Bu Blogda Ara

Cumartesi, Haziran 18, 2022

Paris günlüğü 3



“Bugün biraz erken çıkayım da yol alayım” dedim ama şanssızlık işte, yanımdaki “tek ayakkabım!” izin vermedi, üst bandı kopmasın mı?


-E, ne yapacağım şimdi?


Yürümek mümkün değil, bir bant bulsam da yapıştırsam mı acaba? Olmaz ki, tutmaz, belki dikilebilir, ama o kalın bandı dikmek kolay mı? Ancak yorgan iğnesiyle mümkün, keşke bulabilsem ama “bu devirde hangi Parisli Hanım yorgan kaplayacak?” 


-Hay aksi, Ayşegül’ün ayakkabıları da bana olmaz ki…


Uzatmayayım, daldım arkadaşımın gardrobuna (işine çok erken gidiyor! iznini bile alamadım) dikiş kutusunu buldum, yuppiiii, içinde yorgan iğnesi bile var! Ayakkabımı tam 1 saatte tamir etmeyi başardım, yola çıktım, istikamet; Sevre’deki Saint Cloud Bahçeleri. (*)


-Aa, meşhur bahçeler… Hani Marie Antoinette’in gül bahçesi de oradaymış, gülü ve menekşeyi  çok severmiş de, gül desenli, ipekli giysiler giyer, mutlaka elinde, hatta bütün odalarında bir gül bulundururmuş.


-Evet orayı da göreceğim ama önceliğim Sevr Antlaşmasının (**)  imzalandığı bina…


Paris’in banliyölerinden Sevr’e 9 nolu metro hattı Pont De Sevre ile gidiliyor, son durakta inip, biraz yürüdükten sonra 15. Yüzyıldan bu yana korunan, 460 hektara kurulu, bir zamanlar 14. Lui den, Napolyon’dan izler taşıyan o muhteşem bahçelere ulaşıyorsunuz. Gerçi kralların yıllar önce kullandığı yazlık saray artık yok ama, bir zamanlar Marie Antoinette için gül yetiştiren bahçeler hala duruyor.




-Aman bu ne güzellik, sık ağaçların karanlık gölgelerinde kuş seslerini dinleyerek yürümek insana nasıl da yaşama sevinci veriyor.


-A, işte o meşhur teraslı havuzlar, rüya gibi, her bir havuz ayrı ayrı incelenmeye değer heykellerle bezeli, kat kat sıralı havuzlar şelale etkisi yaratmak için yapılmış. Nedense şimdilerde havuzlardan aşağıya kat kat dökülen sular kesintiye uğratılmış. Kim bilir? Belki de renovasyon yapıyorlardır. A, ama havuzlarda yüzen şu kocaman balıklara ne demeli?


Teraslı havuzlara yürürken epey zaman harcadım, öğlen sıcağı da bastırdı, hayret, Paris Haziran’da 38 derece sıcaklığı görür müymüş?  Şimdi geri dönmeli, yolum uzun, Sevr Antlaşmasının imzalandığı müze-binaya (***) öğle tatilinde kapanmadan bir ulaşabilsem… Haydi tabana kuvvet, nasılsa ayakkabı artık sağlam!


Eveeet, uzun yürüyüş sonrası, Fransızların gurur duyduğu ünlü porselenlerin de sergilendiği müzeye ulaştım. Görevli, öğle tatili arası verilmeden önce müzeyi gezmek için sadece yarım saatim olduğunu söylüyor, haydi koşar adım gezeyim o zaman…


Girişten itibaren inanılmaz güzellikteki  porselenlerle dolu müzeyi hızla incelemek ve bir kaç fotoğraf çekmek istiyorum ama önce üst kata çıkıp bir bakayım, Türkiye’yi liğme liğme edip parçalayan, “dumanı tüten leziz bir hindi! gibi Avrupalılara ikram eden” antlaşmanın imzalandığı salon nasılmış?




-Hmmm, ortasında dev bir koltuk duran salonda, çepe çevre sergilenen harika porselenler var ama antlaşmanın imzalandığı masalar çoktan kaldırılmış. 


-Damat Ferit (****)  acaba eline tutuşturulan dolmakalemle Osmanlının felaketini getirecek 433 maddeyi sıralayan belgeleri imzalarken eli titremiş miydi?


-Onu bilmeyiz de, antlaşma 10 Ağustos günü imzalandığına göre, büyük olasılıkla şıpır şıpır terlemiştir, hatta salondan ayrılıp aşağı inerken merdivenlerde “ben ne yaptım?” Diye de düşünmüş olabilir. 


-“Ah Damat Ferit, yaktın bizi…” 


Kim bilir, belki birileri, Sadrazam’a binadan çıkışı sırasında böyle seslenmiş olabilir mi? 


Müzenin bir yetkilisiyle kütüphaneye girebilmek için konuşuyorum, belki antlaşmanın imzalanmasına ilişkin fotoğraf veya kimi belgeler bulabilirim diye, ama terslik bu ya bu konudan sorumlu görevli bugün orada yokmuş.







-Binanın salonları birbirinden güzel daha doğrusu güzel sözünün eksik kaldığı porselen örnekleriyle dolu. Zaman olsa insan burada keyifle saatler harcayabilir. 

-Şu çalışma masasına bir bakın? İnanılmaz güzellikte resimlerle süslü porselen masayı kullananlar acaba aşk şiirleri değil de neler yazmıştı?

 

-Aaaaa, o anda çığlık atmamak için kendimi zor tutuyorum. Vitrinlerden birinde porselen bir “mekik” görüyorum. Mekik öylesine zarif dizayn edilmiş, öyle güzel resimlerle süslenmiş ki, gözlerimi alamıyorum. “O mekiğinin sahibi olan hanımefendi zarif elleriyle kim bilir ne harika danteller işlemişti?” Diye hayal etmeye çalışıyorum.



Hayal etmek güzel de, dışarıda hava hala çok bunaltıcı. Koşar adım metro istasyonuna inmeli, nasılsa Trocadero’ya kadar epey durak var, oturacak yer de bulursam biraz serinlerim. Çantamdaki su bile neredeyse kaynama derecesinde.


Neyse, sonunda Trocadero’da iniyorum, insan kalabalığı artıyor, herkes Eyfel’e koşuyor. Demir kuleyi görmek, resim çektirmek isteyen yüzlerce turistin arasındayım.


-A, sıra sıra dikilmiş o tahta perdeler de ne? “Eyfel görünmesin diye” mi uğraşmışlar? Belli ki yine bir tamirat durumu var…

-Gençlerin hınzırlığına bak, ya aşklarını sonsuza kilitlemek ya da Paris’e tekrar gelmek için kilitler takmışlar tellere.

