Bu Blogda Ara

Pazar, Mart 29, 2020

Avni Lifij




Şu Corona salgınına “bardağın yarısı boş mu dolu mu?” Diye baksanız neler düşünürdünüz? 

Mesela, okumaya bir türlü zaman ayıramadığınız kitaplar mı var elinizde? Ne güzel, çok sevindim. 

Durun bakayım, benim aklıma gelenler hangileri? 

Çocukluğumun o unutulmaz dergileri,”Çocuk Haftası”... Henüz okuma yazma bilmiyordum, annemle babam, ağabeyim Mehmet Alev’i dergiye abone etmişlerdi, o evde yokken elime alır, saatlerce içindeki resimlere bakardım... Okumayı söktüğümde daha keyifli hale geldi Çocuk Haftası... Yıldırım Kaptan nasıl da uçarak yetişir, kötüleri yok ederdi. Kemalettin Tuğcu’nun o hüzünlü öykülerini   tekrar tekrar okuduğumda bile boğazıma bir şeyler tıkanır, yutkunamazdım... 
İki oda bir saloncuk evimizin en renkli ve içine girdiğimde hemencecik kayboluverdiğim dünyasıydı köşedeki kitaplık. Babam formika kaplamadan yaptırmış, eve ilk getirdiğinde en üst rafa ansiklopedileri dizmişti, Ticaret Ansiklopedisi, Türkiye Ansiklopedisi ve Hayat Ansiklopedisi.... Her biri altı yedi ciltten oluşan kırmızı, lacivert ve yeşil bez kapaklı ansiklopediler... Şimdiki Google yerine biz eskiden onlara başvururduk ev ödevlerimiz için, zamanla bizim kitaplık mahallede meşhur oldu, komşu çocukları sık gelirdi:

-Servet Amca, İç Anadolu’yla ilgili ödevim için detaylı bir harita bulmam lazım...

Ansiklopediler nasılsa bizimdi, hep elimizin altındaydı ya, onun için diğer kitaplardan sıkıldığımda başvururdum onlara. Ah o unutulmaz kitaplarımız... O formika kitaplık... 

Mesela Michel Zevako’lar, Pardayanlar serisi, aman o ne kapaktı öyle Kraliçe İzabo’nun resmedildiği kapak... Kraliçe, iç gıcıklayıcı göğüs dekoltesiyle (mavi miydi elbisesi?) uzanmış, gözleri yarı kapalı...  O da mı Pasavan’a aşıktı? İyi kalpli, yakışıklı ve kadınların gözdesiydi başroldeki Hardy Dö Pasavan... 17. Yüzyılın Paris’ini atıyla bir uçtan bir uca kateder, ne maceralar yaşardı... Tüilleri Bahçelerini  (*) ne kadar merak ederdim, kafamda öyle çok resim çizerdim ki... Mithat Sertoğlu’ydu galiba çeviren. 

Annemin okul yillarından kalma küçük bir Fransızca kitabı vardı bez ciltli... İçinde pek çok şarkı,  notalarıyla ve resimlerle yer alırdı. Sonra babam Alman Kültür Derneğine yazılmıştı da bordo renkli, lake kapaklı bir Almanca gramer kitabı getirip koymuştu kitaplığa... Ziraat Bankası, çalışanlarını dil öğrenmeye teşvik etmek için ücretsiz olarak onları Alman Kültür’e gönderiyordu galiba... Babamın elinden kitabı ve gazetesi̇ asla düşmezdi, önceleri Akşam gazetesi girerdi eve, sonraları Milliyet... Çetin Altan’ın Taş sütununu mutlaka çizerek okurdu. Ben “Fatoş” ile “Hoş Memo” bantlarını çok severdim... 
Ömer Seyfettin’in öyküler külliyatı, Yahya Kemal’in “Safahat”ı bez ciltli olarak kitaplığın ikinci rafını doldururdu. Ağabeyimin ortaokulu dereceyle bitirdiği yıl, Atatürk Lisesinde ona törenle armağan edilen iki ciltlik “Nutuk” da kitaplıkta yerini aldı. 
Hayal meyal hatırladığıma göre bir sonbahar günü, ABD başkanı JF Kennedy suikaste uğramıştı,  babam onun “Fazilet Mücadelesi” kitabını acaba o gün mü almıştı?



