Bu Blogda Ara

Perşembe, Mayıs 20, 2021

Mapusluğun sonu



Evde günlerce kapalı kaldıktan sonra kendini sokağa atanların arasına karıştım dün. Yollar çok kalabalıktı, sanki tuhaf bir sevinç vardı insanlarda, bir şey almasalar da çarşı-pazara çıkmak, bir yere gitmeseler bile arabayla tur atmak iyi mi gelmişti acaba? Ama esnafın yüzünden düşen bin parçaydı.  

Önce kuaföre uğradım, (bilmem saçınızı siz kendiniz kesebiliyor musunuz?) şakır şakır makas sesleri arasında sohbet ettik: 

-Yahu ne yaptınız iki haftadır? 

-Ne yapacağız? Bizler günlük kazanan insanlarız, evde beş parasız oturduk kaldık. Son 3 aydır devlet sadece bin lira gelir kaybı için, 750 lira da kira için destek sağladı.  Dükkânın kirası 2 bin 500 lira, elektriği suyu hiç söylemesem daha iyi. Ev sahibine, bu dükkânın sahibine artık yüzüm tutmaz oldu, kaç aydır kirayı aksatıyorum

-Peki kalfa destek alabildi mi? Kısa çalışma ödeneği filan? 

-Yok onu herkese vermiyorlar, belli bir süreyi doldurmadığı için alamadı, ben bu halimle birkaç kuruş yardım etmeye çalıştım.

 -Ne olacak peki böyle?

 -Valla bu küçük dükkânı yürütmek bile çok zor, ben Haziran’da başkasının yanına kalfa gibi geçeceğim, benim kalfa da başka bir dükkâna yerleşecek, kapatacağız.  Zaten bizim çarşıda görüyorsunuz herkes küçüldü. Kuru temizlemenin sahibi, üç dükkâna yayılmıştı, ikisini kapattı, tadilatçı terzi vardı şurada, o da kapatıp çıktı. 

İş bitince çıktım kuaförden, yolda kâğıt toplayıcılar vardı, onlara “size devlet desteği verildi mi?” diye soramadım, “alay ettiğimi” düşünebilirlerdi. 

Sağlık ocağının önünden geçerken baktım tanıdık hemşire sigara molasına, bahçeye çıkmış:

 -Merhaba, iş yok galiba? Kimseleri görmüyorum etrafta? -Sormayın, ilk zaman kovit aşısı yüzünden nefes alamaz durumdaydık. Artık aşı maşı yok, sinek avlıyoruz.   

Çarşıdaki işler için taksiye bindim, genç şoförün morali bozuktu, söylenmeye başladı: 

-Abla bittik vallahi bittik, işler sıfır noktasında, ben KHK ile işsiz bırakılanlardanım, itiraz filan ettik ama sonuç alamadık. Bir akrabam -boş durma taksiyi sen kullan- deyince direksiyona geçtim ama boğaz tokluğuna çalışıyorum desem inanır mısın? 

Radyo açıktı, bir yorumcu Sedat Peker’in görüntülü ifşaatına yorum yapıyordu. 

Şoför: 

-Abla bu aslında Süleyman Soylu’yu bitirme operasyonu, hatta bence bu işin içinde Külliye bile var, baktılar yükselişte, onu yıpratıp, itibarını sıfırlayıp, istifa ettirecekler ve erken seçim olacak. Baksana, reisten hiç bahsediyor mu Peker

Taksiyle okulun önünden geçerken gördüm, in cin top oynuyor, “bu yıl çocukların yok senesi, okula yeni başlayanlar okuma yazmayı bile öğrenememiştir” diye düşündüm, ya bilgisayar, tablet, internet yoksunu çocuklar ne yaptılar acaba? Yoğundu trafik, nedense herkes kendini yollara atmıştı, milim milim ilerledik, sonunda taksiden balıkçının önünde indim, baktım tezgah boş gibi, her zaman bulunan somon bile yok, fiyatlar ise füze: 

-Ne o? Somon bile yok? 

-Az geldi abla, bugün gelenin tamamını müşteriye verdik. Tabii lokantalar filan kapalı, ne yapalım? Durum bu... 



Hesaplı görünen fener balığında karar kıldım, “patatesli, sebzeli kavurmasını yaparsam doyurucu olur” dedim... Balığın temizlenmesini beklerken, arka tarafta dükkân sahibinin telefonda alçak sesle konuşmasına kulak kabarttım:

 -Yahu düşünebiliyor musun? Kolombiya makamları ortaya çıkarmış, adres Türkiye’de Mersin limanı demişler... 5 ton kokain yahu, ne demek düşünebiliyor musun? Acaba alıcı kim? 

Konuşmanın devamını dinleyemedim, benim balık temizlenip paketlenmişti, parayı ödedim çıktım... Kendi kendime söylendim:

 -Balıklar değil, asıl zokayı bizler yuttuk... Acaba daha ne kadar böyle debelenip duracağız?

Pazar, Mayıs 16, 2021

Oh be, mapuslukta son gün!


Günlerdir dört duvar arasında mapustayız, pandemi yüzünden “istisnai meslek sahipleri” dışında herkes evinde hapis... Neyse ki bugün kapanmanın son günü, yoksa durumumuz  aynen şarkıdaki gibi:

-Oynatmaya az kaldı, doktorum nerde?

Boğazımız sıkılıyormuş,  göğsümüze biri oturmuş da kalkmıyormuş gibi karanlıkta, bir kabusun içindeyiz de bir türlü uyanamıyoruz sanki...   

Hapistekileri bir kez daha ve çok iyi anladım. Hele bir de çoğunun “gözünün üstünde kaşın var!” Denilerek içeri atıldıklarını düşünürsek... 

-Ne yani? Yalan mı? Aksi taktirde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne diye bunca kararında başvuru sahiplerini haklı bulsun? TC makamlarını mahkum etsin? Demirtaş’ı, Kavala’yı serbest bırakın diye ısrarcı olsun? Türkiye neden AHİM’de düşünce ve ifade özgürlüğü  ihlallerinde, Rusya’dan bile fazla mahkum edilerek rekor kırsın? (*)

Vallahi abartmıyorum, eğer yarın yasakların son günü olmasa çıldırmak işten bile değil.

Nasıl mı atlatmaya çalıştık?

Evde oyalanmak için herkes yeni yeni meşguliyetler icat etme çabasına girdi. Mesela bir gün baktım, bizim Mehmet almış eline makineyi, makası, babasına saç traşı yapıyor, ben de devreye girdim:

-Ne veriiim abime, çay mı kahve mi?

Yok yok, içimden kızdım aslında, “şimdi yerlere saçılan  saç sakal kırıntılarını kim temizleyecek? Ben oraları daha yeni süpürmüştüm!” Diye söylenerek.

Tabii ki mutfak bir numaralı çekim alanı...

-Bugün ne yiyeceğiz?

-Ne biliiiiim,  bıktık aynı şeylerden, acaba  pizza mı yapsak?

Hemen aç sanal yemek tariflerini... Aman o ne güzel manzara, İrlanda’da yeşillikler içindeki bir tepede adam pizzanın hamurunu hazırlamış, demir tavaya yaymış, şimdi de sos için gerekenleri sıralıyor:

-Önce 5-6 domatesi rendeleyeceğiz... Sonra 2 baş sarımsak dövülüp domates rendesine  karıştırılacak...

-Tuh yahu, bütün sarımsakları geçen gün  Şıveydiz (**)  yapalım dedik de tüketmedik mi?

