Bu Blogda Ara

Cuma, Kasım 22, 2019

Bir röportajdan





Gümüşhane’den bir gazetecilik bölümü öğrencisi benimle röportaj yapmak istedi, işte soruları ve benim cevaplarım:

1- Yaşamınızı biraz anlatır mısınız bize?

Ankara doğumluyum, yaşamım Ankarada geçti, evliyim, iki oğlum var, yetiştiler, iş hayatına atıldılar, çok yakın zamanda bir torunum da oldu. 
SBF Basın Yayın Yüksek Okulu, Radyo-TV bölümü mezunuyum. Meslek yaşamım Anadolu Ajansı ile başladıİç Haberler bölümünde stajyer muhabir olarak başladım, 2 yıl sonra gelen transfer teklifleri üzerine ayrıldım, Tercüman, Cumhuriyet, Milliyet, The New Anatolian gazeteleri ve NOKTA Dergisinde, muhabir, editör, istihbarat şefi ve Ankara Temsilcisi olarak çalıştım, son 10 yılım ise Kanal D Ankara Bürosunda muhabir, editör ve Haber Müdürü olarak geçti. 3 kitabım var, Hamam Böceği Sendromu!(Remzi Yayınevi)  Tansu Çillerin Siyaset Romanı (Ali Bilge ile ortak-Bilgi Yayınevi) ve Kurdish Problem... 
Mesleğe ara verip, devlette çalıştığım  bir kaç yıl da oldu. Maliye Bakanı olduğu sırada, rahmetli Adnan Kahvecinin ve Başbakan Yardımcısı olduğu yıllarda Tansu Çillerin danışmanlıklarını yapmıştım. Ben bu döneme doktora” gözüyle bakmışımdır. 
Ayrıca 6 yıl süreyle TRT Radyo 1de hafta sonları canlı yayınlara yorumcu olarakkatılmıştım. Halen Gazeteciler Cemiyetinde Yönetim Kurulu Üyesiyim. Sürekli basın kartı sahibiyim.

2-Neden gazetecilik mesleği seçmek istediniz ve seçtiğinizde ne gibi zorluklar ile karşılaştınız?

Gazetecilik benim okul yılları boyunca hep hayalimdi, bu yüzden çok isteyerek yüksek öğrenimini yaptım. İlk başta iş bulmakta zorlandım ama pes etmedim ve AAya girmeyi başardım... Bizim meslek, okulda bir altyapı kazandırıyor ama esas olan, işi yaparken tecrübe kazanmak ve kaynaklara ulaşmak, güvenilir gazeteci” kimliği oluşturabilmek. Türkiye gibi demokratik açıdan az gelişmiş, fikir ve ifade hürriyetinin baskı altında tutulduğülkelerde, aksi taktirde gazetecilik yapabilmek çok zor. Bence gazeteciliğin esası haberdir, haber yapabilmek için de kaynaklara ulaşabilmek gerekir. İşin zor kısmı bence buydu, ama zamanla kendimi kanıtladım, kaynaklar ve çevre  edindim, böylece habere ulaşmak kolaylaştı.

3-Hiç sansüre maruz kaldınız mı?

Tabii ki, çok başıma geldi... Cumhuriyet Gazetesinde ekonomi alanında çalıştığım yıllarda, dönemin Devlet Bakanı (Cavit Çağlar) ile ilgili önemli bir dosyaya ulaşmışüzerinde günlerce çalışmıştım. Çağlar, siyasi nüfuzunu kullanarak, Ziraat Bankasındaki borcunu uygun şartlarla erteletmeyi başarmıştı. Muhalif habercilik yapan Cumhuriyet Gazetesi açısından bu, çok prestij getirecek bir haberdi. Fakat o dönemdeki istihbarat şefimiz rahmetli Cüneyt Arcayürek, nedense haberi yayınlamayıp, bir kaç gün tutmak istedi. Ertesi gün haber, Hürriyet Gazetesinde patladı ve o dev gazeteci, Cüneyt Arcayürek hem benden özür diledi hem de Cavit Çağlar ile çok sert konuşarak, onu adeta azarladı. Belli ki bu durum Çağlar’ın ricası üzerine yaşanmıştı.
Milliyet Gazetesine başladığım yıllarda da önemli bir yolsuzluk dosyası ele geçirmiştim, Rotterdamda kurulu Demir-Halk Bank Şubesi, sadece 1 dolar sermayeli, naylon oldukları besbelli, uyduruk  şirketlere tam 20 milyon dolar tutarında kredi açmış ve bu para sonra geri alınamamış, buharlaşmıştı. Bunu haber yapmak istediğimde, Ankara Temsilcimiz Fikret Bila, Bizimkiler (Aydın Doğan ve ailesi kastediliyordu) -bu işin altında sakın biz olmayalım?- Diye endişe ediyor, haberi bu yüzden biraz bekleteceğiz” demişti ve haberim ancak bir kaç gün sonra (Sanırım Doğan Grubunun olayla ilgisi olmadığı anlaşılmıştı!) yayınlanabilmişti... Bunlar unutamadığım iki önemli örnektir...