Sonra ben ortaokuldayken  babam eve Dostoyevski’nin “Ezilenler”ini getirdi. İşte o gün başladı bendeki Rus Yazarları aşkı... Etkileyici, kült anlatımları vardı Rus yazarlarının... Arada beni çok güldürenleri de oldu... Bu yüzden, “Çarın Çizmeleri”ni elimden hiç bırakamazdım, Mihail Zoşçenko’ya her okumada daha bir sevgi duymuştum. Sonraları kalbimde Aziz Nesin almıştı onun yerini... Ne kadar akıcı, nasıl güldürüp düşündürerek anlatırdı Nesin olayları karikatürize ederken... Bir kez karşılaştım Nesin’le, Uğur Mumcu’nun cenaze günü... “Cumhuriyet”te çalışıyordum,  Sakarya caddesindeki binanın en üst katındaydık, sokaklar caddeler insan almıyordu, o derece mahşeri kalabalık vardı, bir yandan da kar, yağmur, boran dövüyordu Ankara’yı. Bana büroda kalma görevi verilmişti, art arda gelen ajans haberlerini, siyasilerin açıklamalarını taziyelerini habere dönüştürüp merkeze geçme görevi... Aziz Nesin büroya buyur edildi, iki masa arkamda oturuyordu, çayını yudumlarken dalgınca pencerelerden izliyordu dışarıdaki mahşeri kalabalığı... Büroda sadece ikimiz vardık, konuşmadık hiç... Söylenecek bir şey yoktu.
E, ben yazmaya Avni Lifij diye başlamıştım ama...
Şimdi Corona karantinasındayız ya... İnsan okumanın yazmanın en çeşitli halleriyle tanışıyor belki de ondan kaptırıp gittim böyle, savruldum... Elimde Selim İleri’nin “Bir Gölge Gibi Silineceksin” başlıklı denemeleri var... Onun Avni Lifij’den söz ettiği sayfalara denk geldim şimdi:

Bununla birlikte, Avni Lifij için geriye kalmayacak, silinmeye yazgılı, uygarlığın ressamı diyebilir miyiz? Köşkler, bahçeler, saraylar, çeşmeler, medreseler, camiler henüz yerli yerindeyken ve iyi kötü bayındırken, bu ressam hepsinde tozarmışlığı alımla. (O saçaklı Köşk neredeydi? Bugün duruyor mu? Saçaklı köşkün de karıştığı handiyse eridiği günbatımı silme hüzündür.)
Renklerin alacalı oluşuna karşın, bu resimlerde yürek burkucu bir melankoli, ıssızlık, unutuluş, terkedilmiştir, sona eriş sezilir. Payitaht kendi içine kapanmış, dahası kendini yok etmeye koyulmuştur, renkler besbelli alacalarını son kez tutuşturmaya uğraşmaktadır.


Dur bakayım? Ne kadar olmuş ben Avni Lifij sergisini (hem de tüm eserlerinin yer aldığı!) gezeli... Hemen sayfaları açıp bakıyorum çektiğim fotoğraflara... (**)

Dışarıdaki deli rüzgara, Corona dehşetine  rağmen bu ne muhteşem bir esaret, elimde kitabım, yanımda dünyayı odama taşıyan şu elektronik aletler...


(*) Tuilleries Bahçıvanının Günlüğü- Nursun Erel
https://draft.blogger.com/blogger.g?blogID=8040302494100421276#editor/target=post;newUi=1;postID=237459699198200959

(**) https://www.facebook.com/media/set/?set=a.10157549269602870&type=3


Cuma, Mart 27, 2020

Seni Uzaktan Sevmek

Kim ne derse desin, bu Corona salgını hepimizi öylesine ürküttü ki, korkudan öleceğiz vallahi, hem de öylesine  korkuyoruz, var mı ötesi?

-“Ecel geldi cihane, Corona virüsü  bahane”

Diyorsunuz, duydum, duydum, ama öyle değil işte...