-Neyse sarımsak da varsın bizim pizzada eksik olsun

İrlandalı, tarife devam ediyor,  peynirsiz pizza olmaz tabii ama, “yarım kilo mozzarella” dediğinde bizde şartel atıyor:

-Yahu mozzarella yok ki evde, şimdi nereden bulacağız bu yasaklarda? Zincir marketler hafta sonu kapalı, mahalle bakkalında mozzarella bulunmaz ki... Boşverelim biz pizzamızı Türk Usulü yapalım. Dil peyniri vardı şu kasede, sucuk da dilimleriz...

-Nursuuuuun, boşver şimdi pizzayı çabuk gel burayaaaaaaa

-Ne o yahu? Acil durum mu var?

-Yok yok, Sedat Peker’in dördüncü videosu çıkmış, koş yetiş, seyredelim...

-Aaaaaaa, ayol neler diyor bu adam? Bir zamanlar pek makbul kişiydi de hayret ediyorduk korumalarla dolaşmasına? Ne demek yahu 5 ton kokain gelecekmiş Mersin Limanına? Bunların kaydı kuydu yok mu? Kimmiş bu malın sahibi acaba? Herhalde yetkililer bi açıklama yapar...

Sahiden de, biraz sonra devletin tepesinden açıklamalar gelir, en üst yetkili, “eğer bunlar ispat edilirse, idama razıyım!” Diye yazılı açıklama yapar.

-Hahaha... İdam kaldı mı ki? Özal mı demişti bir zamanlar, “yengemin şeyi olsa, amcam olurdu” diye... Böyle resmi açıklama mı olur yahu? Vallahi şu kaybolan Damat Beyin dediği gibi, “at izi it izine karışmış” memlekette...

-Ayol meğer Sedat Peker kendini Hardy dö Pasavan’la eş tutmuş ha? Baksana Pardayanları daha sakalı bitmeden okumuşmuş...

-O ne yahu, “Oxford vardı da okumadık mı?” Lafı yerine, “Shakespeare okuyamadık, Pardayanlardan esinlendik” der gibi...

İşte, bizler ikibinyirmibir yılının güzelim mayıs ayının tam onbeş gününü dört duvar arasında bu oyalanmalar-debelenmelerle geçiriyoruz, merak ettim, sizde durum farklı mı? En çok özendiklerim de yasakları sahillerde geçirenler.  Ayyy ne güzel, sabah erkenden bir yürüyüş yapar, sonra terin soğumadan kendini serin sulara bırakırsın... 

-A, sen gerçekten oynattın galiba. Ayol denize girmek sadece turistlerin hakkı, Türk vatandaşlarına yasak, bunu  bilmiyor musun? Yoksa sen bizi, birisiyle karıştırıp  dörtyüz arabalık konvoyla Okluk Koyundaki saraya pardon, yazlığa geldik de çoluk çocuk, torun torba, eş dost denizlerde kulaç atıp keyif yapıyoruz mu sandın? Pes vallahi...

-Evet pes vallahi... Oynatmaya az kaldı, doktorum nerdeeeeeee?

 (*) https://www.amerikaninsesi.com/a/aihme-basvuru-sampiyonu-rusya-ve-turkiye/5755024.html


(**) https://www.hurriyet.com.tr/lezizz/siveydiz-yemegi-tarifi-41178427





Perşembe, Nisan 29, 2021

Turgut Özal ile “pijamalı bayram söyleşisi”



Anadolu Ajansında mesleğe yeni başlamıştım, hevesle çalışıyor, ekonomi alanında ilerlemek istiyordum. Turgut Özal, 12 Eylül Darbesi  sonrası Milli Güvenlik Konseyi tarafından Başbakan Yardımcısı olarak görevlendirilmişti, misyonu “Türkiye Ekonomisi fotoğrafını içeride ve dışarıda düzeltmek”ti . Bu nedenle bir grup genç gazeteci olarak deyim yerindeyse  Özal’ın “peşinden ayrılmaz” olmuştuk.  

AA’nın o yıllardaki güçlü kadrosunun önde gelen isimlerinden biri de, benim gazeteciliğine hayranlık duyduğum  deneyimli gazeteci Barış Kaşıkçı idi. Özal’ı yakın takipte olduğumuz için Başbakanlıktaki danışmanı Adnan Kahveci ile de sık görüşüyorduk. AA’nın  gece gündüz tıkır tıkır çalışan teleks bülteninden BK ve NRS paraflarıyla (imza kullanılmazdı) dökülen haberlerimiz, ertesi gün bütün gazetelerin manşetlerinde yer alır olmuştu. 


Bir Ramazan Bayramı öncesinde Turgut Özal’dan randevu istedik, ekonomi gündeminde önemli yer işgal eden konuları konuşmak istiyorduk. Özal, “yarın, öğlene doğru gelsinler” demiş... Bayramın ilk günü, heyecanla hazırlandık, teybimizi kontrol ederken, Barış:


-Yahu gazeteci milleti ne teypler edinmiş, küçücük gömlek ceplerine bile sığıyor... Bizimkini gören, bavulla evrak taşıdığımızı sanacak


Diye güldü... Foto Muhabirimiz Kadir Şengün’ü de alıp, yola koyulduk, istikamet Özalların Farabi Sokaktaki “üç oda bir salon” kira eviydi. 1. Kattaki dairenin kapısını çaldık, biraz bekledik, kapıyı pembe sabahlığı ile açan Semra Özal bizi içeri buyur etti:


-A, çocuklar erken mi geldiniz? Turguuuuut bak, gazeteciler...


Salona geçtik, Turgut Bey üstünde lacivert eşofmanıyla yanımıza geldi:


-Yahu bu kadar erken mi geldiniz? (Saat öğlen 12.00) Neyse buyrun, hoşgeldiniz, konuşmamızı yapalım da fotoğrafı sonra çektirelim olur mu? Böyle pijamalı resim yakışık almaz. Sizin fotoğrafçı  biraz dışarıda gezsin dolaşsın iki saat sonra gelsin. 


Kadir’i, “yakınlarda, istersen Kuğulu Park’ta filan dolaş 2 saat sonra gel” diye evden gönderdik. 


Teybi çalıştıracakken, Özal:


-Bakın isterseniz mutfağa geçelim, tam kahvaltı ediyordum, siz geldiniz, oradaki masada daha rahat çalışırsınız.


Küçük mutfağa geçtiğimizde baktım, ocaktaki harlı ateşte fokur fokur kaynayan çaydanlıktan etrafa sular saçılıyor, not defterimi kalemimi masaya bırakıp, ocağın düğmesini kıstım, çayı demledim, sonra üstündeki tabaklarda bir kaç parça zeytin, peynir hatta bir iki dilim kızartılmış sucuk bulunan masaya geçip teybin düğmesine bastım:


Barış Kaşıkçı ile sorularımızı art arda sormaya başladık :


-Türkiye ekonomisi adeta moratoryum noktasında, bunu siz de defalarca ifade ettiniz. Şimdi sizin koordinasyonunuzda bir kemer sıkma paketi hazırlanıyormuş, en önemli ayaklarından birini de sıkı para politikası oluşturacakmış. İş camiasının bu önlemlere nasıl bir karşılık vereceğini düşünüyorsunuz?


Özal bir an düşünüp konuşmaya başladı. Ekonominin nasıl darboğazda olduğunu, yıllarca ihmal edilen önlemler, modası geçmiş Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanununa dayanan uygulamalar, ve sabit kur nedeniyle üretim, ihracat ve istihdamın  köşeye sıkışıp kaldığını anlattı. Son cümlesini ise, “Yani anlayacağınız özel sektörde hiçkimse  kusura bakmasın, ya yaparlar...” derken susup,  yarım bıraktı.