4-Günümüz gazeteciliği ile sizin döneminizdeki gazetecilik arasında fark var mı ?

Çok fark var, şimdi dört dörtlük habercilik ne yazık ki yapılamıyor. Bunda siyasi atmosferin, kısıtlamaların ve ahbap-çavuş ilişkilerinin de büyük rolü var. Neyse ki,  saklanan haberler eninde sonunda sosyal medya aracılığı ile duyurulabiliyor da kamuoyu haberdar olabiliyor. Tabii dijital medyadaki çağ atlatan gelişmeler ve internet ortamının gelişimini de saymak gerekir.

5-Bir gazeteci, başarılı olmak için neler yapmalı?

Gazeteci başarılı olabilmek için güncel olayları sürekli takip etmeli, kaynaklarıyla ilişkisini daima diri ve dinamik tutmalıçok okumalı, sürekli araştırmalı ve hayatın içinde olmalıdır. Dolmuşta, markette duyulanlar, komşunuzun anlattıkları bile, zaman zaman önemli haberlerin altyapısını oluşturabilir.

6-Gazeteci size göre mektepli mi olmalı yoksa alaylı mı?

Bu, yıllardır bitmeyen bir tartışma... Okul tabii ki insana büyük bir altyapı ve sağlam bir bakış açısı kazandırıyor ancak yukarıda da anlatmıştım, meslek, aslında uygulanırken öğreniliyor ve geliştiriliyor. Ben hem mektepli hem de mektepli olmayan pek çok üstün başarılı gazeteci tanıyorum. Sanırım bu, biraz kişinin kendisini geliştirmesi, gazetecilik azmi ve ısrarı sayesinde olabiliyor.

7-Günümüzde artık her şey dijitalleşmiş durumda sizce bu durum gazeteciliği bitiriyor mu?

Hayır. İyi bir haber kağıtta da ekranda da her zaman iyi haberdir...

8-Gençlere gazetecilik hakkında neler söylemek istersiniz?

Bu mesleği seçmek istiyorsanız, dayanıklı olmak zorundasınız. Her gün kendinizi yeniden yaratacaksınız, pek çok baskı göreceksiniz, haksızlığa uğrayacak, eleştirilecek ve iş güvencenizin hiç bir zaman sağlam olmadığını bileceksiniz. Ya da yalaka gazeteci olmayı seçip, salla başını al maaşını” yöntemiyle ömür tüketeceksiniz... Tercih sizin... Ama bizim mesleğimiz kişisel tatmin açısından en yukarıda sayılan meslekler arasındadır bunu da unutmamak gerekir. Çok seyahat edersiniz, keyifli yaşarsınız, insanlar sizden biraz çekinse bile hakkaniyetle çalıştığınız zaman, mükemmel dostlar edinirsiniz. Önemli bir haber elinize geçtiğinde, günün adamı olabilirsiniz, zaman zaman aksi olur, baskı görürsünüz ya da haberinizi yalanlatma çabasına girerler, asla pes etmek yok... Devam.

Pazartesi, Ağustos 05, 2019

Anna Karenina

Tolstoy’un toprağı bol olsun (100 yıl kadar önce öldü.) Anna Karenina’yı yazarken, kendi deyimiyle “mürekkep hokkasındaki kanına batırmış” ya kalemini... O kadar eziyet çekmiş yani... 

Aslında bir tek kendisi değil, karısı Sofia da en az onun kadar eziyet çekmiş... Kolay mı Tolstoy’un o kargacık burgacık yazısını okumak, o tuhaf giriş çıkışlarını, eklemelerini, çıkarmalarını filan algılayabilmek? 

-E, o zamanlar bilgisayar mı vardı? Sil, yap, boz, copy paste et!!! Nerdeee? 

Günlüklerinde anlatıyor Sofia, Tolstoy yazı masasından kalkınca, o alıyor kalemi kağıdı, başlıyor temize çekmeye. Böyle böyle derken Anna Karenina tam 8 (SEKİZ!) kez baştan temize çekiliyor...

-Eee, bu biçerdöverin, biçilmiş tarla resimlerinin ne ilgisi var?

Diyeceksiniz...


Var vaaar... Çünkü Tolstoy Anna Karenina’nın kayınbiraderi Levin’in, köyde orakla ekin biçme macerasına sayfalar sayfalaaaar ayırmış... Orağı nasıl ustaca kullandığını, biçilen ekinlerin nasıl bir simetrik düzen içinde kenara yatıverdiğini anlatıp durmuş. Aslında bu ekin biçme olayı belki de bir metafordu... Soğuk, itici ve sevimsiz Aleksey Aleksandroviç’e karşılık, sade, çalışkan, kendine güvenli kardeşi Levin... Aleksey orak kullanmada beceriksiz, aşkta da öyle, Anna Karenina onu terkediyor... Oysa Levin orağı öyle mahirane kullanıyor ki, karısı Kiti’yle de çok sıcak, sevgi dolu bir aşk yaşıyor.


