuşlara, hücrelere, o kırık dökük hamama ve her yerine mutlaka ve tekrar tekrar girip çıkın tamam mı?
Keşke mümkün olsa da Bülent Ecevit’in ranzasına bir uzanabilseniz... Tavana bakar gibi görünüp, o ranzada mı tasarlamıştı Köy-Kent Projesini mesela?
Duvarlara, parmaklıklara her yere çığlık, gözyaşı ve korkunun sindiğini göreceksiniz.
Her adımda geçmişinizden, tanık olduklarınızdan, bunca insana yaşatılanlardan utanıp, yerin dibine geçeceksiniz.
Hele o olmaz olasıca darağacının karşısındaki kavak ağacına bir bakın...
Hele o olmaz olasıca darağacının karşısındaki kavak ağacına bir bakın...
Akşamüstü serpiştiren yağmurla geçmişe, yaşananlara ağlar gibi durmuyor mu orada?