Barış:


-“Ya giderler, öyle mi Sayın Özal?”  Deyince, Özal sözünü, “evet ya yaparlar ya giderler” diye tamamladı. 


Barış’la birbirimize baktık, ertesi günün gazete manşetleri çıkmıştı işte... Bu arada foto muhabirimiz Kadir Şengün de “dışarıdaki iki saatlik hava alma molasını” tamamlayıp, yanımıza dönmüş, makinasını hazırlamıştı.


Söyleşi tamamlanınca, Özal yanımızdan ayrıldı, biraz sonra Semra Hanımla birlikte iki dirhem bir çekirdek giyinmiş olarak yanımıza geldiler. İşte bu tarihi fotoğraf bizim için o unutulmaz günü kayda geçiren fotoğraftır. 


Özal’la Türkiye ekonomisinin direksiyonunda bulunduğu yıllara dair pek çok anımız var, “moratoryum sözü” nedense bugünü çağrıştırdı da paylaşmak istedim... Acaba diyorum, bugünlerde ekonominin direksiyonunda kim var? Ben uzaktan seçemiyorum, gözlüğümü evde unutmuşum... Siz görüyorsanız bana söyler misiniz? 



 


Cumartesi, Nisan 24, 2021

Soyulduk soğana çevrildik!




Türk halkının uğradığı kitle soygunlarını düşünüyorum da, “bu kaçıncı? Hiç mi ders alınmaz?” Desem de, kızamıyorum doğrusu. Hatta hoş görüyorum. Çünkü “devlet nerede?” Sorusu ortada sahipsiz dururken vatandaş ne yapsın?


-“Toreks, Vebitcoin olaylarından mı söz ediyorsun?” diyeceksiniz. 


-Sadece onlar mı? Tarihe mal olmuş onca soygundan hangi birini sayayım? Gurbetçilerimizin güçlükle biriktirdikleri paraları iç eden  Yimpaşlar, Kombassanlar, Deniz Fenerleri unutuldu mu? Sorumluları doğru dürüst yargılandı mı? Kimden hesap sorulabildi? Tam tersine taltif edilip önemli makamlara getirilmediler mi? Ya, “soygunlara değil” de “yayınlara dur diyen” yönetimler? “Akacak kan damarda durmaz” misali,  milletin cebindeki paralar da “bir yerlere” aktı gitti. Oysa ne emeklerle yapılmıştı o birikimler,  gurbet ellerde yemeden içmeden, yıllarca köle gibi çalışıp, memlekette bir ev bir araba hayaliyle yaşamadı mı “En alttakiler?” (*)  


Bence demokrasimizin “siyah kurdelesidir” yayın yasakları. Düşünebiliyor musunuz ? “Soyguncuya dur” demek yerine, “soygunun duyulması engelleniyor!”


Bu sistem yıllardır değişmedi biliyor musunuz?


12 Eylül sonrasıydı, bankerler furyası yaşanıyordu, Turgut Özal Başbakan Yardımcısıydı... Her sokak başını “Bir masa bir kasadan ibaret banker tabelaları” süsler olmuştu...  Bu perakendecilerin ağa babası, Banker Kastelli idi... Halkımız gidip gidip bu sokak soyguncularına  para yatırıyordu... “Saadet Zinciri”nin bir yerde kopacağı bellliydi ama nedense kimse sesini çıkarmıyordu. Biz “çiçeği burnunda, naif muhabirler”,12 Eylül’ün “ağır yasakları” altında  bu furyanın anlamsızlığını duyurmaya çabalıyorduk. Görünmez eller, haberlerimizi ha bire sansürlüyordu. Söylenenlere göre rütbeli rütbesiz pek çok ordu mensubu da bankerlere para yatırmıştı... Askerlerin kurduğu kabinenin üyelerinin, hele de bürokratların sözü pek geçmiyordu.


Işık Biren, o sırada 12 eylül yönetiminin önemli isimlerinden biriydi. güç bela randevu aldım, kapalı! TBMM binasındaki makamına gittim, askeri rejimin bütün haşmetiyle hüküm sürdüğü koridorda beklerken dakikaları tükettim, sonunda özel kalemdeki deniz subayı seslendi:


-Buyurunuz... Komutanım sizi emrettiler!


Bir zamanlar AP genel başkanı Süleyman Demirel’in toplantılar yaptığı  dev makam odasına girer girmez Biren, “haydi ne soracaksanız sorun, vaktim kısıtlı” diye uyardı. Art arda aklımdakileri sıralamaya başladım. Hazinenin, teftiş kurullarının bağlı bulunduğu Maliye Bakanlığının yetkileri sınırlıydı, son söz hep askerlerdeydi, bu nedenle yanıtları çok önemsiyordum. Ama ben sordukça gergin bir havaya bürünen amiral, ben  “pek çok ordu mensubunun da paraları bankerlerdeymiş. Hatta bazı söylentilere göre kimilerinin paraları kurtarılmış?”   Der demez patladı:


-Küçük Hanım biliyor musunuz, ekonomide para kaybolmaz... Görüşmemiz bitmiştir...


Üst düzey bir MGK yetkilisine dayandırdığım haber Tercüman’da yayınlanınca, eleştiri yağmuruna tutulduk, “Ekonomide para kaybolmaz ama, bir cepten çıkıp acaba kimin cebine girer?” Soruları ile karşılaştık.


Bir kaç gün sonra da kıyamet koptu... Banker Kastelli  yurtdışına kaçtı...

Ortalık birbirine girdi... Büroda çalıştığımız öğlen saatlerinde, meslektaşım Semih Erigüç’le bana Başbakanlıktan duyumlar geldi:


-Başbakan Yardımcısı Turgut Özal birazdan basın toplantısı düzenleyecek... Haberiniz olsun...


Semih’le alelacele çıkıp, bir koşu, Başbakanlıkta aldık soluğu... Binanın önünde küçük bir grup var, çoğunluğu yabancı gazetelerin, ajansların temsilcileri... Derken kapılar açıldı, yabancı  temsilciler kimlik gösterip girdiler, sıra bize gelince yetkililer, “Durun bakalım, siz giremezsiniz” demesin mi? Nedenmiş? Talimat böyleymiş... Semih’te birlikte  Başbakanlık merdivenlerinde kala kaldık... Ben ağlamaklıyım, o her zamanki gibi iyimser, nedense “bıyık altından gülümsüyor...”

Birazdan baktık, çıkıyor yabancı meslektaşlar, koşup yanlarına gittik, iyi kötü bilgi almaya çalışıyoruz, derken baktım Semih’in yanına yaklaşan biri “No comment” diyerek hızla uzaklaştı... Semih, bilgi kırıntısı toplamaya uğraşan bana, “boşver, yürü gidelim” dedi... Kalabalıktan sıyrılıp bir taksiye atladık,o  hala gülümserken, cebinden çıkardığı teybi gösterdi:


-Anladın mı şimdi -No comment-in anlamını... Buyur sana manşet... Biz içeri giremedik ama teybimiz oradaydı.  Yeter ki gazeteye taşra baskıları bağlanmadan yetişelim...


Ertesi gün bizim gazetenin (Tercüman) manşetinde Özal’ın durumu yatıştırmak isteyen sözleri vardı ama, kamuoyunda o değil, Milliyet Gazetesindeki Emin Çölaşan imzalı manşet konuşuluyordu:


“Halkımız kumar oynamıştır...”


(*) https://www.dw.com/tr/en-alttakilerin-s%C4%B1ras%C4%B1-de%C4%9Fi%C5%9Fti/a-2523563







Perşembe, Nisan 22, 2021

Ah bi zengin olaydık!