-Eskiden de Sen Nehrindeki köprülerin üstüne takıyorlardı kilitleri. Hatta köprülerden birine o demir kilitler takıla takıla öyle bir ağırlık oluşturmuş ki, bu durumu tehlikeli bulup sökme kararı almışlardı.

-Ayol, kilit de neymiş? Hangi aşk sonsuza dek sürer ki?


(*)https://en.m.wikipedia.org/wiki/Parc_de_Saint-Cloud

(**)https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sevres-sevr-antlasmasi-10-agustos-1920/

(***)https://www.sevresciteceramique.fr/

(****)https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-53723341







Paris günlüğü 2






-Paris eski parlaklığını yitirmiş de biraz solmuş mu ne? 


Parislilere bakarsanız bunun sorumlusu sosyalist belediye başkanı Anne Hidalgo, e, peki, üst üste seçim kazanmasına ne demeli?


-Hmmm! Kimilerine göre Paris’in bütün kaynakları, o eski görkemi ayakta tutacak yatırımlar yerine, orta ve alt sınıfa hitap eden işlere yatırılıyor. Kendisi de İspanyol asıllı bir politikacı olan Hidalgo, yeşil alanları genişletmeye, otoparkları iptal edip, bisiklet yollarını artırmayı hedeflemiş, Champs Elysee’nin “alışılmadık bir cennet bahçesine dönüştürülmesi” de onun fikri.


Önceki yıllarda Champs Elysee  sağlı sollu lüks mağazaları, pahalı restoranlar ve kafeleriyle nasıl da görkemliydi, şimdi vinçler, inşaat makinaları, kiralık-satılık ilanları ile perdelenmiş binalardan geçilmiyor. Ünlü mağazaların önünde sıraya girmiş, saatlerce beklemekten usanmayan Japon turistler birden yok olmuş, Christian Dior bile zarif bir perdeyle dünyaya kendini kapatıp restorasyona girmiş.


-Baksana cadde artık evsizlere, dilenenlere mekan olmuş

-Şu denizci şapkalı adama ne demeli? Ne kadar ilginç, elindeki oltaya bardak takıp, caddenin ortasına uzatmış, bakalım karnını doyuracak kadar bir şeyler takılacak mı oltasına?



Dünyanın her an değiştiği bir ortamda Champs Elysee’nin aynı kalması mümkün mü? 


Bir zamanlar caddenin tam ortasına kurulu Virgin mağazası aklıma geldi de… Ne kitaplar, plaklar almış, ne müzikaller izlemiştik Virgin’den. Mağazanın dört katı her dakika okurların, müzikseverlerin işgali altındaydı. Eh, internet artık dünyamıza gireli beri her şey elimizin altında, “mesafe” denen kavram yok oluverdi birden.


-Peki Virgin’in yerinde ne var?

-Galerie La Fayette var, şöyle bir gezdim, Çin markalarına bile rastlamak şaşırttı beni.

-Fiyatlar nasıldı?

-El yakan cinstendi.

-Bir şeyler alabildin mi bari?

-Yok canım, ELLEME (*) markasını görünce elimi hiç bir şeye sürmeden ayrıldım oradan.


 İş güç sahibi olduğu halde “geçinmemekten” yakınan Parislilere kulak verince kötü gidişatı anlıyor insan. 


-Ekmek kaç kez zam gördü, bir ara sıvı yağ yok bile oldu, benzin acayip pahalı 


diye yakınıyorlar. Şimdi bu eleştirilere bakınca, “Ama Macron’a yine oy vermediler mi?” Diyorum, “bizi” hatırlıyorum.  


Ama bu eleştirileri yöneltenlere göre bu hafta sonu tamamlanacak 577 sandalyeli parlamento seçiminde “dananın kuyruğu kopacak,” sol partiler Macron’un elini bağlayacak sayıya ulaşırsa, ikinci turda kıl payı oyla seçilen Cumhurbaşkanının işi zorlaşacak.


Paris günlüğü 1

 




Paris’e gelişlerin sayısını unuttum, bu kentin beni böylesine ve sürekli çekmesindeki en büyük etken sevgili “yarım asırdan fazladır arkadaşım” Ayşegül… O kadar eskiye dayanan anılarımız var ki… Yaşamda acı-tatlı ne varsa, hep paylaştık.


Pandemi sonrası ilk dış seyahatim!


Ne İstanbul çıkışı, ne Paris girişi, “aşılı mısın? Ateşin- öksürüğün var mı? Sağlıklı olduğunu kanıtla, belgeni göster” diyen olmadı, maskeler filan kenara atılmış, rahatça gezeceğiz anlaşılan. 


-Neler yapmalı  acaba? 


Louvre (*) desen, yıllar içinde her köşesini gezdim, belki tekrar gider, “yüzüne pasta fırlatılan Mona Lisa’nın morali düzelmiş mi?” Diye bir bakarım. Ooo bilet fiyatları uçmuş! (Tabii, başarılı ekonomi yönetimimiz sayesinde bize göre!!!) 


 -“Kuyrukları atlayayım, izahlı bir tur alayım” dersen, 80 Euro’yu (1500 TL) gözden çıkarman gerekir. (Neyse ki basın kartımız var da, çoğu müze bedava giriş sağlıyor.


-Yoksa Musee d’Orsay’e (**) mi gitsem? O muhteşem mimariye hayran hayran baka kalırken, Rodin’in “Cehennem Kapıları”nı, taşındığı yeni yerinde görsem nasıl olur? 

Ağzım açık galerileri dolaşırken Osman Hamdi Bey’den bir resme yine rastlar mıyım acaba? 


-Ey müze yetkilileri, ey müzelere bağış yapan, özel koleksiyonlarını ödünç veren ey iyiliksever-milyarder-Fransızlar, sizde akıl yok mu? Haydi Van Goghları filan anladım da Osman Hamdi Bey satın almak nereden aklınıza geliyor? Bizim antik parçaları yağmalayan müze yetkilileri size ilham olmaz mı hiç? Kültüre, tarihe filan boşverip, yiyip içip gezsenize yahu!


“Catacomblar’a” (***)  inmeyi atla, karanlık dehlizlere dantel gibi sıra sıra dizilmiş onca insan kemiğini ürpererek seyretmenin zaten aklından asla silinmeyen “öte dünya” fikrini canlandırmaktan öte ne yararı olacak?


Noter Dame’a (****) zaten giremezsin, 2019 yangını sonrasında restorasyonu halen devam ediyor, açılış için gelecek seneyi bekle. 


Sen en iyisi Seinne nehri kıyılarında aylak aylak gez, hani hep dersin ya, “işim gücüm derdim tasam olmadan şöyle bir dolaşsam, hatta kırlarda mavi göğü seyretsem” diye… Tüillerie Bahçelerine gir, havuzu uzaktan gören bir ağaç altı bul, uzanıp çocukluğunu düşünür, elinden düşürmediğin Michel Zevacoları aklından geçirir, kitap kurtlarını sana musallat eden babacığını anarsın.