 




Sonuçta insan “zamanın ruhu” denen şeyi burada da çok net görüyor... Orak filan kalmamış artık ortada... Bugünün biçerdöverleri o gün var olsaydı Tolstoy, belki de Anna Karenina’yı çok farklı kaleme alacak ve de epey sayfadan da tasarruf edecekti.

Cumartesi, Ağustos 03, 2019

O güzel yıllar…




Hepsini yaşadım... 

Bayram harçlıklarıyla alınan çatapat ve kibritin ateşleme kokusuna bayılırdım. 

Seninle Bir Dakika” ile Apple’da, TEK’te romantik danslar ettim. Sana’lı, toz şeker serpilmiş ekmeği, sokakta dalya oynadıktan sonra bayıla bayıla yedim. 

Arçeliğin merdaneli makinesi evimizde saatlerce zann, zaaan, zannn diye çalışır, Tursil’le çamaşırlarımız bembeyaz olurdu. Halılar Gırgırla süpürülürdü... 

 “Ayşegül” dergilerini Sevim Teyze keşfetmiş, Ayşegül’e alır olmuştu. Onlara gittiğimde dergideki  resimlere hayranlıkla bakar Ayşegül’ün başından geçenleri keyifle okurdum. Bizim aboneliğimiz Çocuk Haftası’na idi. Kemalettin Tuğcu tefrikalarında gözlerim dolar, Yıldırım Kaptan’ı okurken neşelenirdim... 

Yaz tatilindeki kültürel faaliyetimiz, ayçekirdeği eşliğinde Teksas-Tommiks okumaktı... 
Sonraki yıllarda Cumhurbaşkanı Turgut Özal’la aynı zevki paylaştığımızı öğrenmiş, şaşırmıştım. 

Annem ne kadar gençti, sarı-yeşil gül desenli siyah krep elbisesi ile nasıl güzeldi... Her sabah mesaisine gitmeden beni öper okşar, “dolapta sigara böreği var, köfte de buzlukta, yemekten sonra bulaşıkları Mintaksla yıkarsın” diye tenbihatta bulunurdu. 

Ağabeyim geç kalkar, gitarı ile Enrico Macias şarkıları tıngırdatırdı. Babam Yenice Sigarası içer, çok keyifli anlarda dolaptan bir Tekel Birası çıkarıp yavaş yavaş yudumlardı... Annem içerden seslenir, “Servet ciğim şişenin dibinde biraz biraz bırak, saçımı sarayım” derdi... 

Mini eteklerimizle o Şevrole dolmuşlara binerken zorlanırdık... Ders çalışmaya Papazın Bağı’na gider, harçlıklar yetiyorsa Piknik’ten sosisli alırdık... 
Hepimiz en çok köfte-patates kızartması sever, annemizin mozaik pastasına bayılırdık... 

Misafir odalarında çeşit çeşit sigara bulundurulur, bayramlarda ahududu likörü eşliğinde misafire ikram edilirdi. Yaka sigarasının kahverengi kutusu çikolatayı çağrıştırırdı, hiç de öyle olmadığını, ilk denemede gözlerimiz yanıp öksürükten boğulurken anlamıştık... Arka bahçede bizi bu ilk günahı işlerken yakalayan Naciye Teyzemiz “annelerinize söyleyemezsem” demişti de günlerce korku yaşamıştık hani... 

Doktor Jivago’yu 13 yaşında seyretmiş, Ömer Şerif’e hepimiz aşık olmuştuk...  Love Story’yi gözyaşlarıyla izlemiş, son sahneye kadar iyileşmesini beklediğimiz Jennifer ölünce hıçkırıklarımızı tutamamıştık. Hitchcock’un “Kuşlar” filmini Büyük Sinemada seyredip, akşamüstü bulvara çıktığımızda,  ağaçlara tünemiş yüzlerce kuştan ürkmüştük. 

Nikahlar Gençlik Parkı nikah dairesinde kıyılır, konuklara, tülden minik bohçalarda badem şekeri armağan edilirdi... 

Herkes iki oda bir salon evlerde mutlu mutlu yaşar, boşanmayı, ayrılmayı filan pek düşünmezdi. Evlerde limon kolonyası bulundurulur, alışveriş pazardan bakkaldan yapılırdı. Büyükannelerimiz dedelerimiz, sık sık Ankara’ya bizleri ziyarete gelir, dantelli çarşaf serilmiş, bembeyaz Amerikanla kaplı saten yüzlü yorganlarda yatırılırdı. 

Börek tepsisini köşedeki fırına götürür, dönüşte bakkaldan Mabel sakızı alırdık... 

Aybaşında anne-babalar maaşlarını alınca, eve bir kutu “bülbül yuvası” ile dönerdi. Lokantaya nadiren gidilir, Yeşil Nalın’da lahmacun veya Halep İşi yenilirdi. 