Şu “zengin olma hevesi” kimde yoktur ki? İyi de, “çoook zengin olsan o parayla ne yapardın?” Sorusunu sorsanız kim ne der acaba?

-Soğanın cücüğünü yerim...

-Dalga geçme, bırak o lafları şimdi...

-Ev alırım, araba alırım...

-Pöh! Onun için zengin olmak gerekmiyor ki. Artık bu işler çok kolaylaştı, AKP’li  hanımefendi (*) böyle demedi mi? Geç o sıradan hayalleri, daha ulaşılmazlarını bul.

-Aşı sırasına giremeyen eşime dostuma, fakir fukaraya Yeşilyurt Belediyesinden (**) birer gri pasaport çıkarttırır, hepsini uçağa doldurur, Ukrayna’ya Rusya’ya filan götürürüm. Şimdi oralara aşı turizmi başlamış ya, hepimiz Sputnik aşısı oluruz...



-Hah bak bu güzel... Peki Rusya’ya gitmişken başka ne yaparsınız?

-Ne bileyim, sabah Tretyakov Müzesine gider Ayvazovski’nin, Shiskin’in tablolarını hayran hayran seyrederiz. Sonra? Bolşoy açılmış mıdır? Bileti önceden alabildiysek, muhteşem bir baleyi, giderek fakirleşen sanat belleğimize unutmamak üzere kaydederiz.  

-Yemek yemeden olur mu?

-Olmaz tabii... Suare öncesinde şu milyarder oligarkların müdavim olduğu  Puşkin ya da Jivago lokantalarından birinde mi yesek acaba? Puşkin’e gidersek şampanyamızı yudumlarken arkamızdaki raflarda duran yüzlerce kitap eşlik eder. Jivago’da yiyeceksek, cam kenarına oturur, Kızıl Meydan’ın ışıklarını seyrederek havyarlı blinileri atıştırırız. 



-Yoksa  Tolstoy Müzesine mi gitsek? Huysuz yazarın Anna Karenina’ya esin kaynağı olan yeğeninin tablosunu inceler, o kargacık burgacık yazısıyla yazdığı mektuplarına bir göz atar, karısı Sofia’ya bir kez daha mı hayıflanırız  ne dersin?

- Hayıflanmak mı? Yahu o zamanlar “kadın hakları” diye bir şey, mesela İstanbul Sözleşmesi var mıydı ki o  güzelim kadın, onca yeteneği,  su gibi dilleri, virtüözce piyanistliği, hobileri, fotoğraf merakı ile neler yapabilecekken kendinden 20 yaş büyük adamla evlensin? Kendini hor gören o kocaya ömrünü adayıp, heryerden uzak köy, Yasnaya Polyana’ya yerleşip, onun gündüz yazdıklarını geceler boyu temize çekerek, ona 13 çocuk  doğurarak (8’i yaşadı!) yıllarını tüketsin? Üstelik de 50 yıllık evliliğinin son günlerinde, “karanlık adam” dediği  müridi” Chertkov yüzünden men edilip, Tolstoy’u ölüm döşeğindeyken bile göremesin?

-Amaaan senin kurduğun hayaller de bir şeye benzemiyor,  parayı harcamayı hayalen bile bilmiyorsun. Moskova’ya gitmişken insan girer bir kuyumcuya güzel bir “demantoid” yüzük almaz mı? Ne bileyim, simsiyah pırıl pırıl bir vizon geçirmez mi sırtına? 

- Yahu kürkün modası mı kaldı? Hem, hayvanseverler mahveder beni valla. Hayali de biraz gerçekçi tutmak lazım, bunları yapabilsem bana yeterdi. Üstelik para bana piyangodan mı çıktı? Yoksa bitcoin zengini mi oldum da bu kadar kolay harcıyorum? Boşver oturayım oturduğum yerde. 

-Bu zenginlik hayalini bize ne diye kurdurdun ki o zaman? Onca paramız oldu, Paris’e gidip Tour D’argent’da bir ördek bile yiyemedik.

-Boşver, şimdi ördeği, sen  Tour D’argent’daki masana kurulup Seinne nehrini izlerken,  -kanı içinde kalsın, lezzetli olsun- diye o zavallıları  boğarak pişirmeye hazırlıyorlarmış.

-Hiç olmazsa New-York’a bir uzansaydık... Tiffany’e girer bir şeyler alırdık. Tanzanit alamasak da gümüş bir şeyler... 

-Aman sen de bir tutturmuşsun Tiffany, Tiffany. O meşhur tasarımcısı Elsa Peretti gelsin de gümüşün alasını Türkiye’de görsün, onu Midyat’a götürelim, kazaziye örmeyi öğrensin...

Bu hayal kurma edebiyatı nereden mi çıktı?

Farkında değil misiniz? Bir bitcoin kasırgası esiyor, ülkede kırılmadık dal bırakmadı, hatta kökünden söktüğü ağaçlar bile oldu... O en baba ekonomistlerin bile yanıt veremediği sorularla dolu milletin kafası:

Dünyada yaklaşık 9 bin sanal para varmış...  Bitcoinler, ethereumlar, ripplelar... Falanlar filanlar da cabasıymış... Pek yakında bunların neredeyse tamamı ortadan silinecekmiş, sadece ciddi olanlar ortada kalacakmış (Ciddi olan ne ise?) Bunlar için karşılık aramak demode, yanlış bir mantıkmış. Şimdi bir de devletlerin coinleri devreye girmiş. Miş miş de miş miş...

İyi hoş da buralara para yatıran vatandaşın halini soran var mı?

İşte şu en son yaşanan Thodex olayı... Kurucusu Faruk Fatih Özer,  2 milyar dolarlık sanal parayla 400 bin kişiyi dolandırıp, kaçıp gitmiş buralardan. Şimdi efendim, yetkililer  harekete geçmiş, olaya el koymuş, soruşturuyorlarmış...

Yahu memlekette ekonomide finansta bırakın ileri eğitimlileri, genel seviye malum... Devlet ne içindir? Halk için değil mi? Cebindeki üç-beş kuruşu çarçur etmeye meyilli halkımızı kim koruyacaktı? 

-Haaa pardon sorumu geri aldım... Şu 128 milyar doların akıbeti bile meçhul iken, ben kime ne soruyorum...

Boşverelim acı gerçekleri, hayal kurmaya devam!

(*) https://www.sozcu.com.tr/2021/gundem/akpli-vekil-tepki-ceken-sozlerini-boyle-savundu-turkiyede-ev-ve-araba-almak-kolaylasti-6383083/

(**) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/icisleri-bakanligindan-gri-pasaport-sorusturmasi-1829243

(***) https://tourdargent.com/en/menu/

Cumartesi, Nisan 17, 2021

Karanlık zihniyet!



Korkuyorum dostlar, bu karanlık zihniyetten çok korkuyorum, lafı dolandırmadan söyleyeyim:

-Ülkede kimi karanlık güçler, aydınlığı karartmak, bireyleri çağdaş yaşamdan alıp ortaçağa geri götürmek, hele hele kadınları düşünsel ve fiziki anlamda “köşelere kapatmak” istiyor, bunun için büyük çaba ve kaynak harcıyorlar.

İstanbul Sözleşmesinden bir kalemde çıkmak, kamuoyuna bu kararı, “ilerisini gerisini tartışmayın” diye dikte etmek başka türlü nasıl değerlendirilebilir?