Aaa, amann!, Paris’teki müzik programlarına göz atmayı sakın unutma, Elton John’un veda konserini kaçırdın, belki Melody Gardot’ya (*****) yetişirsin, yine de cüzdanını bir yokla da dönüş paran kalsın! 


Pekiiii, onca yürüyüş sonrası karnın acıkmaz mı ayol?


Madem Champs Elysee’ye yakınsın, yan sokaklarından birindeki L’entrecote De Paris’i buluver, Cafe dö Paris soslu ince dilimlenmiş ızgara antrikotlar” nasıl olur? Özlemişsinizdir, damağın şenlenir, dene bakalım, onca paraya deyecek mi? Hmmm doymazsan istediğin kadar patates kızartmasını da teselli garnitür olarak veriyorlar, tekrar tekrar istemeyi unutma… 


Eh hadi bakalım, yola çıkma zamanıdır. İyi gezmeler olsun.


(*) https://www.shapespark.com/industries-exhibitions-and-museums?gclid=EAIaIQobChMIpI3OlvKu-AIVRLvVCh1s-A7UEAAYASAAEgI2KPD_BwE

(**)https://www.googleadservices.com/pagead/aclk?sa=L&ai=DChcSEwj2w8Cr8q74AhWT-FEKHXfLAzMYABADGgJ3cw&cit=EAIaIQobChMI9sPAq_Ku-AIVk_hRCh13ywMzEAAYASAAEgL06PD_BwE&ohost=www.google.com&cid=CAASJuRoBDRHi73wu7N2YjkFjMIrBf6zF8u7e81iqm143wN1TXmrQuRY&sig=AOD64_1BlrxBBhdIVAX39qBL-Tf0CT-ifA&q&adurl&ved=2ahUKEwjYrrer8q74AhXdSPEDHfVOAZ0Q0Qx6BAgGEAE

(***) https://www.googleadservices.com/pagead/aclk?sa=L&ai=DChcSEwjP9K_A8q74AhU-GgYAHeldB_wYABAAGgJ3cw&cit=EAIaIQobChMIz_SvwPKu-AIVPhoGAB3pXQf8EAAYASAAEgL8JvD_BwE&ohost=www.google.com&cid=CAASJuRoJGAdAB3yxSQGBU2Tq1V3KrkxrhyorRtDOZzNuUP9AaWOz2PX&sig=AOD64_3X7w7-VJNtXFp2LvvoR9gqRTJM9g&q&adurl&ved=2ahUKEwiRt6fA8q74AhWqR_EDHQprAcgQ0Qx6BAgGEAE

(****)https://erasmusu.com/fr/erasmus-paris/blog-erasmus/notre-dame-de-paris-et-son-voisinage-829565?gclid=EAIaIQobChMIgsjq1vKu-AIVP5BoCR1bWQphEAAYAiAAEgIskPD_BwE

(*****) https://youtu.be/_qphknagXqA


(******) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Caf%C3%A9_de_Paris_sauce


Perşembe, Mayıs 12, 2022

Hanımefendi




Şimdi size fantastik ama bazı bölümleri eksik bir öykü anlatacağım…


-Aman ya, bizi yine uğraştırma, ne demek eksik öykü? Eksikse niye yazıyorsun?


-Fena mı işte, çayınızı demleyin, masaya oturun, rengarenk karton parçalarını önünüze serin, Pazar gününüzü bir “puzzle” tamamlar gibi keyifle geçirin işte… Daha ne istiyorsunuz? Hem de bedava!


EKSİK ÖYKÜ:


Bir iki ay kadar önce, Tarabya sahilinin güzelim kaldırımında genç bir hanım, bebek arabasını keyifle sürerek yürümektedir. Sahile ara sıra çarpan dalgalardan uçan damlalar, nadiren genç kadının yüzüne ulaşmakta, hoş bir etki yaratmaktadır. 


Arabasındaki bebeğin de keyfi yerindedir, annesine sürekli keyifle gülümsemekte, bazen de masmavi gökteki bulutları incelemektedir, keyfi o kadar yerindedir ki, göz kapakları yavaş yavaş kapanmaktadır, bir kaç dakika içinde açık havanın verdiği rehavetle uykuya dalacaktır.


Derken karşıdan simsiyah bir dizi “Maybach”tan (*)  oluşan bir konvoy belirir, anlaşılan “önemli birisi” bir yerlere götürülmektedir. Konvoyun öncüleri daracık yolda abartılı sinyal sesleri ve çakarlarla sahilin sükunetini bozar.


Bebek arabasını süren genç anne de meraklanmıştır, -yolun tamamını onca arabayla kaplayıp, kimselere geçit vermeyen konvoy acaba neyin nesidir?- Bebek arabasını durdurup, dikkatini yola çevirir. Aslında çakarlar ve sinyallerden tedirgin olmuştur, bebeğin huzuru kaçar, ağlamaya başlar, genç anne yola tekrar bakar, -aaa o da ne?- Bir hanım konvoyun ortasındaki arabanın camının ardından kendisine el sallamaktadır, tanır gibi olur, nedense refleksle arabayı yola ters çevirir, kendisi de konvoya arkasını dönerek bebeğini sakinleştirmeye çalışır…


Konvoy çakarlar ve sinyallerle Tarabya sahilini ayağa kaldırarak yoluna devam eder ama siyah elbiseli bir adam, konvoydaki Maybach’tan artistik bir hareketle atlayarak genç kadının yanında alır soluğu, sinirlidir:


-Neden hanımefendiye sırtınızı çevirdiniz? Bu yaptığınız hakaret, farkında mısınız?


Bebek bu kez haykırarak ağlamaya başlar, genç anne dehşete düşmüştür, ne diyeceğini şaşırır, kekelemeye başlar, “bebeğime egzoz dumanı gelmesin diye…” 


Siyah elbiseli adam, tehditkar konuşmasını sürdürür, hatta o kadar abartır ki, “bu hakaret sizi gözaltına bile aldırır” diyecek olur, onun bu söyledikleri bebeğin haykırışlarına ve genç annenin gözyaşlarına karışır, hıçkırıkları arasında, “vallahi öyle bir niyetim yoktu” sözleri duyulur. Siyah elbiseli adam tehditkar tutumundan vazgeçmez, elindeki telefonla kadının yanından biraz uzaklaşıp, bir yerleri arar, ne konuştuğu duyulmaz, sonra kadının yanına döner:


-Şimdilik bir şey yapmıyoruz ama bilin ki bu hakaretler karşılıksız kalmaz, bundan sonra böyle durumlarda saygısızlığa sakın yeltenmeyin, ona göre davranın…


Çevredeki banklarda oturanlar, balık tutanlar, bir simitçi, bir seyyar mısırcı da olaya tanık olmuştur. Ağlayan bebeğini kucağına alıp, arabasını katlamaya çalışan kadının yanına gidip yardım ederler, arada teselli sözleri duyulur:


-Üzülme abla, dertleri senle değil, korku salmaya çabalıyorlar.