Spor Toto bize hiç çıkmaz, ama her hafta oynanırdı... Yeşil Direk diye bir takım vardı mesela... Mahallelerin boş arsası çok olur, iddialı maçlar orada yapılırdı... Her akşam radyoda ajans dinlenir, bülten, komadaki Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in Walter Reed Hastanesinden bildirilen sağlık durumu ile sonlanırdı... 

Aslında kötülükler hep Kaf Dağının ardındaydı. Hiçkimse ölmeyecek ve hastalanmayacaktı...

Meğer hayat öyle değilmiş!!!

Cuma, Nisan 05, 2019

Elveda Mukadder Teyze


Ne kadar çok severdim sizi, annemle babamın gençlik arkadaşıydınız... Anneme tavlayı siz öğretmişsiniz, bana da o öğretmişti, sizin tavla partilerinizde çaktırmadan  taş çalar ve çok eğlenirdim... Bursa Kemalpaşa’da gençlik yıllarınızı annemle birlikte geçirmişsiniz... Ağabeyime küçüklüğünde küfür etmeyi de siz belletmişsiniz... Sonra Ankara’da, Bade Sokakta oturduğunuz, TMO’da çalıştığınız yıllarda çok yakındık sizinle... Ne kadar güzel elleriniz vardı ve nasıl marifetli... Şapka gibi kapattığınız mantınız meşhurdu, sizin yaptığınız çiğ böreğe, aşureye, tavuklu pilava doyum olmazdı...
Yalnızlık zor, Bilecikli olduğunuzu bilirdim, kardeşiniz ve yeğeninizle nedense görüşmezdiniz, bir gün geldi 75. Yıl Huzurevine yerleştiniz, eviniz de açıktı, ara sıra uğrardınız, sonra Urla’ya Darüşşafaka’ya nakletmek istediniz, evinize birlikte gittik, sevdiğiniz bir kaç parça eşyanızı topladık, bana Prag’dan aldığınız kristal bardakları hediye ettiniz... Boğazım düğüm düğümdü...

En önemlisi de bir gün bana dediniz ki:

-Bak bu küpeleri sana vermek istiyorum... Çünkü onları bana anneciğin, tam altmış yıl önce, nişanımda takmıştı...

Urla’da ziyaret etmiştik sizi... Ne kadar mutluydunuz...

Ve bu akşam bizlere veda ettiğinizin haberini aldım... Gittiğiniz yerde mutlu olun, annem, babam ve halama sevgimi iletin...
Sizi hiç unutmayacağım, elveda♥️♥️♥️

Cumartesi, Mart 16, 2019

Puşkin’in Erzurum Yolculuğu


Gece uykum kaçtı, daha doğrusu, tavuklar gibi! erken yatınca böyle oldu... Sonra, uyan ve uyuyabilirsen aşkolsun!!! 

-Saat  01.00, 02.00, ne çabuk ilerliyor şu akrep...
-Oooo zaman akıyor, ben uyuyamıyorum... 

Aklımda hep:

- “Çetin Fıratlı nasıl? İnşallah ağrısı sızısı yoktur” 

düşüncesi var...

Sonra dünden kalanlar, kuaförde (Can Özcan (Pariscan) elime geçen Puşkin’in Anıları... 

-Ataol Behramoğlu niye ağzına geleni saymış yayınevine? 

-Anılar gerçekten sahte mi? Puşkin’in değil mi acaba? İlk fırsatta alacağım kitabı... Hatta bizim kitap kulübüne de öneririm... 

-Saat 04.00, o zaman Puşkin’in Erzurum Seyahatine dair kitabı bulup okuyayım... Şimdi kütüphaneye gidemem, çok üşenirim, sıcacık yataktan kalkmak zor. Hem kolay kolay bulamam ki... 

Neyse, eski kitapların tam metnini googellayınca buluyorsun! Telif melif yok nasılsa, o haklar çoktan yok olmuş.

Yıllar önce okumuştum o izlenimlerini Puşkin’in, şimdi bakışım farklı... Hele o Tiflis’e gidişi yok mu? Sonra Ermenistan’a geçişi... 
Aynı yolu, aynı güzergahtan (ama Puşkin gibi at sırtında değil, kiralık köhne bir arabayla!!! Ali Berber’le birlikte yapmıştık! Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan’la röportaj için gidiyorduk... Yollar o zaman da delik deşikti... )

Puşkin’le iki yüzyıl arayla aynı yolları katetmişiz... O Çerkes teröründen söz etmiş anılarında... Bizde de aynı ortam ayni şiddette yaşanıyor şu anda... O hıristiyanlıktan medet ummuş o zamanlar, bizimkiler şimdi dincilikten medet umuyor! Puşkin’i sürgünlere yollayan, Çar o yıllarda... Eza cefa çektirmiş... E, bizim de başımızdaki malum!!! Hepimizin ruhu sürgünlerde...
Böyle nasıl yaşayacağız bilmem... En iyisi yeniden yazmak... Tembellik mi sosyal yaşam mı yazmaktan koparan?

-Çetin acaba nasıl oldu?
-Saat 04.30... Haydi artık biraz olsun uyumaya çalış!!!


Size de böyle oluyor mu? Neler okuyorsunuz o zaman?