Benim en büyük korkum ne biliyor musunuz? Son dakikalarımı, nefes alamadan, boğulur gibi geçirmek... Covit 19’a (*) maruz kalıp, günlerce sürünüp, sonunda kurtulanlardan duyduk. Oksijenin yetmediği, akciğerlerin sertleşip, temiz havaya adeta set  çektiği  bir kabusla, günlerce yüz yüze kalmışlar. Tam bir işkence.

Ha, bir de benden daha hassas durumdaki eşime geçer korkusunu yaşıyorum aslında, çünkü ameliyat  geçirdi ve henüz 1 ay oldu hastaneden kurtulalı.

Eh işte bu korkuyla yaşayan insan ne yapar?
Anlatayım...

Günlerdir dışarı çıkmıyoruz, esasen yiyecek konusunda tedbiri elden hiç bırakmazdık. Örneğin yazdan hazırladığımız yiyeceklerimiz vardı, dolmalık biberleri ipe dizip güneşte  kurutmuş, buzlukta enginar, barbunya, bezelye dondurmuştuk. Kışlık domates salçamız, turşularımız, tarhanamız çoktan hazırdı...
Dolayısıyla erzak alışverişi için dışarı çıkma ihtiyacımız fazla değil.
Gel gelelim et, süt, yumurta, tereyağ  ve taze kış sebzeleri için tabii ki alışveriş gerekiyor... Normalde  bunu biz de yapabilecekken Mehmet büyük bir özveriyle virüse mirüse göğüs gerip bu işi üstlendi, bize söz verdirip duruyor:

-Aman sakın dışarı çıkmayın, bana liste hazırlayıp gönderin ben alıp getireyim...

Çaresiz kabul ettik, listeler geçiliyor, sıra teslimata geliyor...

-Aaa kapı çalındı
-Kim olabilir yahu bu karantina sırasında?
-Mehmet mi acaba? Bizim için alışveriş yapacaktı bugün...

Kapıyı açıyoruz, evet o gelmiş.

-Hoşgeldin canım, girsene içeri
-Yok yok girmeyeyim ben, paketleri torbaları şuraya diziyorum, ben gidince siz alırsınız
-Ya, olur mu?  Gir içeri, yemek hazır, senin sevdiğin şeyleri pişirmiştim, bir iki lokma yersin
-Olmaz, ben dışarıda dolaştım, markete girip çıktım, virüs bulaştıysa size geçer
-E peki, tepsiye hazırlasam, sen diğer odada yemek yesen olmaz mı?
-Yok olmaz, haydi ben gidiyorum,  size afiyet olsun.

Of, ne tatsız şu yaşadıklarımız.  Oğlumuzla günlerdir birbirimizi görmemişiz, konuşacaklarımız birikmiş ama Corona endişesi aramıza giriyor, kapının eşiğinde  üç beş kelimelik sohbet  bile zor. Çoktan çekip gitmiş.

Televizyon açık, 65 yaş üstü yasağıyla (**) ilgili görüntüler var ekranda. Polis kovalıyor,  beyaz sakallı bir adam kaçıyor. “Ne saçma şey” diyorum, eşitlik ilkesine aykırı bir kere... Neymiş? Yaşı 65 den yukarı insanların sokağa çıkması yasakmış,  üstelik şu kadar da para cezası varmış, neden mi? Çünkü onlar virüs karşısında en savunmasız olanlarmış. Virüse maruz kalırlarsa ölebilirlermiş... Yani yaşlıları Coronadan yasakla, cezayla koruyacaklar. Eee,  peki gençler bu virüse şerbetli mi? Onlar da virüsü kapabilir ve yaşlı-genç herkese bulaştırabilir öyle değil mi? Aslında eskiden olsa yasal itiraz yoluna gidilir ve uygulama iptal ettirilirdi, nerde o bağımsız mahkemeler, hakimler? İki dudak arasından bir KHK çıkıyor, tamam... İşin en komik yanı da bizi yönetenlerin neredeyse tamamının 65 yaş üstü oluşu...  Bu kararlar onları bağlamıyor herhalde.