Ramazan’ın ilk günü, ilahiyatçı Nihat Hatipoğlu televizyonda, “süslenmek, oje sürmek, makyaj yapmak orucu bozar mı?”  Konusunu işlemişti. Ben de bundan söz eden bir yazı paylaşmıştım. (*) Yazımda bir İslami (?) siteden imla hatalarını düzeltmeden! alıntıladığım şu paragraf yer almıştı:

“Güzelliğinizin, Cinselliğinizin, Dişiliğinizin, kullanım hakkı, sadece ve sadece kocanıza aittir,

Güzelliğinizi, Cinselliğinizi, Dişiliğinizi, Şıklık, Sosyal Hayat, Sosyal Yaşam, Çağdaş yaşam, Modern yaşam,

Özgür yaşam, gibi kavram Kargaşaları ile, Kocanızdan başka Erkeklere sergileyemez ve Teşhir edemezsiniz,

ve kullanamazsınız, Zira bu Özgürlük ve Özgürlüğünüz değildir, Zira Hiçbir Erkek Fıtratı bunu kabul etmez,

sonra Kadınlara karşı Şiddet ve Tecavüz nereden çıkıyor diye aramayın, hatta ve hatta sonu, Kıskançlık ve Namus Cinayetlerine kadar gider, Haberlerden izliyorsunuzdur, Fıtratınızda, Yaratılışınızda, Bedeninizde Sahibi olduğunuz Cinselliğinizin kullanım hakkının size ait olmadığını, Şimdi daha iyi anlayabildiniz mi ? 


Kadın ve Çocuk Cinsel Sapıklarının nasıl ortaya çıktıklarını,

Kadının ya da  Çocuğun Nasıl Irzınıza geçtiklerini, Cinsel Tacizlerin, Cinsel Tecavüzlerin nedenlerini,

Nasıl Canınızı Katlettiklerini şimdi daha iyi anlayabildiniz mi?”


Soruyorum size, “bu yazıda dile getirilenler, şiddet ve tecavüzü hatta ve hatta kadın cinayetlerini adeta mübah sayan, hatta teşvik eden! karanlık zihniyetin ürünü değil midir?” Açık konuşayım, ben bu yazıyı okuduğumda dehşete düştüm, tüylerim ürperdi, korktum... Hatta bu sitenin adını açıkça dile getirmekten bile ürktüm... Soruyorum şimdi:


-Boğaziçili öğrencileri, Amiralleri, Gezi’nin gençlerini perişan eden, süründüren devlet yetkililerimiz nerede?

-Bütçe pastasının en bol sıfırlı, en büyük dilimine kılıcıyla! konan Diyanet İşleri Başkanlığımız nerede? O bol şekerli-kremalı, semirten! pasta diliminin diğer ortağı Diyanet Vakfı nerede? Ahaliyi dini yönden aydınlatmak, yalandan, yanlıştan, hurafeden, sözde hacılardan hocalardan kurtarmak onların asli görevi değil mi? Ayasofya’da  kim bilir kimlere salladığınız kılıcı asıl bu karanlığı yok etmekte kullansanıza...


Kusura kalmayın sevgili dostlar, meslekte geride bıraktığımız onca yıldan süzülen bilgi ve deneyim kırıntısıyla bu blogda cürmüm kadar ateş yakmaya çalışırken sizlere seslenmemi çok görmeyin... Çünkü korkuyorum...

Neyse ki, yalnız değilmişim, bu gelişmelerden korkan ve bu konunun ciddiyetini gören “başkaları” da varmış... O yazıya gönderilen bir yorumu ve yanıtımı bu nedenle sizlerle paylaşıyorum:


Blogger zeynep dedi ki...

Merhaba,
Yazınızı pür dikkat okudum. Ne buyuruyor ilim irfan hocalarımız diye yazdığınız kısım hususi dikkatimi çekti. Alıntılanan bu kısımda kelime, dilbilgisi yanlışları bir yana içerik kısmının da asli kaynaklarla örtüşmeyen cinsten yanlışlarla ve çarptırmalarla dolu olduğunu gördüm. Çok merak ettim bu ilim irfan sahibi kişiyi fakat yazınızda ne yazık ki bir referans göremedim. Cümleleri topluca internette arattığımda bir siteye ulaştım. Bil fiil sizin alıntıladığınızla aynı şeyler yazıyor hakikaten. Site sahibine sitenin amacına ve hakkında yazılarına ulaşmak istedim. Siteden edindiğim bilgileri sizinle ve okurlarınızla paylaşmak isterim. Sitenin sizin alıntınızı barındıran adresi http://www.ilmihalim.com/Konu-Detay.asp?Id=28&DId=78

Site hakkında bilgi, 

"SİTEMİZ, HERHANGİBİR CEMAAT VEYA TARİKAT SİTESİ DEĞİLDİR,
ALLAH VE RASULUNUN SÖZLERİNDE, KENDİ YERİMİZİ BULACAĞIMIZ SİTEDİR" ve site sahibi/yazıları paylaşan kişi hakkında"1983 İstanbul Eyüp İmam Hatip Lisesi Mezunu
1987 Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesi Mezunu
İslam Mektebi Öğrencisi
SERBEST MUHASEBECİ, FERHAT  
GAZİANTEP" şeklinde bilgilere ulaştım. Şöyle yorumladım, bu kişi dini içerikleri kendi yorumlarıyla yazdığı bir site kurmuş, altyapısı ilim irfan sahibi demek için bence yeterli görünmüyor siz ne dersiniz? İlahiyat dalında bir yüksek öğrenimi, uzmanlığı, doktorası vb şeklinde bilgiler göremedim. Muhasebeci olduğunu belirtmiş. Bu nedenle her ne kadar karşı da olsak bu tarz aslı olmayan bilgilerin yayılmasına ön ayak olmamamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple bu yorumu yazmak istedim. Toplumumuzun/halkımızın hep bu şekilde uç/itham olunduğu değerlerin temsili olmayan/ekstrem örnekler üzerinden kutuplaştırıldığını düşünüyorum. Bu sözüm her görüşün fanatik savunucularına ithafen, çünkü teyit etmeden bağlam hakkında bilgi sahibi olmadan sadece bir fotoğraf üzerinden işaret parmağını doğrultma eylemini benimseyen fanatizm çok doğru gelmiyor bana. 
Suya yazdınız, tam bamteline rast geldi. Ben de buraya birkaç şey yazmak istedim.

17 Nisan 2021 04:19

 Sil
Blogger Nursun Erel dedi ki...

Sayın Zeynep,

Yazımı okuduğunuz, zaman ayırıp, değerlendirdiğiniz ve bu çok değerli bilgileri içeren yorumu bıraktığınız için çok teşekkür ederim. Bir kaç nokta üzerinde yanıt vereyim...
-Bu yazıyı yazma gereğini Ramazan’ın “ilk günü” milyonlarca kişi tarafından izlenen Nihat Hatipoğlu programına denk geldikten sonra duydum. Toplumumuzun eğitim eksikliği dikkate alındığında içerik olarak ciddi yayınlara ağırlık verilmesi gerekirken, incir çekirdeğini doldurmayan bu konunun işlenmesi ve pek çok kişinin zoom yöntemiyle bağlanarak sorular yöneltmesi dikkatimi çekti ve çok üzüldüm.
-Kadının aile içindeki konumunu irdeleyen ve toplumu adeta ortaçağa geri götürmek isteyen sitedeki içerikleri fark ettiğimde üzüntüm daha da arttı, hele İstanbul Sözleşmesinin kaldırıldığı (?) atmosferde giderek bir kaosa sürüklendiğimizi hissettim.
-Aslında sizin kayda geçirdiğiniz siteyi ben de bütün yönleri ile inceleyip kayda geçirmiştim, fakat yazımda referans vermekten KORKTUM! Neden mi?
1-Bu gibi “sözde ilim irfan yayma” amaçlı sitelerin aslında “zehir” yaydığının herkes farkında! Yetkililer de! Ama ne yazık ki göz yumuyorlar. Çünkü toplumumuzun sürüklendiği karanlık, işlerine geliyor.
2-Benim gibi, sizin gibi “yaraya parmak basmak” niyetiyle bu “netameli konular”a el atanlar ise, bir anda hedef haline getirilip linç edilebiliyor. O kadar sahipsiz kaldık yani... İşte bu yüzden korktum. 
Ancak bu sabah, saat 06.00’da sizin yorumunuzu görmek, içimdeki umudu yeniden filizlendirdi. 
Teşekkür ederim
Ancak ben açık adımla bu blogda iyi kötü fikirlerimi ortaya koyuyorum. Sizin gibi nitelikli bir insandan da bunu beklerdim. Yanlış mı düşünüyorum?