Kadın bir taksi durdurup oradan ayrılır.


TAMAMLANACAK UNSURLAR


-E, kimmiş yani bu kadın?


-Canım bal gibi tahmin ettiniz aslında…


-Peki o bebekli anneyi hangi suçtan gözaltına alacaklarmış? Yoksa 299. Maddeden mi?


-Bilmem? TCK’nın o  meşhur 299. Maddesinde “bebek arabasını ters çevirip, O’na sırtını dönmek” gibi bir suç var mıymış acaba?”


-Zaten “O” dediğin kadın değil ki, yazının başlığını bile “hanımefendi” diye atmışsın?


-Valla o kadar olacak… Eksikleri siz tamamlayın dedim ya… Buna çelişkiler de dahil. Hatta siyah elbiseli adamların bilgisizliği ve cüretkarlığı da…


-Peki hanımefendinin bu işten haberi var mıymış sence?


-Ne bileyim ya, onu da ona sorun gitsin, iyi Pazarlar, bak puzzle ile uğraşırken çayınız iyice demlenmiş oldu. Afiyet olsun…

  




Mal sahibi mülk sahibi…





Annemin dilinden düşürmediği bir söz vardı, “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” Önceleri bu sözün anlamını kavrayamazdım, öylesine bir soru soruluyormuş gibi gelirdi bana. Nasıl da doğruları anlatan bir sözmüş meğer,  yaşadıkça gördük…


Bakıyorum da, o muhteşem saraylardan, köşklerden, yalılardan kimler geldi kimler geçti? Hangisi kalıcı olabildi? 


Aslında atasözleri bize yaşanmışlıkları öylesine güzel özetliyor ki, aklımızın bir köşesinde hep tutmak gerek. Hele aşıkların dilinde sazında nasıl güzelleşiyor o sözler:


“Güzelliğin on para etmez

Bu bendeki aşk olmasa

Eğlenecek yer bulamam

Gönlümdeki köşk olmasa”


Hey gidi Aşık Veysel… Neylesin sarayı köşkü, varsa yoksa sazı… 


Bilmem sizin gönül köşkünüz ne alemde? Geçim derdiniz yoksa, sağlığınız, huzurunuz yerindeyse, sizden zengini yoktur değil mi dünyada?


Köşk dedik de aklıma geldi… Geçenlerde Kanlıca taraflarında bir dostla beraberdik, güzelim balkonunda Kanlıca Koyuna karşı çaylarımızı keyifle yudumlarken doğma büyüme yerlisi olduğu Kanlıca’nın geçmişinden söz etti:


-Bilir misin? Bizans zamanlarında buranın adı Glaros imiş, martı anlamına gelirmiş, gerçekten de martılar çoktur burada, onların çığlıklarıyla uyanmak ayrı bir keyiftir.

-E peki Kanlıca’ya nasıl dönüşmüş o adlandırma?

-Ha, onun için ben de epey kitap karıştırdım, çeşitli rivayetler var, mesela bir zamanlar bu taraflara ancak kağnı ile ulaşılabilirmiş o yüzden böyle denilmiş diyor kimi yazarlar. Bir başka araştırmacı, eskiden burada beslenen ineklerin yerel otlar yediklerini anımsatıp, “o tarihlerde kırmızı pancar (beta vulgaris) da buralarda yabani olarak çok yetiştiği için sütleri pembeye çalardı” diyerek Kanlıca adına atıfta bulunuyor. Ayrıca buraya yanaşan teknelerin bağlandığı kayalar da kırmızıya çalan pas rengidir, sebep olarak bunu da ortaya koyanlar var.

-Ne güzel, yalıların güzelliğine bakınca insanın ömrü uzar ayol. Hele şu bahçelerdeki ortancalar, mor salkımlar, leylaklar, erguvanlar herbiri ömre bedel öyle değil mi?


Çaylarımızı o güzellikleri içimize çekerek yudumlarken dostum birden ciddileşti:


-Aaa, yalı dedin de aklıma geldi… Bir müddet önce buradaki yalılardan biri el değiştirdi, çeşitli söylentiler dolaşıyor bu olayla ilgili. Kimilerine göre yeni sahibi “Mahdum Bey” imiş…

-O kim yahu? Mahmut mu demek istedin?

-Amaan sen de mahdum dedim mahdum… Sakın cehaletini başka yerde açığa vurma. Erkek evlat demektir mahdum. Arapça kökenlidir, aynı zamanda kendisine hizmet edilen kimse anlamına da gelir.

-Eee kimin mahdumuymuş bu beyefendi?

-Orasını sorma şimdi, hem sözümü de kesme, anlatıyorum. İşte paraya kıyan Mahdum Bey almış Kanlıca yalılarından birini. İstersen “Kanlıca’da Satılık Yalı” ilanlarına bir bak, bir sürü yalı var satışa çıkarılmış…


Dostum böyle söyleyince hemen Google’a girip “Kanlıca’da Satılık Yalı” ilanlara baktım. Gözlerime inanamadım tabii, çünkü  çoğu sahibinden satılık yalılara öyle fiyatlar konulmuş ki güç yetmez, hatta 50 milyon dolar karşılığı TL  fiyatı belirlenmiş olan bile var içlerinde… O zaman yavaş yavaş aydınlanır gibi oldu kafamın içi, belli ki Mahdum Bey herhangi birinin mahdumu değildi, balkon demirine konan martıya elimdeki simitten bir parça koparıp attım, dostuma döndüm:

-Yahu anladım, sen ben alacak değiliz ya yalıyı, tabii ki Mahdum Beye kısmet olacak, ne diye zenginlik karşısında çeneni yoruyorsun ki? Sen gönül köşkünde eğlenmeye bak.

-Yahu sen ne biçim gazetecisin. İnsan bir merak eder buralarda dolaşan söylentiyi?

-Neymiş? Anladık işte, güle güle otursunlar.

-Hayır bitmedi anlatacaklarım, dinle… Aldıkları yalıya, bitişik buranın en geniş bahçeli yalısına sık sık ziyarette bulunuyorlarmış kendileri… O yalının sahibi olan, yakınlarda eşini kaybedip dul kalmış olan hanımefendiye “burayı satarsanız bize satın” diyorlarmış. Hatta son zamanlarda bu ziyaretleri  sıklaştırmışlar, ısrar üstüne ısrarda bulunuyorlarmış. O hanım da, yalıyı satacak olurlarsa akıllarından geçecek fiyatı söylemiş, bunun üzerine Mahdum Bey demiş ki, “Söylediğiniz fiyat güzel, değerdir de, biz de verecek durumdayız da, ama dolar öyle yükseldi ki… Bizim almak istediğimiz bir duyulsa kim bilir nasıl kıyamet kopar ortalıkta?Aman bu konuşmalarımız aramızda kalsın”

-Ee, sonuç?