Çarşamba, Şubat 20, 2019

Yabancı Ülkeden Gelen Haber

Bir ay mı olmuştu Demet Hanımla o telefon konuşmasını yapalı:

-Gelecek misin toplantıya?
-Henüz kitabı alamadım, neydi değerlendirilecek olan kitap?
-Yabancı Bir Ülkeden Haber Geldi... Alberto Manguel...


Evet, o gün kitabın adını duymuştum ama sonra unuttum... Kitapçıya girince bilmece çözer gibi googıllamak gerekti. Hangi ülkeden selam gelmişti? Selam mıydı haber mi? Hay allah, yazarı Güney Amerikalıydı galiba... Bingo! Buldum...
Sonra günlük işler, seyahatler, ziyaretler derken ara ara kitabı ele almalar... Kitap ne kadar da sakin açılmıştı öyle! Kartpostal gibi uzanıp giden deniz, kum, kayalar filan... O küçük kızın sakin duruşu, Josie ile olan sevimli dostlukları, kumsalda koşuşturmaları... Ama küçük kızın annesi neden hiç konuşmuyordu ki?

Derken, gümmmm! Olayların perde arkası geri dönüşlerle sökün ediyor, faşizmin kol gezdiği o ülkelerde yaşananlar, kadının suskunluğuna yol açan olaylar, Kaptan’ın bunca yıl sonraki sessizliği, sanki “sükut ikrardan gelirmiş” sözü bir kez daha doğrulanırmışcasına...

-Ama çevirmen ona neden Kaptan demiş? Ben önceleri onun yüzbaşı olduğunu farkedemedim, uzun yol kaptanı sandım.
-Yok canım, Yeşim Seber’in olağanüstü çevirmenlik başarısını teslim etmek gerekir aslında... Of of of şu paragraflarca uzanıp giden cümleye ne demeli?
-Yazarın ne kadar ilginç saplantıları var, 57. Sayfadaki hemoroid operasyonu mesela... Ne gerek vardı bu kadar ince ince detayları anlatmasına? Aaaa, hatırlamıyor musun Marquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ında da doktorun kuşkonmaz yediği zaman idrarının nasıl koktuğunu gözümüze soktuğunu?
-Kitaptaki Cezayir ve Arjantin işkencelerini hiç aklından çıkaramıyorsun ama değil mi? E, bizde de alası oldu bunların, hala da var, hele 12 Eylül’de yaşananlar... Ondan öncekiler, ondan sonrakiler... Dışkı bile yedirmediler mi köylülere? Hangi babayiğit romanlaştıracak bu süreci bakalım? Herhalde Orhan Pamuk değil tabii... Ooo hatırlasana İlhan Erdost, kendisine yapılan işkenceleri paylaştığında kitabı elinden bir türlü bırakamamıştın hani. Ya Erendiz Atasü’nün Açık Oturumlar Çağı nasıldı? O ortamı aynen yaşatmıyor muydu?

Dur bakayım, yazılanları okurken, o ortamı hayalimde canlandırabilmek adına Brahms’ın Ein Deutches Requiem’ini de bir yandan çalayım, ha, bir de şu Albrecht Durer’in meşhur tablosu... Onu Louvre’un sayfasından bulup masaüstüne yerleştireyim. Hayret, Louvre’u kaç kez gezdim, hiç ilgimi çekmemişti o tablo, ama bizim Manguel BeyefendiKız”a sayfalar ayırmış...

Bir de şu cümlesi: “Fransa’da geçen yeni yetmelik yıllarında Etretat’ın çarpık çurpuk kayalıklarının altında okuduğu...
Ben mi abarttım acaba Etretat kayalıklarının muhteşem güzelliğini? Ama burada Manguel’e inancım çok sarsıldı. Çarpık çurpuk kayalıklarmış... Yoksa oraları görmeden mi yazdı bunu?
Kitap bitti, notlarım da tamam, sohbet sırasında isteyen olursa Requiem’i çalar, Dürer’in tablosunu da laptopla gösteririm, belki benim gibi merak edenler olmuştur, haydi toplantıya...

Aman aman aman o ne güzel, ne sıcak bir ev, nasıl samimi bir karşılama:

-Hoşgeldin Nursun.
-Merhaba Demet (*) Hanım.


Sonra kapı art arda çalınır, diğer kitapseverler sökün eder, Şelale, Erendiz, Akın ve ilk kez karşılaştığım diğer dostlar... Sofra ise ayrı bir şölen. Fırından şimdi çıkarılıp tabağa dizilmiş poğaçaların kokusu bütün odayı sarmış, Çıtır çıtır simitler bir kenarda, peynir tabağındaki çeşitlilik insanın başını döndürüyor... Ceviz ve kayısının birlikteliği muhteşem, derken kocaman bir tabakta trileçe masaya geliyor, yahu bu damak çatlatan lezzet kraliçe mi trileçe mi? Sıra şimdi tavşan kanı çaylarda... Sonrasında ise gelsin şaraplar...