En iyi dileklerle

17 Nisan 2021 06:51

 

(*)

 https://bennursunerel.blogspot.com/2021/04/suslenmek-orucu-bozar-m.html


 

Cuma, Nisan 16, 2021

Ağız tadıyla bir grip bile olamadık!!!



-Öhhö, öhö, öhhö...

Durun yahu, niye öyle dehşete düşmüş gibi fırlayıp yanımdan  uzaklaştınız? Korkmayın, sağa sola kaçışmayın, kovit movit değilim, vallahi değilim...

Geçen gün hafiften boğazım ağrıyordu, malum havalar bir tuhaf. Bir bakıyorsunuz bahar dalları silme çiçeğe bürünmüş,  ertesi gün pencereyi açtığınızda, sert esen rüzgarla içeri kar taneleri giriyor. Neyse işte, ne diyordum? Hafif bir boğaz ağrısıyla uyandım, aldı mı beni bir korku? Kendimle hesaplaşıyorum:

-Ya kovitsem? Ay kimlerle görüştüm son zamanlarda? Sütçü gelmişti de hani bekletmemek için maske takmadan koşuvermiştim ya kapıya? Ondan kapmış olabilir miyim?

-Yok sanmam, adamcağız sütü tencereye doldurup kapı eşiğindeki tabureye bırakmıştı, sen de ona parayı lastikle sarıp, fırlatmamış mıydın? Hatta sütçünün kafasına denk gelmişti, ortalığa saçılmıştı ya paralar. 

-A, evet uzak durmuştuk sütçüyle. Sen de  öyle bir konuştun ki duyanlar ortalığa 128 milyar lira  saçılmış sanacak. Demek ki ondan kapmadım.  Ama sonra da oğlum gelmişti...

-Canım aylardır görmüyordun çocuğu, yüzünde maskesiyle içeri girer girmez, elini yüzünü sıcak sular, sabunlarla yıkayıp, ta salonun öbür ucundaki koltuğa ilişmedi mi çocukcağız? O aranızdaki upuzun mesafeden dolayı birbirinizle haykırarak konuşmadınız mı? Hani o, “anne yahu, sen ne diyorsun bu kaybolan 128 milyara?” diye sesleniyor, sen, “Ne? Paranı mı kaybettin? Ben parayı arka cebinde taşıma diye hep söylememiş miydim?”  diye bağırıyorsun... İkinizin de, ne dediği anlaşılmıyordu hani... Boğuk boğuk konuşuyordunuz... I-ıh,  ondan da bir şey olmaz. Başka kiminle görüştün?

-Komşu Ayşe Hanım uğramıştı bir de... Ramazan başlıyor diye kendi yaptığı pideyi getirmişti.

-Ama onda maske vardı, içeri buyur etmiştin, kapıdaki tabureye ilişmişti, ikiniz maskeli maskeli,  bir çift laf edelim derken  siyasetten girip dedikodudan çıkmamış mıydınız? 

-Evet evet, nasıl da güldürmüştü beni... Jandarma, sitemizin başkanına geçen gün bir evrak getirmiş, hanım camdan bakıp da jandarmayı görünce, emekli amiral eşine seslenmiş, “hadi valizini hazırla seni almaya geldiler” diye... Meğer o evrak, sadece sitede geçen yıl çıkan anız yangınıyla ilgili değil miymiş?

Ya, işte böyle, kovit  insanın aklından bir an bile çıkmıyor. 

Zaten bunlar sadece birer varsayımdı, üstelik sabah ağrıyan boğazım öğlene doğru geçti. Ben de unuttum gitti pandemi kabusunu...

Şimdi bir an eskiye daldım da:

Ah, neydi o günler. Hani üşütürsün, sesin biraz değişir, hafiften burnun akar, arada bir öksürür, halsiz halsiz yatarsın evde... İşten kaytarmışsındır, nazlanır durursun. Ev halkı seni şımartmak için seferber olur, bir yandan ıhlamur kaynatılır, bir yandan ocağa o çok sevdiğin, tavuk suyuna bol limonlu şehriye çorbası konulur. Yıllardır elinden düşürmediğin, her seferinde seni kahkahalarla güldüren kitap Çarın Çizmeleri de başucunda... Televizyonun karşısında kanepeye uzanır, uyuklarsın:

Ya işte böyle, 

-Ağız tadıyla, korkmadan bir grip bile olamadık!!!


(*) Mikhail Zoşçenko, Rus Yazar 

Çarşamba, Nisan 14, 2021

Süslenmek orucu bozar mı?





Ramazan hepimize hayırlı olsun efendim, dilekleriniz dualarınız da umalım ki kabul olsun... 

Yalnız; Dikkat!


Rektör, Dekan, Profesör Dr. Nihat Hatipoğlu TV’lerde konuşuyor:


-Tırnak kesmek,

-Saç sakal traşı,

-Vücut temizliği,

-Saç boyatmak,

-Oje sürmek,

-Göze sürme çekmek,

-Yüze makyaj yapmak


Oruç bozmazmış... 


Yalnız bir püf noktası var, ojeyi, abdest aldıktan sonra sürmek kaydıyla... Çünkü ibadetinizi olumsuz etkileyebilirmiş. Neden mi? Gün içinde abdestiniz bozuldu diyelim, ondan sonra abdest aldığınızda su, ojeli parmaklarınıza yeterince nüfuz edemeyeceği için abdest almış sayılmıyormuşsunuz.


Bilmem artık, seçim sizin...


Ama insan merak ediyor Hz. Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem)  mübarek “eşleri”,  Ramazan boyunca oje sürdüler mi? Yoksa sadece saçlarını boyatıp, sürme çekmekle mi yetindiler? 


Onu bilemiyoruz. Yalnız, sürme, oje, saç boyası... Bence bu süslere “evinizin dışında”  boşverip veda etseniz daha iyi edersiniz, yoksa sizi ne şurada bir kaç hafta ömrü kalan İstanbul Sözleşmesi kurtarabilir ne de kadın dernekleri...  Çünkü sizler için bu konuyu araştırdım, bakın ne buyuruyor “ilim irfan sahibi hocalarımız!”



“Güzelliğinizin, Cinselliğinizin, Dişiliğinizin, kullanım hakkı, sadece ve sadece kocanıza aittir,

Güzelliğinizi, Cinselliğinizi, Dişiliğinizi, Şıklık, Sosyal Hayat, Sosyal Yaşam, Çağdaş yaşam, Modern yaşam,

Özgür yaşam, gibi kavram Kargaşaları ile, Kocanızdan başka Erkeklere sergileyemez ve Teşhir edemezsiniz,

ve kullanamazsınız, Zira bu Özgürlük ve Özgürlüğünüz değildir, Zira Hiçbir Erkek Fıtratı bunu kabul etmez,

sonra Kadınlara karşı Şiddet ve Tecavüz nereden çıkıyor diye aramayın, hatta ve hatta sonu, Kıskançlık ve Namus Cinayetlerine kadar gider, Haberlerden izliyorsunuzdur, Fıtratınızda, Yaratılışınızda, Bedeninizde Sahibi olduğunuz Cinselliğinizin kullanım hakkının size ait olmadığını, Şimdi daha iyi anlayabildiniz mi ? 