-Valla bilmiyorum konuşmalar devam ediyormuş işte. Gerçi benim bu konuda da bazı tahminlerim var.

-Ne gibi?

-Belki kendi adlarını kullanmıyorlardır tapuda filan. Biliyorsun bu sıralarda İstanbul yalılarına Arapların çok ilgisi var. Belki onlardan birinin adına pazarlık ediyorlardır. Neyse ozanın dediği gibi, bu sırrı da çözeriz yakında:


Erenler öğretir meşki,

Güle döner gönül köşkü.

Yunus gibi sırr-ı aşkı

Çözer mestane mestane.



Salı, Mayıs 03, 2022

Nazlı Ilıcak anılarını yazıyor.





Epey zamandır görmediğimiz Nazlı Ilıcak’a (ya hapisteydi, ya uzakta) bir “geçmiş olsun” ziyareti yaptık, sohbette acı kahvesini içtik… 

Hakkında “vatandaş şikayetleri üzerine!” hala devam eden pek çok dava varmış, anlaşılan o yüzden güncel yazamıyor ama anılarını kaleme alıyormuş, doğrusu ben de merak ediyorum neler yazacak bakalım? 

-Ergenekon, Balyoz, Gülen Hareketi karşısındaki duruşunu nasıl anlatacak? “Yetmez ama evet”ten bugünlere değin ülkede yaşananları nasıl değerlendirecek? Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasetteki uzun çizgisini sanırım yine eleştirecek ama acaba neler diyecek?

En merak ettiğim ise, “17/25  acaba o kafalara, (yetmez ama evetcilere)  işaret fişeği soktu mu?”  Nazlı Hanım bu konuda neler diyecek, doğrusu heyecanla bekliyorum. Bizim de karşıt görüşlerimiz vardı ve sohbette ifade ettik tabii, eşim Feyzan (eski Harbiyeli sonra Mülkiyeli) durur mu? Hele Kuleli’de dirsek çürütmüş biri olarak, o muhteşem binanın kaderine terk edilip, çürüyüp gitmesine kahrolurken!

Şimdi biliyorum pek çokları kızacaktır, “Nazlı Hanımın köşkünde ne işiniz vardı?” Diye… “Bari Çamlıca’ya gitmişken Vahdettin Köşkü’ne de bir uğrasaydın” dedi bir arkadaşım. 

-Neden olmasındı ki? Cumhurbaşkanını bir bulsam neler sorardım neler… 

Tercüman’da hevesle, şevkle, çiçeği burnunda ekonomi muhabiri olarak koşturduğum yıllarda “baş yazar”dı Nazlı Ilıcak, 12 Eylül koşullarının “cesur kalemi”ydi. Yazısının ilk harfindeki tüylü kalem vinyeti ne kadar hoştu, yumuşak izlenim verse de o kalemden çoğu zaman ne kan damlardı! 

Milli Güvenlik Konseyinin (MGK) Başkanı Kenan Evren, bir konuşmasında eski Başbakanlar Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’i kastederek, “tencereyi pislettiler” demişti, (*)  12 Eylül’e gidişi, demokrasinin askıya alınışını böyle izah etmeye kalkışmıştı. O konuşması  sonrasında, Kenan Evren’e,  başta Nazlı Hanım olmak üzere pek çok yazardan sert eleştiriler yöneltilmiş, bunun ardından bir MGK Bildirisiyle Tercüman gazetesi 21 gün süreyle kapatılmıştı. İşte o günlerde bir röportaj için dönemin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’ın evine gitmiştim. Demişti ki:

-Bakıyorum da bu konuşmalara basından hiç eleştiri gelmedi? Bizim aydınlarımız, gazetecilerimiz, yazarlarımız demek ki demokrasiyi özlememişler…

-Eleştiri gelmez olur mu efendim? Nazlı Ilıcak’ın yazısı yüzünden bizim gazeteyi üç haftalığına kapattılar.

Demiştim ama Özal daha fazla yorum yapmamıştı. 

O fırtınalı darbe yıllarında neler neler yaşandı… Bir ara Nazlı Ilıcak yine hapse girmişti ama  cezaevindeki yatışı için kendisine özel bir yöntem bulunmuş, “gündüzlerini evinde, gecelerini hapishanede geçirerek” cezasını tamamlamıştı.  Sonunda “sözde demokrasi”ye geçildi ama Turgut Özal dönemi de Kemal-Nazlı Ilıcak’ın sonunu getirdi, ortada Özal’ın deyimiyle “2.5 gazete” kaldı, herkes bir yerlere dağıldı…

Ben çalkantı sürerken Cumhuriyet Gazetesine geçtim, (muhabirliğin ideolojisi olmayışının kanıtıdır!)

Nazlı Hanım sonradan politikaya atıldı, hep ters köşelerdeydi yine… 

Milletvekili seçilen Merve Kavakçı’nın başörtüsü yüzünden meclisten kovulduğu sırada (ülkeyi 28 Şubat’a sürükleyen olaylardan biriydi) TBMM’deki tek destekçisi yine Nazlı Hanımdı… Doğrusu ya, kişiliğine ve siyaset anlayışına son derece hayranlık duyduğum Bülent Ecevit’in Başbakan olarak meclis kürsüsünden “lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” (**) diye seslenişi bende de büyük hayal kırıklığı uyandırmıştı. 

-Demokrasi anlayışımız, laikliği algılayışımız bu muydu yani?  İrticacıyı biz başörtüsünden mi tanıyacaktık? Dönemin şeriatçı olduğunu saklamayan milletvekili Hasan Mezarcı’nın kravatını beline bağlayarak meclise gelişi neden sorun yaratmıyordu acaba?

İşte Nazlı Ilıcak’la daldan dala sohbette yakın-uzak geçmişteki bu olayların hepsini konuştuk, sanıyorum o da “belki yazamadığı için mi acaba?” Konuşmaya susamıştı, bizimle pek çok şey paylaştı. Bunları ifade etmek kendisi anılarını yazarken tabii ki bana düşmez…

Sadece “Mapusluk günleri”nde en beğendiği, çokca dinlediği gazeteci Yavuz Oğhan imiş, bunu söylediğini (Tarafsız, iyi habercilik her daim herkesin baştacı değil midir?) Şimdilerde elindeki kitaplardan biri Levent Gültekin’in “Kasırga”sı  olduğunu kaydetmekle yetineyim.  