Peki biz bu salgına nasıl oldu da hazırlıksız yakalandık böyle? Sınırlar kevgir gibi bir kere, giren çıkan belli değil. Boşuna mı övündük 4 milyon mülteci besliyoruz diye? Örneğin Van’da çok fazla vaka varmış, çünkü salgında binlerce kayıp veren İran’dan o kadar çok gelen var ki...

Zaten iş Umre’ye giden binlerce kişiyle zıvanadan çıktı. Bir rivayete göre toplam 21 bin giden olmuş Umre için ve dönüşlerinde sadece son gelen bir kaç bini karantinaya alınabilmiş.

Tesadüfi yaşadığımız bir gerçekti de böylesine göz göre göre yapılan yanlışlar isyan ettiriyor insanı....

Kapı tekrar çalınıyor

-A, kim acaba?
-Mehmet olabilir bir şey unutmuştur belki,
-Kim o?
-Kargonuzu getirdim.

Kapı mecburi açılacak. Çok önce verilmiş siparişle Bodrum’dan gelen mandalinalar...

-Biraz ağır bu paket, siz kaldıramazsınız belki, içeri bırakayım mi?
-Yok yok aman orada kalsın
-İmzanızı atar mısınız? Aldım demeniz için
-Aman evladım, sen atıver bir imza...

Kargoyu getiren genç yüzümüze şöyle alaycı bir bakış atıp gidiyor... Acaba Corona endişemiz ona komik mi geliyor?

Oysa ben hiç gülmüyorum, dilimde Yaşar Güvenir’in şarkısı var:

-Seni uzaktan sevmek...

https://youtu.be/ds3g0l94lqA

Niye öyle yazılmış ki bu şarkı? O zamanlar Corona mı vardı sanki... Madem seviyordu, sıkı sıkı sarılsaydı sevdiğine, kucaklasaydı, hatta öpücüklere boğmalıydı onu... Uzaktan sevmek mi olurmuş?

(*) https://www.bbc.com/turkce/amp/haberler-dunya-51238220
(**) https://m.sabah.com.tr/gundem/2020/03/21/icislerinden-65-yas-ve-ustu-kisiler-icin-flas-karar/

Pazartesi, Mart 23, 2020

Ah, kimselerin vakti yok



Gülten Akın dememiş miydi?

“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar” 



Hep bu ilk sözleri yırtıp aldılar şiirinizden, devamını görmek istemediler bile Gülten Hanımcığım, sabırları yoktu, kalmamıştı. İnsanların kabalığı, hoyratlığı, benbenciliği, ilgisizliği tam da böyle bir şeydi... Gülümsemek şurada dursun, yüzümüze bile bakmadılar.Keşke sizi tanıyabilseydim, dertleşebilseydik karşılıklı... 

Sizi düşünerek ördüğüm bir danteli getirmeliydim, köpüklü bir kahve yapsaydım, dünya halinden konuşsaydık...Olamadı, gittiniz buralardan, yarım yamalak okuduğumuz 
şiirleriniz kaldı.

Ah Gülten Hanım, bir bilseniz bugünkü dünya nasıl acımasız...

İlk yaz

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp  kapatıyorlar

Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

"Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı
Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz
sisin dere ağızlarından sokulup akşamları
Fındıklarımızı basıyor
Neyleriz kararan tomurcukları
Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz
Tecimenlere yalvarıyoruz:
Bir "Hotel" bir gizli evlenme az çiziniz
Bir banka az çiziniz bir yalvarma
Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye

-Evet efendim

Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye
Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet
Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş
Toprağa tutku, kendinden dolayı
Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para
Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga
Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga
Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde

-Bilmiyoruz neden kavga.


Sonra kasabanın cezaevinde
Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz
Günlerimiz iterek genişletiyoruz
Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya
Kimselerin vakti olmasa da
Okulların kadın öğretmencikleri
Tatil günlerini çoğaltsalar da
Kutsal nemiz varsa onun adına
Gözlerimiz için bağlar dokusalar da
Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz








Cumartesi, Mart 21, 2020

Corona... Dünyanın sonu mu yoksa?