Acaba ilk sözü kim alacak? Demet Hanımın zarif sunuşunun ardından sohbet açılıyor, Akın Atauz ne hoş anlatıyor:

-Yahu, ben ilk başta bu Alberto Manguel’den nefret ettim...
-Aaaa neden?
-Neden olacak adam bir de gelip Türkiye’yi gezmiş ve “Beş Şehir” diye de bir kitap yazmış, ben bunca yılın mimarı, şehir plancısı, asıl ben yazmalıydım o kitabı, hep hayalimdeydi...


Sohbet derinleşir, kitabın kurgusu, çevirisi, adı, olay örgüsü, yazarın deneyimleri enine boyuna masaya yatırılır. Sadece kitap mı? Ülkenin sürüklendiği karanlık, endişeler, herkese yayılan umutsuzluk konuşulur, saatler su gibi akıp geçer, kitabın bitişi ise herkesi aynı yorumda buluşturur:

-Adamın onbir yaşındaki kızıyla dertleşmesi, itiraflarda bulunup ondan onay beklemesi iyi hoş da, kızın babasını reddetmesinin ardından o saatte ıssız yolda tek başına bırakılması inandırıcı geliyor mu Allahaşkına? Yok canım... Bitiş aslında kitabın kusursuz olay örgüsünü biraz sarsmamış mı?
-Peki bir sonraki kitabımız hangisi?


Şelale öneriyor:

-Finzi-Contini’lerin Bahçesi olsun mu?

Eh, artık veda vaktidir... Peki ama yardımcısı da çıktı, tamam, biz biraz olsun yardım ettik ama, Demet Hanım bu masayı, evi toparlama işinin altından nasıl kalkacak? Ahh, işte o herkes için bir yürek yükü... Ama o değil mi bu kitap kulübünü kuran, cömert ve kucaklayıcı tavrıyla on yılı aşkın süredir sürdüren?
İyi ki varsınız sevgili Demet Hanım, umalım ki bu beraberlik uzun yıllar sürsün...

(*)Demet Işık, aralarında yazarlar, çevirmenler editörlerin de yer aldığı Ankara’daki kitap kulübünün kurucusu. 10 yılı aşkın süredir devam eden kulüpte bugüne değin yüzlerce kitap okundu, yazarlarla buluşulup söyleşiler yapıldı. Demet Işık bütün bu toplantılara kendi evinde ev sahipliği yaptı.

Cuma, Şubat 15, 2019

Yaşam...




Bazen düşünüyorum da, aslında yaşam bıçak sırtında, yaşam pamuk ipliğine bağlı, yaşam bir var bir yok...

Neden mi? Anlatayım.Bu sabah neşeli bir hazırlık içindeydim, sevgili yeğenim Begüm’le öğlen yemeğinde buluşacak, öğleden sonra da bir arkadaşımı ziyarete gidecektim. Üstüne üstlük günlerden 14 Şubat Perşembe, yani “Sevgililer günü...”

-Aman canım, sen klişeleri sever miydin? Hep dalga geçmez miydin?

Diye sordunuz değil mi? 

-Evet, haklısınız ama biraz da iyimser bakmalı...Radyolarda o kadar güzel aşk şarkıları çalıyor ki. Neyse işte gün böylesine güzel başladı.


Yalnız uzaklarda  oturunca şehirde yapılacak işleri sıraya dizmek gerekiyor. Terziden alınacaklar, tadilata verilecek elbise, düdüklü tencerenin pili... En önemlisi de Kızılay civarında park yeri bulmak... Hepsi halloldu, Begüm’le buluştuk, sevdiğimiz lokantada, cam kenarındaki masaya karşılıklı kurulduk. Yemekler lezzetli, sohbetimiz şenlikli... Bir saat çabucak geçiverdi. O arada terzi aradı:

-Tadilat tamam, alabilirsiniz

Oh, ne güzel, her şey yolunda gidiyor, şu düdüklünün pilini de bulabilirsem çok iyi olacak... Aaaa, ama ziyaretine gideceğim arkadaşıma ufak bir hediye götürmesem mi? Şık Düğme’den bir kanaviçe işleme şablonu alsam mı ki? Aman ne iyi fikir”

Deyip, yokuşu çıkmaya başlarsın, bir koşu tuhafiyeciye yaklaşırsın,”Hava da buz gibi, aman içeri girer ısınırım biraz” derken...

Olanlar olur...

Ahhh, bir şeye takılır ayağın, “Dur kurtarayım, şuraya mı tutunsam? Elimdeki paketi atayım mı?” diye aklından sorular saliseler içinde geçerken gümmmmmm diye tuhafiyecinin kapısının eşiğine adeta uçarsın...

-Amannnn, yaşıyor muyum acaba? Kafam sersemledi, kalkamıyorum, ayyy elim elim.... Yahu bu kadar kan nereden nasıl aktı?


Bir anda çevreni saran hanımlar, beyler:

-Ay eli çok kanıyor, hanımefendi tansiyonunuz mu düştü? Kan sulandırıcı kullanıyor musunuz?
-Verin elinizi, şuraya bastıralım, kan dursun.
-Ambulans çağıralım mı?