Bakalım Nazlı Ilıcak anılarında neler anlatacak? Bekleyip okuyalım…

(*) Kenan Evren’in 1.1.1981 tarihli konuşması 

(**) https://t24.com.tr/video/ecevit-kavakci-icin-mecliste-34lutfen-bu-hanima-haddini-bildiriniz34-demisti,7847


Salı, Nisan 26, 2022

Bir çanta öyküsü ve Tevfik’in vedası

 



Tevfik’le SBF Basın Yayın Yüksek Okulunda aynı sıraları paylaştık, çok yakın değildik belki ama severdik birbirimizi. Okul bitti, herkes farklı yerlere savruldu, onun deri işleme merakı olduğunu ta o zamandan bilirdim, yakınlarda ben de merak sardım.


Yıllar içinde pek bir araya gelemedik, o Kaş’ta yaşıyordu, ben Ankara’da,  ama sıkça yazışırdık.



Geçenlerde kendi yaptığı firuze işlemeli bir deri çantayı Face’de paylaştı, ben de kedigözüyle yaptığım bir deri bilezikle yanıt verdim. Tevfik bu işin ustasıydı, benimkisi sadece çıraklıktı. Epey şakalaştık. Ben o güzelim çantasının resmini hesabımda paylaşıp, tezgahının adresini verdim, o da bana, “beni çalıştıracaksın bu yaz” diye şakayla karışık sitem etti.


Önceki gün, sınıf arkadaşımız Alpaslan, Tevfik’in hastaneye kaldırıldığını haber verdi, bugün onu kaybettiğimizi öğrendik. 


Tam bir şoktu benim için… Tevfik’in yaşama bu kadar erken veda edişi büyük haksızlıktı,  kahroldum desem yeridir.


Bir kaç saat önce ise tuhaf bir şey yaşandı…


Gazeteciler Cemiyetindeki toplantımız sırasında Başkan Nazmi Bilgin, Tevfik’in çanta paylaşımını Face’de gördüğünü, çok beğendikleri için ve eşiyle birlikte dün Kaş’ta  Tevfik’in tezgahını aradıklarını söyledi, bulamamışlar, komşu dükkanlardan, Tevfik’in henüz tezgahını açmadığını söylemişler…


Bu kadar basit mi yaşam?


Bir gün varsın bir gün yok…


Ama günlerce uğraşıp ortaya çıkardığı çanta bir yerlerde hala duruyor.


Çok acı…


Güle güle Tevfik… Sevgili dost❤️

Pazartesi, Nisan 18, 2022

Yalan politikacının ekmeği!






Gazeteciler Türkiye’de siyasetin fotoğrafını en iyi çekenler arasındadır. Onların sayfalara-ekranlara-sanal kayıtlara geçen izlenimlerine baktığınızda ülkede neler yaşandığını “şıp diye” çözersiniz.

-Yani neyi çözmüş oluruz?

-Neyi olacak, “yalanın politikacının ekmeği” olduğunu, seçim sürecinde verilen sözlerin laf olsun diye verildiğini, asla tutulmadığını ve bu durumun ülkenin kaderi olduğunu anlamış olursunuz.

-Sen bize niye şimdi karamsarlık aşılıyorsun? Hani her şey çok güzel  olacaktı?

-Olur belki ama fazla hayal kurma bence… Daha doğrusu, sana  Turgut Özal’ın 29. Ölüm yıldönümünde geçmişten bir olay nakledeyim, kendin karar ver…

—Özal’ın unuttuğu sözler—

28 Eylül 1986’da Türkiye ara seçimlere gitmişti... Seçim öncesinde, ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Turgut Özal, seçim stratejisini “partisinin oyları belli bir oranın altına düşerse istifa edeceği” sloganıyla yürüttü... Enflasyon almış yürümüş, bürokrasi,  “prensler” saltanatıyla hallaç pamuğu gibi atılmıştı... Semra Özal’ın “papatyalar” skandalları da kötü gidişin bir başka fotoğrafıydı...

Derken seçimler yapıldı ve ANAP adeta eridi, tabii oy oranı da Özal’ın koyduğu çıtanın altına düştü...

Özal, bu konuları değerlendirmek üzere basın toplantısı düzenlemişti, ben de oradaydım... Toplantıya katılan, hayranlık duyduğum  iki duayen gazeteci, Cüneyt Arcayürek ve Uğur Mumcu sorularıyla Özal’ı köşeye sıkıştırsalar da Başbakan Nuh deyip Peygamber demiyor, “istifa ederim” sözünü çoktan unutmuş görünüyordu...

Toplantı çıkışında Cüneyt Arcayürek, Uğur Mumcu’ya Özal’ın ve kurmaylarının duyacağı şekilde seslendi:


-Yahu, ben bizim hanıma bunun onda biri kadar yalan söylesem, beni anında kapıya koyardı be!!!


Hepimiz kahkahalara boğulduk ama Özal ve kurmay cenahından hiç ses soluk çıkmadı... Dillerini yutmuşlardı sanki. 

Şimdi düşünüyorum da, nerde o gazetecilik? Devleşmiş gazeteciler? 

Ya politikacılar? Yalan politikacının ekmeği galiba... Şu yaklaşan seçimleri ve yeni yürürlüğe giren Seçim Yasası  etrafında dönen tartışmaları dikkate aldığımızda aklımıza başka ne gelebilir ki?

--Fotoğrafın öyküsü—

-İyi de yukardaki fotoğrafta hiç de kahkahalara boğulmuş görünmüyorsun, Özal’a ters ters bakıyorsun, onu bir anlat bakalım?

Turgut Özal Başbakan Yardımcısıydı, biz ekonomi muhabirleri için çok önemli bir kaynaktı, bir gün benim bir haberime kızdı (*) ve uzun süre ambargo yedim... O sırada Tercüman Gazetesindeydim. Almanya Temsilcimiz Fethi Akkoç kendisi için randevu almamı istedi. Başdanışmanı Mehmet Keçeciler aracılığı ile randevuyu kolayca alabildim, çünkü Özal için Almanya’da sesini “gurbetçilere” duyurmak önemliydi... 

Fakat makam odasına girdiğimizde Özal:

-Biz Nursun Erel’i davet etmemiştik 

demesin mi? 


İspermeçet mumu” haberimden kaynaklanan kızgınlığı demek hala geçmemişti...

Keçeciler ise çok sempatik bir insandı, dedi ki: 

(Konya Belediye Başkanlığı sırasında üstüne yapışan -takunyalı- lakabını es geçiyorum... Sorbonne’dan lisansüstü diplomasını, ezbere okuduğu Nazım Hikmet şiirlerini ve yurtiçi-yurtdışı gezilerde ‘devletin verdiği maaş bize yeter’ diyerek kesinlikle harcırah almadığını hatırlatayım


-Efendim Tercüman Gazetesi sözkonusu olunca ayrım yapmak istemedik. Nursun Hanımı severiz. 

