“Bugün biraz erken çıkayım da yol alayım” dedim ama şanssızlık işte, yanımdaki “tek ayakkabım!” izin vermedi, üst bandı kopmasın mı?
-E, ne yapacağım şimdi?
Yürümek mümkün değil, bir bant bulsam da yapıştırsam mı acaba? Olmaz ki, tutmaz, belki dikilebilir, ama o kalın bandı dikmek kolay mı? Ancak yorgan iğnesiyle mümkün, keşke bulabilsem ama “bu devirde hangi Parisli Hanım yorgan kaplayacak?”
-Hay aksi, Ayşegül’ün ayakkabıları da bana olmaz ki…
Uzatmayayım, daldım arkadaşımın gardrobuna (işine çok erken gidiyor! iznini bile alamadım) dikiş kutusunu buldum, yuppiiii, içinde yorgan iğnesi bile var! Ayakkabımı tam 1 saatte tamir etmeyi başardım, yola çıktım, istikamet; Sevre’deki Saint Cloud Bahçeleri. (*)
-Aa, meşhur bahçeler… Hani Marie Antoinette’in gül bahçesi de oradaymış, gülü ve menekşeyi çok severmiş de, gül desenli, ipekli giysiler giyer, mutlaka elinde, hatta bütün odalarında bir gül bulundururmuş.
-Evet orayı da göreceğim ama önceliğim Sevr Antlaşmasının (**) imzalandığı bina…
Paris’in banliyölerinden Sevr’e 9 nolu metro hattı Pont De Sevre ile gidiliyor, son durakta inip, biraz yürüdükten sonra 15. Yüzyıldan bu yana korunan, 460 hektara kurulu, bir zamanlar 14. Lui den, Napolyon’dan izler taşıyan o muhteşem bahçelere ulaşıyorsunuz. Gerçi kralların yıllar önce kullandığı yazlık saray artık yok ama, bir zamanlar Marie Antoinette için gül yetiştiren bahçeler hala duruyor.
-Aman bu ne güzellik, sık ağaçların karanlık gölgelerinde kuş seslerini dinleyerek yürümek insana nasıl da yaşama sevinci veriyor.
-A, işte o meşhur teraslı havuzlar, rüya gibi, her bir havuz ayrı ayrı incelenmeye değer heykellerle bezeli, kat kat sıralı havuzlar şelale etkisi yaratmak için yapılmış. Nedense şimdilerde havuzlardan aşağıya kat kat dökülen sular kesintiye uğratılmış. Kim bilir? Belki de renovasyon yapıyorlardır. A, ama havuzlarda yüzen şu kocaman balıklara ne demeli?
Teraslı havuzlara yürürken epey zaman harcadım, öğlen sıcağı da bastırdı, hayret, Paris Haziran’da 38 derece sıcaklığı görür müymüş? Şimdi geri dönmeli, yolum uzun, Sevr Antlaşmasının imzalandığı müze-binaya (***) öğle tatilinde kapanmadan bir ulaşabilsem… Haydi tabana kuvvet, nasılsa ayakkabı artık sağlam!
Eveeet, uzun yürüyüş sonrası, Fransızların gurur duyduğu ünlü porselenlerin de sergilendiği müzeye ulaştım. Görevli, öğle tatili arası verilmeden önce müzeyi gezmek için sadece yarım saatim olduğunu söylüyor, haydi koşar adım gezeyim o zaman…
Girişten itibaren inanılmaz güzellikteki porselenlerle dolu müzeyi hızla incelemek ve bir kaç fotoğraf çekmek istiyorum ama önce üst kata çıkıp bir bakayım, Türkiye’yi liğme liğme edip parçalayan, “dumanı tüten leziz bir hindi! gibi Avrupalılara ikram eden” antlaşmanın imzalandığı salon nasılmış?
-Hmmm, ortasında dev bir koltuk duran salonda, çepe çevre sergilenen harika porselenler var ama antlaşmanın imzalandığı masalar çoktan kaldırılmış.
-Damat Ferit (****) acaba eline tutuşturulan dolmakalemle Osmanlının felaketini getirecek 433 maddeyi sıralayan belgeleri imzalarken eli titremiş miydi?
-Onu bilmeyiz de, antlaşma 10 Ağustos günü imzalandığına göre, büyük olasılıkla şıpır şıpır terlemiştir, hatta salondan ayrılıp aşağı inerken merdivenlerde “ben ne yaptım?” Diye de düşünmüş olabilir.
-“Ah Damat Ferit, yaktın bizi…”
Kim bilir, belki birileri, Sadrazam’a binadan çıkışı sırasında böyle seslenmiş olabilir mi?
Müzenin bir yetkilisiyle kütüphaneye girebilmek için konuşuyorum, belki antlaşmanın imzalanmasına ilişkin fotoğraf veya kimi belgeler bulabilirim diye, ama terslik bu ya bu konudan sorumlu görevli bugün orada yokmuş.
-Binanın salonları birbirinden güzel daha doğrusu güzel sözünün eksik kaldığı porselen örnekleriyle dolu. Zaman olsa insan burada keyifle saatler harcayabilir.
-Şu çalışma masasına bir bakın? İnanılmaz güzellikte resimlerle süslü porselen masayı kullananlar acaba aşk şiirleri değil de neler yazmıştı?
-Aaaaa, o anda çığlık atmamak için kendimi zor tutuyorum. Vitrinlerden birinde porselen bir “mekik” görüyorum. Mekik öylesine zarif dizayn edilmiş, öyle güzel resimlerle süslenmiş ki, gözlerimi alamıyorum. “O mekiğinin sahibi olan hanımefendi zarif elleriyle kim bilir ne harika danteller işlemişti?” Diye hayal etmeye çalışıyorum.
Hayal etmek güzel de, dışarıda hava hala çok bunaltıcı. Koşar adım metro istasyonuna inmeli, nasılsa Trocadero’ya kadar epey durak var, oturacak yer de bulursam biraz serinlerim. Çantamdaki su bile neredeyse kaynama derecesinde.
Neyse, sonunda Trocadero’da iniyorum, insan kalabalığı artıyor, herkes Eyfel’e koşuyor. Demir kuleyi görmek, resim çektirmek isteyen yüzlerce turistin arasındayım.
-A, sıra sıra dikilmiş o tahta perdeler de ne? “Eyfel görünmesin diye” mi uğraşmışlar? Belli ki yine bir tamirat durumu var…
-Gençlerin hınzırlığına bak, ya aşklarını sonsuza kilitlemek ya da Paris’e tekrar gelmek için kilitler takmışlar tellere.
-Eskiden de Sen Nehrindeki köprülerin üstüne takıyorlardı kilitleri. Hatta köprülerden birine o demir kilitler takıla takıla öyle bir ağırlık oluşturmuş ki, bu durumu tehlikeli bulup sökme kararı almışlardı.
-Ayol, kilit de neymiş? Hangi aşk sonsuza dek sürer ki?
(*)https://en.m.wikipedia.org/wiki/Parc_de_Saint-Cloud
(**)https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sevres-sevr-antlasmasi-10-agustos-1920/
(***)https://www.sevresciteceramique.fr/
(****)https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-53723341