Kadın ve Çocuk Cinsel Sapıklarının nasıl ortaya çıktıklarını,

Kadının ya da  Çocuğun Nasıl Irzınıza geçtiklerini, Cinsel Tacizlerin, Cinsel Tecavüzlerin nedenlerini,

Nasıl Canınızı Katlettiklerini şimdi daha iyi anlayabildiniz mi?”


İyi ki dedim, bu ilim irfan sahipleri, yukarıdaki (imlasını düzeltmediğim!) paragrafta “aksi halde” sözcüklerini kullanmamışlar, yoksa amiraller gibi! hapislerde sürüm sürüm süründürülürlerdi alimallah!!!


Salı, Nisan 13, 2021

Bir kere gazeteci, daima gazeteci!

 


Hani, “bir kere gazeteci, daima gazeteci!” Derler ya... İşte benimki de o hesap... Evimde huzur içinde müzik dinleyip, kitap okuyordum, hatta zaman zaman keyifle tığımı elime alıp, dantelimi örerken,kanaviçe dergilerimi karıştırıyordum... Tam da köpüklü kahvemi yudumluyordum ki, “bize yazı yazsana” diye bir teklif geldi  muhalif.com.tr’den... Yerimden hemen fırlayıp kalktım, “ne yazayım, ne yazayım?”diye düşünürken, aşağıdaki yazı (*) döküldü kalemimden. Bilmem siz ne dersiniz?



İlk yazı...


Geçenlerde “yapıcı gazetecilik” (constructive journalism) üzerine bir makale okudum. İnsanlara sadece eleştiri yerine, çözümleri de içeren daha kapsamlı metinler, sunulması savunuluyordu.

Çok hoşuma gitti...

Ben de “ilk buluşmamızda böyle yapayım” dedim.

Ne dersiniz?


Şu 104 amiral duyurusunu ele alalım önce. Dile getirdikleri görüşler, ilgili bakanlıklarda ve Külliyede ciddi takdir gören amirallerden 10 kişilik bir temsilci grubu Ankara’ya davet edilmiş, yetkililerle toplantılara katılarak 40 yılı aşan deneyimlerini dile getirecekler ve Montreaux’nün Türkiye açısından, hele şimdi Karadeniz’de sular ısınırken stratejik öneminin neden daha da arttığını anlatacaklarmış.

-Sen o o amirallerin Ankara’ya çağrılışını, daha doğrusu evlerinden sabahın köründe alınışlarını yanlış anlamış olabilir misin?

-Dur canım, yapıcı gazetecilik dedik ya, anlatacaklarım daha bitmedi...

-Şu 128 milyar dolar olayı var ya, işte İzmir’de bir İktisat Kongresi toplanacakmış. Eski yeni tüm isimler, Merkez Bankası Başkanları, akademisyenler, hazinede ve ekonomi yönetiminde görev almış pek çok kişi çağrılmış. Kongreye sunulacak bildirilerde “ekonomik darboğazdan nasıl çıkılır?” konusu irdelenecekmiş. Atatürk’ün 1923’deki o unutulmaz konuşmasına benzer bir konuşma hazırlanıyormuş.

-Hımmm, peki o 128 milyar dolar geri gelir miymiş?

-E, orada maalesef tren kaçtı ama en azından yeni borçlanmalarda koşulların iyileştirilmesi üzerinde çalışılacakmış.

-Peki İstanbul Sözleşmesi ne olacakmış?

-Kamuoyundaki hassasiyeti önemsemişler, henüz açıklamadılar ama kadın dernekleri sözcüleri Külliyeye davet edilmiş, onlara karardan geri adım atılacağı bilgisi verilecekmiş. Hatta bu toplantı, müzikli ortamda yapılacakmış.

-Aman Dombra filan çalmasınlar şimdi?

-Yok yahu ne Dombrası, hani o muhtarların çağrıldığı devasa salon var ya, işte orada Yarasa Opereti sahnelenecekmiş.

-Ne alaka?

-Geçen gün TRT 2’de sansürleyip kesip attılar ya Johann Straus’un ünlü operetini... Hani Ankara Devlet Operasının sanatçıları ve orkestrası günlerce hazırlanmış, saatlerce süren çekimler yapılmıştı...

-Aaaa neden?

-Dünyaca ünlü operetin librettosunda şarap ve şampanya sözleri geçiyor diye. İşte Reis bunu duymuş, çok kızmış, “kimsenin yaşam tarzına müdahale edilmeyecek demedim mi?” Demiş. Külliyede orijinal haliyle sahnelenecekmiş operet.

-A ne güzel, peki sırf kadın dernekleri mi davetliymiş?

-Yok canım bütün siyasi parti liderleri de eşleriyle davetliymiş, hatta yeni tahliye olan Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Ömer Faruk Gergerlioğlu filan da bizzat telefonla davet edilmişler. 

-Ay ne güzel, keşke biz de gidebilseydik.

-Bal gibi gidersin, gazetecilere bundan sonra Külliyenin kapıları ardına kadar açık olacakmış. Ha, unutmadan, Cuma günü beyefendinin basın toplantısı var, ayrımsız tüm basın ve medya temsilcilerine açık. Ben de gideceğim. 

-Nasıl yani? Ayasofya çıkışında mı  Hacıbayram’da mı cevaplayacak soruları?

-Yok yahu, duymadın mı sen? Ayasofya tekrar müzeye dönüştürüldü, Külliyede muhtarların toplandığı salona alınacakmış gazeteciler. Üstelik canlı yayın filan da yapılmayacakmış... “Bıktım her gün TV’leri işgal etmekten, hem diğer partilere haksızlık oluyor” demiş beyefendi. 

-Ay inanmıyorum ne kadar seviniyorum bir bilsen... İyi ki memlekette herkes aşı oldu da şu Covit belasından da kurtulduk. Desene bahar ve yaz çok güzel geçecek? Aaaaa ama saat geç olmuş, gidip çocuğu okuldan almam gerekiyor, bugün keman dersindeydi... Biliyorsun ülke çapında bedava internet sağlanıp, bütün öğrencilere parasız bilgisayar ve akıllı telefon dağıtılmıştı ya, müzik dersleri için de enstrümanlar öğrencilere zimmetlenip ücretsiz verildi. Bizim çocuğu çok yetenekli buluyor öğretmeni, hatta yeniden yürürlüğe konulan “Harika Çocuklar” yasasından yararlandırıp Viyana’ya ileri müzik eğitimine  gönderme planı yapıyormuş şimdi...


Peki, daha anlatacaklarım vardı ama, sonra konuşuruz artık... Hoşçakal.


(*) https://www.muhalif.com.tr/makale/ilk-yazi-247









Cumartesi, Nisan 10, 2021

Ayol şerbetli operetiniz yok mu?



-Ah keşke pandemi olmasaydı da şöyle güzel bir gece geçirseydik. 

Şıkır şıkır giyinir kuşanır, Başkentin göbeğindeki, eşsiz bir pırlantaya benzeyen Opera Binasında alırdık soluğu... Diyelim ki Yarasa Opereti sahneleniyormuş, bir iki saatliğine de olsa derdimizi tasamızı unutur, kontla güzel eşinin maceralarına dalar, o şaşaalı müzik ve renk şölenini hayranlıkla izler dururduk.