İşte yukarıdaki resim o günden kalma... Ne kadar kızgın bakıyorum Özal’a değil mi?

-Ama o haberine kızmış olmasına rağmen seni kabul etmiş söyleşiye? Bu da onun demokratik bakış açısını ortaya koymaz mı?

-Evet, orada haklısın. Özal, gazetecilerle birlikte olmaktan asla kaçınmazdı. Olumlu olumsuz her konudaki sorulara açıktı, hatta en acımasız eleştirileri  yapan, trajikomik olayları kapakta abartılı karikatürleriyle ortaya koyan mizah dergilerini dikkatle takip eder, karikatürlerin orijinallerini ister, karikatüristlerle ahbaplık ederdi… Hatta o kadar komplekssiz bir adamdı ki, yaşamında sadece Teksas Tommiks okuduğunu bile itiraf etmekten kaçınmamıştı.

-Neyse ki şimdi bizi yönetenler kitap okuma ve yazma kültüründe çok ilerideler. Dostoyevski okuduklarını duyuyoruz kendi ağızlarından, ekonominin kitabını bile yazmışlar.





Cumartesi, Nisan 16, 2022

Güneş parayla sıvanıyormuş!


Çocukluğumuzda “kurban kesimi” başka yer olmadığı için evlerin arka bahçelerinde yapılırdı. Günlerce sevip, okşayıp, elimizle beslediğimiz koyunlarımızın gözümüzün önünde kesilişini gözyaşları içinde çaresizce seyrederdik. Pek çok arkadaşımın sırf bu nedenle “et yemekten soğuduğu”na tanık olmuşumdur.


-Ya hunharca öldürülen Suudi Gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz’in durumuna ne demeli?


Bütün dünyanın gözü önünde cereyan eden bu faciayı bizler de “o gün” ekranlardan takip etmiştik hatırlıyor musunuz? Gerçi, ne olup bittiğini o anlarda farketmesek de, Kaşıkçı’nın olası sonunu içimiz ürpererek sanki öngörüyorduk. (*)


Suudi gazeteci Kaşıkçı, ülkesindeki haksız, hukuksuz, demokrasiden uzak, insanı yok sayan, “sultanların iki dudağı arasındaki rejim”i eleştiren yazıları nedeniyle ülkesinde hedefe yerleştirildiği için, kaderini buraya bağlamış, Türkiye’ye yerleşerek yaşamında yeni bir sayfa açma çabasına girişmişti. Hatice Cengiz ile evlenmek üzereydi, nikah belgelerinin tamamlanması için hala vatandaşı olduğu Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğuna “randevu alarak” gitmişti.


Zavallı Kaşıkçı, nereden bilebilirdi kendi ölümüyle randevulaştığını? Azrail’in “Suudi yetkililer” kılığına girerek kendisini konsoloslukta beklemekte olduğunu?


Meğer Kaşıkçı randevu talebinde bulunur bulunmaz, Suudi Prens Bin Selman’ın talimat ve onayıyla harekete geçen, İstanbul’a gönderilen  özel infaz timi onu yok etmeyi ince ince planlamış ve harekete geçmişti.


O dakikalarda konsolosluk binasının dışında Kaşıkçı’yı bekleyen nişanlısı Hatice Cengiz tahmin edebilir miydi bu felaketin yaşanacağını? Nişanlısının, içeride başına naylon torba geçirilmiş halde  son nefesini vermekte olduğunu, Suudi infaz timi tarafından birazdan doğranıp parçalara ayrılarak bavul içine konulup konsolosluktan çıkarılıp yok edileceğini? Bu vahşi cinayetin delillerinin ortadan kaldırılması için Suudi tarafının elinden gelen her çabayı harcayacağını? 


Suudiler zavallı Kaşıkçı’yı katlettikleri anlarda farkında olmasa da vahşi cinayet “canlı olarak kayıt altına alınıyordu…” Kim bilir ne zaman konsolosluk binasına ve cinayetin işlendiği odalara yerleştirilmiş kayıt cihazları çalışmaktaydı, Cemal Kaşıkçı’nın son nefesini verişini, infaz timinin konuşmalarını, infaz sonrasında  Kaşıkçı’yı kesip biterken kullandıkları aletlerin çıkardığı sesleri de saniyesi saniyesine kaydetmişlerdi. (**)



Bu facianın yaşandığı anlarda dışarıda bekleyen Hatice Cengiz, nişanlısının saatlerce binadan çıkmaması üzerine yakın dostları AKP’li Yasin Aktay’ı arayarak çare aramaktaydı, Yasin Aktay ise  MİT Müsteşarı Fidan’ı bilgilendirmiş ve “cinayet”  iki saat içinde geriye dönük kayıtların dinlenmesiyle anlaşılmıştı. O iki saat içinde Cemal Kaşıkçı’nın cesedi yok edildi, vahşi infazı gerçekleştiren infaz timi de özel uçakla İstanbul’dan ayrılıp, Riyad’a geri döndü. 


Sonraki saatlerde tam olarak deşifre edilip, tercüme edilen bant kayıtları, Cemal Kaşıkçı cinayetinin kan donduran detaylarını ortaya koydu, hatta CIA Başkanı dahil pek çok yabancı istihbarat yetkilisine dinletildi, ve kapsamlı hukuk süreci başlatıldı… 


-Sonra ne mi oldu? 


Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sert demeçleri ile Suudi’lere karşı başlatılan dünya çapındaki dev kampanya, ortaya çıkarılan belgelerin, kayıtların dış kamuoyu ile paylaşılmasıyla ve yürüyen hukuk süreciyle dalga dalga genişletildi.


Sanıyorduk ki, bu vahşi cinayeti işleyen Suudi’ler ceza görecek, cinayeti azmettiren en üst düzeydeki adamın “Prens Selman olduğu” net biçimde ortaya konulacak ve dünyanın gözü önünde suçlular ilan edilecek.


-Peki böyle mi oldu?

-Yok canım ne gezer, her zamanki çifte standart düzeni yine ortaya çıktı, emir demiri kesti ve güneş bu kez balçıkla bile değil, parayla sıvanıverdi. 