Konuşamadan baş sallamayla geçirilen dakikaların ardından zorla ayağa kalkmak, genç bir hanımın kolunuza girip sizi karşıdaki eczaneye taşıması... Eczacının pansumanı...

-Kırık yok gibi görünüyor ama bir bakın, eğer şişme morarma olursa mutlaka hastaneye gidin....
Eh, görünmez kaza ucuz atlatılmıştır, dönülüp kanavice şablon alınır, sonra terzi, sonra otopark, en son da bir pastane alışverişi:

-Şu pasta çilekli mi? Tam da günün anlamına göre süslenmiş, onu alayım...
-Evet hanımefendi güzel bir seçim...


Sonra sıra arkadaş ziyaretine gelir, zonklayan parmağa aldırmadan samimiyetle paylaşılan sevinçler, kederler, tavşan kanı çay, bir dilim pasta... Daha ne olsun? Hayat güzel, aslında dostlarla güzel... Ya o kaza sırasında etrafınızda pervane olan iyi insanlar, o cansiperane yardım edişleri nasıldı?

-Keşke daha fazla teşekkür edebilseydim onlara, hatta hepsini birer birer yanaklarından öpseydim, iyi ki varsınız diyebilseydim...


Aksi olamaz mıydı peki? Yani uçarak o camlı kapının eşiğine düştüğünde, ya bir daha kalkamasaydın?
Çok saçma bir düşünce ama, terzi, otoparkçı ve seni çaya bekleyen arkadaşların acaba kaç saat ya da kaç gün sonra haberini duyarlardı?
Boşverelim bunları şimdi de, şu koşar adım yürüme tutkusundan, hele gereksiz aceleci tavırlardan artık vazgeçelim değil mi?

NOT: Evet o gün şanslıydım, o küçük kazayı hafif atlatmıştım. Ancak evine ziyarete gittiğim arkadaşım Sevgi Horoz ne yazık ki Covit 19’a yakalanıp kısa bir süre önce yaşamını kaybetti...

26 Nisan 2021

Perşembe, Ocak 18, 2018

Annemle Ortaya Karışık








Nilay’ın annesi için kaleme aldığı güzelim kitabını (*) bu akşam bir solukta okudum... Nilay KaraelmasAnnemle Ortaya Karışık”ı ne kadar akıcı yazmış, nasıl sıcacık anılar ve fotoğraflarla süslemiş, hele o muhteşem yemek, kurabiye, pasta tarifleri?
O kadar sevimli bir kitap olmuş ki, insan elinden bırakamıyor...

Nurten Hanım sanki mutfaktaymış, radyoda çalan Zeki Müren’in ‘Bir Demet Yasemen’ine keyifle eşlik ederken enginar ayıklıyormuş gibi geldi bana... Fırından yeni çıkarılmış kedi dillerinin buram buram vanilya kokusunu, lezzetini damağımda hissettim, hatta şu cam tabağa alınmış olanlar büyük olasılıkla Abdullah Efendiye ayrılmamış mıydı?

Kitap aynı zamanda 50’lerin, 60’ların Ankarasından haber veren harika bir sosyal yaşam derlemesi... Kızılay, Demirtepe, Hanımeli Sokak’ta iki oda bir salonlu kiralık evlerde geçen yaşamlar, erik, kiraz, elma ağaçları ile bezeli bahçelerde koşturan çocuklar... Ulus Sinemasında haftalarca gösterilen “Batı Yakasının Hikayesi”, Ankara Sanat Tiyatrosunda bir sezon kapalı gişe oynayan “Ayak Bacak Fabrikası”. Akşam ya da Milliyet Gazetelerinin hiç kaçırılmayan Çetin Altan sütunları, Hoş Memo, Fatoş bantları... Kocabeyoğlu Pasajındaki Sümerbank’tan alınan kumaşlarla dikilen kıyafetler. Bayramların vazgeçilmez ikramı ahududu likörü yanında hindistan cevizli “Elit” şekerlemesi, misafir için büfede bekletilen Yaka, Bahar, Yeni Harman sigaraları... (**)

Nilay’la neredeyse aynı yıllarda birbirine yakın sokaklarda oturmuş, benzer yaşamları paylaşmışız... Kitap benim yaşamımdan da pek çok sahneyi canlandırıverdi aklımda... Babam Servet Alev’in  ağabeyimle beni görmek için, her öğlen Ulus’taki Ziraat Bankasından çıkıp Hanımeli Sokaktaki evimize yürüyerek gelip gidişi, annemin işten çıkışını, apartmandaki ayak seslerini dinleyerek dört gözle bekleyişlerimizi...
Mahallede abiler, ablalarla akşamları birlikte dinlemek için iple çekilen radyo programları... Radyo Tiyatrosu (Efekt Ertuğrul İmer), Dilek Pınarı Programları (Şimdi Adamo’dan dinleyeceğiz, Heryerde Kar Var)

Ah yaşam, ne kadar güzel, ne kadar uçucusun, ama yine de şanslıyız işte, aklımızda kalanlar için...
Sevgili Nilay iyi ki yazdın, Nurten Hanımın anısı önünde sevgiyle eğiliyorum...