-Nerde o günler?

Neyse ki televizyon var... Geçenlerde TRT 2’de “Operet Gecesi “  yayınlanacaktı, Devlet Opera ve Balesinin seçkin solistleri ve orkestrası günlerce çalışıp hazırlanmıştı. Eserlerden biri de Johann Straus 2’nin ünlü Yarasa Operetiydi... Televizyonun karşısına kurulduk, çayımızı kahvemizi aldık, izlemeye başladık... Aaaa bir de ne görelim?  Onca emek verilmiş, çekim için sahnelenmiş eserler kesilip kuşa çevrilmiş... (*)

-Aaa nasıl olur? Neden?



-Biz de merak ettik, sorduk soruşturduk. Yarasa Operetinin sahnelerinde şarap, şampanya yer alıyor biliyorsun,  oyunun librettosunda da  tabii ki bu sözler geçiyor. Sansür heyeti almış eline makası, geçmiş  kayıtların başına... Onu kes, bunu kes... Sahnelenecek tüm eserleri kuşa çevir...

-Ayol dünyaca ünlü, bütün önemli opera sahnelerinde daima kapalı gişe oynayan  bu eserlere yazık değil mi? Ya sanatçılar? Onların emeğine hiç mi acımadınız?

-Ne yani? Operetin en ünlü sahnelerinin librettosundaki şampanya sözlerini değiştirip, solistlerin eline  “lohusa şerbeti” mi verilmeliydi sizce?



Düşünüyorum da, kaçıncı devirdeyiz yahu? Bu anlamsız yasaklarla nereye varacağınızı düşünüyorsunuz? Hani kimsenin yaşam biçimine karışmayacaktınız? O verdiğiniz sözlerin tamamında takiyye mi yapıyordunuz?

Yoksa sizin entellektüel düzeyiniz “orta çağ yaşam standartlarıyla” mı sınırlı? E, ne diyeyim yani? Eğitimde, kültürel ortamda, sanatta, özgürlüklerde geriye gitmedik mi? “Hanımınızdan ayrılmak yerine ikinci üçüncü hanımları alın, yaşamınız güzelleşsin” diyen doktoru unuttuk mu? Ahaliyi yalan dolandan ibaret öğretiler, merdiven altı kurslar, yurtlarla karanlığa sürükleyen tarikatlar, ortalığı baştan sona örümcek ağı gibi sarmadı mı? Yobaz söylemleriyle, kerameti kendinden menkul takım her gün TVlerde boy göstermiyor mu? Kadına şiddet adeta olağan hale gelmedi mi? Tacize uğrayan zavallı çocuk için hem de bir kadın (!) bakanınızın “bir kereden bir şey olmaz” dediğini unuttuk mu? 

Bu koşullarda İstanbul Sözleşmesinden bir kalemde çıkma kararınızı kendi yandaşlarınıza bile izah edemediniz öyle değil mi?

Üstelik bütün bunlar yaşanırken, mahkemelerden 24 saatte alınan kararlarla bütün bu hoşa gitmeyen haberlerin yayınına şak diye! engel getirilmiyor mu?

O zaman ben de şak diye! kumandaya basar, TRT ekranını kapatırım...

-Ne mi yapacağım?

YouTube açıp, Yarasa Operetinin eski kayıtlarını izleyeceğim...  

Ha, uzun zamandır  özel bir gün için diye buzdolabında soğuttuğumuz şampanyanın da tam zamanı bence... Datça’nın eşsiz  “ak bademleri” de yanında çoook güzel gider...

-ŞEREFE!!!

(*) https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/trtden-konser-programina-sansur-iddiasi-1821131





Cuma, Nisan 09, 2021

Selvin





Selvin’le “ilkokul arkadaşıydık.” Sıhhiye’deki Sarar İlkokulunda...  Öğretmenimiz Melahat Hakyemez bir gün yanında kurşun kalem gibi, uzun boylu zarif bir kızla, içeri girmişti:

-Arkadaşınız Selvin Cuhruk bugün bizim sınıfımıza başlıyor. Onunla tanışın, yalnız Türkçesi biraz zayıf olabilir çünkü Strasbourg’dan yeni döndü.

Sonraki dersimiz müzikti, “Bir küçücük aslancık varmış” şarkısını söyleyecektik. Ben de dahil  bazılarımız şarkıya mandolinle eşlik ediyorduk. Hepimiz şarkıya başladık, Selvin de söylüyordu ama onun sözleri anlaşılmıyordu. Sonra farkettik ki O, şarkıyı Fransızca söylüyor. Öğretmen onu tahtaya kaldırıp tek başına söyletti şarkıyı, çok tatlıydı... Selvin’i çok sevdik bağrımıza bastık. 

Çoğu kez Selvin’i almaya, okula annesi Ayşen Hanım gelirdi, çok zarif, güzel, uzun boylu bir hanımdı. Bir gün:

-Çocuklar  Selvin’in doğum günü için hepinizi bu hafta sonu bize davet ediyoruz. Selvin adresimizi yazdıracak, bekliyoruz mutlaka...

O günü iple çekiyordum ama “Selvin’e nasıl bir hediye almalı?” sorusuna da cevap arıyordum. Annemle çarşıya çıktık, çocukluk işte, kanatları camdan, bir arı kolye gördüm, onu almak istedim ama annem, “Kitap alsak daha iyi olmaz mı?” Diyerek beni ikna etti. Galiba “Çizmeli Kedi” kapaklı masallar kitabını almıştık. Sonra Selvin’lerin Serçe Sokak’taki (Şimdi Strasbourg Caddesi)  evine, (Serçe Sokak sonradan acaba eski Anayasa Mahkemesi Başkanı olan Selvin’i rahmetli babası Mahmut Cuhruk’a ithafen mi Strasbourg Caddesi olmuştu?) gittim. Süslemelerle evde öyle hoş bir ortam yaratılmıştı ki, hepimiz neşeyle, Selvin’in maharetli annesinin hazırladığı mükellef sofraya kurulduk... O gün masada duran “peynirli kanepeyi” asla unutmadım,  çünkü başta Refik (Soyer) bu ikramı ilk kez gören çocuklar olarak gülüşüyorduk:

-Peynirli kanape mi? Mmmm çok lezzetliymiş yahu, bunun koltuğu da yok muymuş?



Sarar İlkokulundan mezun olduğumuzda Selvin,Bir küçücük aslancık şarkısından bu yana” aşina olduğu Fransızca eğitim veren Tevfik Fikret Lisesine gitti, orada yollarımız ayrıldı. Çünkü ben Namık Kemal Ortaokulunu seçmiştim. 

Yıllar sonra karşılaşabildik, ortak arkadaşımız Yaprak Uras’ın düğününde... Birbirimizi görür görmez özlemle sarılıp öpüştük. O muhteşem kızıl saçlarıyla nam salmış güzel arkadaşımı onca zaman geçmiş olsa da unutabilir miydim? Dostluğumuz Tunus Caddesindeki Galeri Selvin’den devam edip bugünlere değin sürdü, sevgili eşi Uğural’ı da en az onun kadar sevdik. Renkli sohbetlerimiz  ve dostluğumuz giderek katlanıp kıymetlenerek, Ankara-Bodrum-İstanbul üçgeninde de mayalanıyor.

Daha nice güzel yıllara Selvin’ciğim, doğum günün kutlu olsun. Bu arada, “her başarılı kadının arkasında bir erkek vardır” sözünü literatüre kazandıran sevgili Uğural’ı da alkışlamasam olmaz. Sizi çok seviyoruz.



Nursun-Feyzan Erel 

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...