Bu sözler bana ait değil, Cemal Kaşıkcı’nın “özgürlük ve demokrasi” makalelerini yıllar boyu yayınlayan The Washington Post, Türkiye ekonomisinin dar boğazda olduğuna dikkati çekerek, “Cumhurbaşkanı Erdoğan kaynak umutlarını bağladığı Suudi Arabistan’ın isteğini yerine getirerek Kaşıkçı’yı ihanet etti, Türkiye’deki dava sürecini Riyad’a devretti” diyor. (***) 


Onca haykırış, kayda geçmiş çığlık, gözyaşı, isyan sözü, verilmiş demeç  filan bu kararla silindi gitti… (****)


Bizlere de bilmem kaçıncı kez “bu kadarı da olmaz” dedirttiler


 (*) https://youtu.be/Z66BL0zMEio

(**) https://www.dr.com.tr/Kitap/Diplomatik-Vahset-Cemal-Kasikci-Cinayetinin-Karanlik-Sirlari/Ferhat-Unlu/Arastirma-Tarih/Politika-Arastirma/Politika/urunno=0001790075001

(***) https://www.washingtonpost.com/opinions/2022/04/02/turkey-betrays-jamal-khashoggi-biden-must-not/

(****) https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/cemal-kasikci-dosyasi-devredildi-erdoganin-bu-sozleri-ortada-kaldi-bunlar-insanlari-enayi-zannediyor-1923466








Pazartesi, Nisan 11, 2022

Bizim “Hermanos” (kardeşler) acep nerelere gitti?







Sokrates, “hayatta bir tek şey biliyorsam o da hiç bir şey bilmediğimdir” demiş ya, bizimkisi de aynı hesap… Hiç bir şey bilmediğimi bilmekle beraber, doğduğum, bunca zaman yaşadığım kent olan Ankara’ya dair de meğer “hiiiç bir şey bilmiyormuşum.” Çocukluğumda, gençliğimde de kulağıma “Yahudi Mahallesi”, “Samanpazarındaki Sinagog” lafları ara ara çalınırdı ama yıllar sonra  bir gün oraları ilk kez detaylı olarak gezip fotoğraflayabildim.




Artık kimselerin oturmadığı, yıkık dökük konakları, evlerin sağlı sollu sıralandığı daracık sokakları, yerinde yeller esen ünlü okulun otlar bürümüş bahçesini gezerken o sessizlikte aklımdan kimi hayali seslenişler geçti:


-Baciiika baciika (ev işlerini gören Kürt bacılar) bize biraz odun kessen sonra da çeşmeden su taşısan olur mu?

-Hermana (kızkardeş) yarın ne yapıyorsun? Hamama gidecektik, vazgeçmedin değil mi?

-Bizim oğlanın Bar Mitzvah’ı (*)  yaklaşıyor, oturup da neler yapacağımızı bir konuşalım


Oysa o sesler çoktan susmuştu. 




İshak Alaton’un doğduğu ev yıllar önce yıkılmış, Yahudi çocuklarının Fransızca eğitim gördüğü ünlü okulun “ahşap giriş kapısı” bir polis noktasına monte edilerek bunca yıldır ayakta tutulabilmiş, Sinagogun cümle kapısına ise asma kilit asılmıştı. 


Soğuk kış bitmeden Birlik Mahallesinde bir pırasa köftesi veya şambrak (**)  yapacak Yahudi komşular çoktan, önlüklerini duvardaki çiviye asıp, Ankara’daki mutfaklarına, evlerine veda etmişti. 


Neyse ki tarihi Şengül Hamamı hala bakımlı, ayakta ve çalışır durumdaydı ama diyelim ki bir gün hamama gittim, Davut Yıldızlı  (***) göbek taşına uzandım, sonrasında ortak kullandığımız kurnadan bir Yahudi hermana (kızkardeş) ile birbirimizin sabunlu başına pirinç taslarımızla sıcak su dökebilecek miydik? 


Peki ama, ezelden beri Denizciler Caddesi ile Anafartalar Caddesi arasında yerleşik yaşayan bizim Yahudi komşular, yüzyıllar sonra nerelere göçüp gitmişti? 


Ta, Romalıların kenti fethedip, Galatlılardan ele geçirdiği sıralarda bile buradaki beş mahallenin yerleşik halkının tümü Yahudilerden oluşmuyor muydu? 


Evliya Çelebi, 18. Yüzyılda Ankara’yı gezdikten sonra “Seyahatname”sine “bu şehrin Yahudisi çoktur, oniki  mahalleyi birden kaplarlar” notunu düşmüş ise, sonra neler olmuştu da bizim Yahudi kardeşlerimiz (hermanos) bizi terketmişti?


Yazık ki o kadim Yahudi mahalleleri çoktandır direnmeyi bıraktı, artık hepsi birer birer enkaza dönüşüyor, tabii zaman her şey gibi onların da en büyük düşmanı. Hükümetten ya da kent yöneticilerinden nadiren “buraları yenileyip kültür geçmişimize kazandıracağız” tarzında açıklamalar gelse de tarihi mahalleler çoktan yok olmaya teslim olmuş… 




1843’de büyük tadilat gören, 1900 başında da yeniden düzenlenen Sinagogun kapısı artık Ankara’da cemaat kalmadığı için çok nadir  açılıyor, Türk-Yahudi topluluğuna sahip çıkan Can Özgön’e göre, kentteki ailelerin sayısı iki elin parmaklarını bile bulmuyor. 


Varlık Vergisinin gadrine uğrayan (****)  ailelerin bir kısmı İstanbul’a göçmüş, kimileri de 1948 sonrası İsrail’e nakletmiş. Hahambaşı Rav İsak Aleva, bir süre önce Ankara’daki Sinagogu ziyaretinde, “yıllarca devletimiz yok diye üzülenler vardı ama aslında bizim devletimiz Sinagoglarımızdı” dese de bilmem  ki gerçekçi miydi?



1900 başlarında Sinagogun tam karşısına İtalyan mimarların tasarlayıp inşa ettiği Araf ve Albukrek ailelerine ait güzelim konaklar da şimdilerde zamana yenik düşmek üzere… 


Hüzünlü bir Pazar gününü geçirdiğim tarihi semtin fotoğraflarını çekerken  sürekli kafa yorup durdum:


“Neden yaşanmışlıklara sahip çıkamıyoruz? Kaybetmekte olduğumuz geçmişimizden sadece yetkililer mi sorumlu? Yahudi-Türk girişimciler bu işlere bir el verse olmaz mı?”


(*) http://www.turkyahudileri.com/index.php/tr/yahudilik/100-bar-mitzva

(**) https://www.avlaremoz.com/2017/06/29/musevi-sefarad-mutfagi/

(***) https://tr.wikipedia.org/wiki/Davud%27un_Y%C4%B1ld%C4%B1z%C4%B1

(****) https://www.salom.com.tr/haber/120319/varlik-vergisi-gercegi


Okumak isterseniz:

http://enverarcak.blogspot.com/2010/04/yahudi-mahallesi.html

 BAHAR, Beki L., Efsaneden Tarihe Ankara Yahudileri, Pan Yayıncılık, İstanbul, 2003.

https://www.youtube.com/watch?v=DW4VGAyJKIY

http://www.salom.com.tr/haber-67774-ankara_yahudileri.html



Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...