Şu Corona salgınına “bardağın yarısı boş mu dolu mu?” Diye baksanız neler düşünürdünüz?
Mesela, okumaya bir türlü zaman ayıramadığınız kitaplar mı var elinizde? Ne güzel, çok sevindim.
Durun bakayım, benim aklıma gelenler hangileri?
Çocukluğumun o unutulmaz dergileri,”Çocuk Haftası”... Henüz okuma yazma bilmiyordum, annemle babam, ağabeyim Mehmet Alev’i dergiye abone etmişlerdi, o evde yokken elime alır, saatlerce içindeki resimlere bakardım... Okumayı söktüğümde daha keyifli hale geldi Çocuk Haftası... Yıldırım Kaptan nasıl da uçarak yetişir, kötüleri yok ederdi. Kemalettin Tuğcu’nun o hüzünlü öykülerini tekrar tekrar okuduğumda bile boğazıma bir şeyler tıkanır, yutkunamazdım...
İki oda bir saloncuk evimizin en renkli ve içine girdiğimde hemencecik kayboluverdiğim dünyasıydı köşedeki kitaplık. Babam formika kaplamadan yaptırmış, eve ilk getirdiğinde en üst rafa ansiklopedileri dizmişti, Ticaret Ansiklopedisi, Türkiye Ansiklopedisi ve Hayat Ansiklopedisi.... Her biri altı yedi ciltten oluşan kırmızı, lacivert ve yeşil bez kapaklı ansiklopediler... Şimdiki Google yerine biz eskiden onlara başvururduk ev ödevlerimiz için, zamanla bizim kitaplık mahallede meşhur oldu, komşu çocukları sık gelirdi:
-Servet Amca, İç Anadolu’yla ilgili ödevim için detaylı bir harita bulmam lazım...
Ansiklopediler nasılsa bizimdi, hep elimizin altındaydı ya, onun için diğer kitaplardan sıkıldığımda başvururdum onlara. Ah o unutulmaz kitaplarımız... O formika kitaplık...
Mesela Michel Zevako’lar, Pardayanlar serisi, aman o ne kapaktı öyle Kraliçe İzabo’nun resmedildiği kapak... Kraliçe, iç gıcıklayıcı göğüs dekoltesiyle (mavi miydi elbisesi?) uzanmış, gözleri yarı kapalı... O da mı Pasavan’a aşıktı? İyi kalpli, yakışıklı ve kadınların gözdesiydi başroldeki Hardy Dö Pasavan... 17. Yüzyılın Paris’ini atıyla bir uçtan bir uca kateder, ne maceralar yaşardı... Tüilleri Bahçelerini (*) ne kadar merak ederdim, kafamda öyle çok resim çizerdim ki... Mithat Sertoğlu’ydu galiba çeviren.
Annemin okul yillarından kalma küçük bir Fransızca kitabı vardı bez ciltli... İçinde pek çok şarkı, notalarıyla ve resimlerle yer alırdı. Sonra babam Alman Kültür Derneğine yazılmıştı da bordo renkli, lake kapaklı bir Almanca gramer kitabı getirip koymuştu kitaplığa... Ziraat Bankası, çalışanlarını dil öğrenmeye teşvik etmek için ücretsiz olarak onları Alman Kültür’e gönderiyordu galiba... Babamın elinden kitabı ve gazetesi̇ asla düşmezdi, önceleri Akşam gazetesi girerdi eve, sonraları Milliyet... Çetin Altan’ın Taş sütununu mutlaka çizerek okurdu. Ben “Fatoş” ile “Hoş Memo” bantlarını çok severdim...
Ömer Seyfettin’in öyküler külliyatı, Yahya Kemal’in “Safahat”ı bez ciltli olarak kitaplığın ikinci rafını doldururdu. Ağabeyimin ortaokulu dereceyle bitirdiği yıl, Atatürk Lisesinde ona törenle armağan edilen iki ciltlik “Nutuk” da kitaplıkta yerini aldı.
Hayal meyal hatırladığıma göre bir sonbahar günü, ABD başkanı JF Kennedy suikaste uğramıştı, babam onun “Fazilet Mücadelesi” kitabını acaba o gün mü almıştı?
Sonra ben ortaokuldayken babam eve Dostoyevski’nin “Ezilenler”ini getirdi. İşte o gün başladı bendeki Rus Yazarları aşkı... Etkileyici, kült anlatımları vardı Rus yazarlarının... Arada beni çok güldürenleri de oldu... Bu yüzden, “Çarın Çizmeleri”ni elimden hiç bırakamazdım, Mihail Zoşçenko’ya her okumada daha bir sevgi duymuştum. Sonraları kalbimde Aziz Nesin almıştı onun yerini... Ne kadar akıcı, nasıl güldürüp düşündürerek anlatırdı Nesin olayları karikatürize ederken... Bir kez karşılaştım Nesin’le, Uğur Mumcu’nun cenaze günü... “Cumhuriyet”te çalışıyordum, Sakarya caddesindeki binanın en üst katındaydık, sokaklar caddeler insan almıyordu, o derece mahşeri kalabalık vardı, bir yandan da kar, yağmur, boran dövüyordu Ankara’yı. Bana büroda kalma görevi verilmişti, art arda gelen ajans haberlerini, siyasilerin açıklamalarını taziyelerini habere dönüştürüp merkeze geçme görevi... Aziz Nesin büroya buyur edildi, iki masa arkamda oturuyordu, çayını yudumlarken dalgınca pencerelerden izliyordu dışarıdaki mahşeri kalabalığı... Büroda sadece ikimiz vardık, konuşmadık hiç... Söylenecek bir şey yoktu.
E, ben yazmaya Avni Lifij diye başlamıştım ama...
Şimdi Corona karantinasındayız ya... İnsan okumanın yazmanın en çeşitli halleriyle tanışıyor belki de ondan kaptırıp gittim böyle, savruldum... Elimde Selim İleri’nin “Bir Gölge Gibi Silineceksin” başlıklı denemeleri var... Onun Avni Lifij’den söz ettiği sayfalara denk geldim şimdi:
“Bununla birlikte, Avni Lifij için geriye kalmayacak, silinmeye yazgılı, uygarlığın ressamı diyebilir miyiz? Köşkler, bahçeler, saraylar, çeşmeler, medreseler, camiler henüz yerli yerindeyken ve iyi kötü bayındırken, bu ressam hepsinde tozarmışlığı alımla. (O saçaklı Köşk neredeydi? Bugün duruyor mu? Saçaklı köşkün de karıştığı handiyse eridiği günbatımı silme hüzündür.)
Renklerin alacalı oluşuna karşın, bu resimlerde yürek burkucu bir melankoli, ıssızlık, unutuluş, terkedilmiştir, sona eriş sezilir. Payitaht kendi içine kapanmış, dahası kendini yok etmeye koyulmuştur, renkler besbelli alacalarını son kez tutuşturmaya uğraşmaktadır.
Dur bakayım? Ne kadar olmuş ben Avni Lifij sergisini (hem de tüm eserlerinin yer aldığı!) gezeli... Hemen sayfaları açıp bakıyorum çektiğim fotoğraflara... (**)
Dışarıdaki deli rüzgara, Corona dehşetine rağmen bu ne muhteşem bir esaret, elimde kitabım, yanımda dünyayı odama taşıyan şu elektronik aletler...
(*) Tuilleries Bahçıvanının Günlüğü- Nursun Erel
https://draft.blogger.com/blogger.g?blogID=8040302494100421276#editor/target=post;newUi=1;postID=237459699198200959
(**) https://www.facebook.com/media/set/?set=a.10157549269602870&type=3