(*) Annemle Ortaya Karışık, Nilay Karaelmas
Alter Yayınları
www.alteryayinlari.com

alteryayincilik@gmail.com
(**) http://bennursunerel.blogspot.com/2010/09/hanimeli-apartmani.html

Perşembe, Temmuz 13, 2017

Velasquez'in "Nedimeler"i

Bugün tüm ülkede ve Ankara'da mevsim normallerinin çok üstünde, aşırı sıcak bir gün yaşanıyormuş eh, doğayı biz yavaş yavaş yok ettiğimize göre sonuçlarına da katlanacağız... İyi de bu zor günü nasıl atlatmalı?

Kendi zorunlu! seçimimi anlatayım.






Bizim Fret (Sevgili kurt köpeğimiz) ameliyatlı ve yeni taburcu oldu, bir sürü yasakları var, dolayısıyla birimizin başucunda beklemesi gerekiyor. Herkes çalıştığından bu görev boş gezenin boş kalfası olan bendenize düştü.

E, ne yapayım,salonda klimayı açtım, o yerde ayağımın ucunda,ben koltukta uyuklama vaziyetindeyiz. Tabii sıkıcı bir durum, elime yeni bir kitap aldım, Antonio Tabucchi'nin "Tersyüz Oyunu"nu... Ama daha giriş paragrafında attı kazığı bana Tabucchi, toprağı bol olsun... Şöyle dedi:

"Maria do Carmo Meneses de Sequeria öldüğü sırada ben Prado muzesinde Velasquez'in Nedimeler tablosunu seyretmekteydim. Bir Temmuz öğlesiydi ve ben onun ölmekte olduğunu bilmiyordum. Saat on ikiyi çeyrek geçeye kadar durup tabloyu seyrettim, sonra dipteki figürün yüz ifadesini belleğime kazımaya çalışarak ağır ağır dışarı çıktım, hiç unutmuyorum, Maria do Carmo'nun şu sözleri vardı aklımda: Tablonun anahtarı dipteki figürdedir, bu bir ayna oyunudur, bir tersyüz oyunu..."

Peki bu satırları okuyup kayıtsız kalabilir mi insan?

Tabii ki hayır... Ben Madrid'e hiç gitmedim, Prado müzesini de Velasquez'in tablosunu da görmüş değilim. Önce Velasquez'in o ünlü tablosunu bulmak lazım, herhangi bir yorum ya da izahat edinmeden önce, bir incelemek lazım... Bu arada tablo, dünya resim sanatının baş eserlerinden biri sayılıyormuş ve Madrid'teki Prado müzesinin özel bir salonunda sergileniyormuş... Tablo, boyutları itibarıyla devasa... 3 metreye bilmem kaç metre.

Neyse işte, benim bu araştırmam sürerken bizim Fret birkaç kez ayaklandı. İlkinde onu tasmalayıp, ön bahçeye çıkardım, Boncuk'la biraz öpüşüp koklaştılar, baktım iş kötüye gidecek, aldım tekrar salona... Bir iki kez biraz su verdim, birazdan da yemeğini takdim edeceğim beyefendiye... Bu arada üstündeki fanilayı sıyırıp ameliyat yerini yalama girişimlerine de engel olmak gerekiyor tabii...

Bu kadar işin arasında bloğa yazmaya kalkışmak neyin nesi peki? E, ne yapayım? Tekdüze bir rayda gitmek sıkıcı geliyor bazen, üstelik bu yaşadığım olay bana nedense çok orijinal geldi, paylaşayım istedim...
Neyse işte, "Nedimeler"den bahsediyorduk ya... Tabloyu kitabın kapağından ve telefonumun ekranından görebiliyorum ancak. Önce insan tablodaki ayna efektinin farkına pek varmıyor, hele o arkadaki silik figür nasıl olup da Tabucchi'nin bu kadar dikkatini çekmiş acaba?

Ya ben deli miyim neyim?
Tabloyu mabloyu boşverip kitabın keyfini çıkarayım değil mi? Hem, öğle saatlerinde göz doktoruna kontrole gitmem gerekiyor. Hadi biraz da siz kafa yorun "Nedimeler"e...

A, yalnız ben Antonio Tabucchi'yi çok seviyorum... Onu daha önceki bir kitap kulübünde tanımıştım, Portekiz tutkusu bana çok ilginç gelmişti. Sizin de okumanızı öneririm. Ancak sizden bir ricam var, plajda şezlongunuza uzanarak okuyun, elinizde buz gibi bir bira şişesi olsun, arada da kiraz filan atıştırın olur mu?

Tabii eğer Madrid'e gidersem Prado Müzesini ziyaret edip "Nedimeler"i de bir görürüm artık...

*Bu yazıyı Fret ağırlaşıp, bize veda etmeden önce kaleme almaya çalışıyordum!

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...