Yahu ne felaketmiş  şu eve tıkılıp kalmak? Zaman zaman;

- “Yok canım, bu bir kabus, bal gibi kabus, gerçek olamaz, nasılsa uyanırım yakında”

Diyorum kendi kendime,  ama binlerce, milyonlarca insan, ya da  tüm dünyalılar aynı anda, aynı kabusun bir parçası olabilir mi?

Düşünüyorum da, acaba bugüne kadar buna benzer bir durum yaşamış mıydık hiç?

-Hımmm bir düşüneyim bakayım...  Bir kere nüfus sayımları vardı, o Pazar günü itirazsız sabahtan akşama değin sokağa çıkmak yasaktı. Ne saçma uygulamaydı, neyse ki sonunda vazgeçtiler.
-Peki başka?
-Bunun dışında galiba 12 Eylül Döneminin Sıkıyönetimlerce ilan edilen  sokağa çıkma yasakları vardı...  “İkinci bir emre kadar sokağa çıkılması yasaklanmıştır...”  anonsları filan.... Ama dur, bir dakika, onlar galiba hep gece 24.00 itibarıyla yürürlüğe giriyordu öyle  değil mi? Gençlik yıllarımızın en güzel günleriydi de çok takmazdık ama, şu ”mecbur olmak” var ya...   Diyelim ki arkadaşlarla buluşulacak veya özel birisiyle! Hani saatler uçar gider, sen çok mutlusundur, sonra ding-dang-dong, bir bakmışsın  geceyarısı... Haydi Cinderella, evine...

İşte aklıma  üşüşen yasaklar bunlar...

Başka?

Yasak değil ama aklıma o korkunç gün ve sonrası geliyor...

8 Nisan 1976, çiçeği burnunda üniversite öğrencisiyiz... Okulda bir tören mi vardı? Onun için mi toplanmıştık? SBF, ön avlu, hepimiz oradayız... Ve aniden yaşanan o büyük felaket, Hakan Yurdakuler öldürülüyor... Hemen  büyüyen olaylar, iki öğrenci daha öldürülüyor, okulun kapısına tam 9 ay kilit vuruluyor...

O günlerde “okulsuz yaşam olur mu?” diye düşünüyorduk doğal olarak. Önümüzde uçsuz bucaksız uzanan bir okyanustu okul... İşte her gün aşkla, heyecanla, binbir hayal kurarak içeri girdiğimiz okulun kapısı duvardı artık... Nasıl olabilirdi o hayranlık duyduğumuz hocaların yokluğunda yaşam? Mümtaz Soysal, Bedri Gürsoy, Cemal Mıhçıoğlu, Feyyaz Gölcüklü, Cahit Talas, İlber  Ortaylı, Mahmut Tali Öngören...

Mıhçıoğlu fantastik bir lugat oluşturmuştu kendine... Televizyon “uzgöreç”miş mesela... Gülüşsek de mecbur tutardı bizi de “ari Türkçe” kullanmaya...
Mümtaz Hoca, bir Pazartesi günü “Kurtuluşçular” (Sahi, amma çok sol fraksiyon vardı, ne işe yarıyordu ki bu ayrımlar?)  büyük anfideki Anayasa dersini basmıştı da, nasıl çınlatmıştı ortalığı  haykırışıyla

 -Hayır, boykot filan yok, izin vermiyorum, defolun gidin, 9 ay yetmedi mi miskinliğinize?... 



İlber Hoca bir alemdi, derse Konya’dan başlar, Hanya’dan çıkardı... Takip etmek zordu.
Mahmut Tali Hoca radyo efektlerini  Serpil Akıllıoğlu’nun ne kadar güzel kullandığını anlatmıştı bir derste... Ağustos’ta mı geçiyor hikaye? Ağustos Böceğini koy gitsin, cır cır cır...
Serpil Akıllıoğlu için Sıdıka (Yılmaz)  ile Milli Kütüphanede soğuktan  donarak haftalarca uğraştığımız arşiv çalışmasını hatırladıkça hala içim ürperir.

Okul açıkken de sanki derslerden çok çevredeki kahvehanelerin müdavimi değil miydik? Bir keresinde Bedri Gürsoy tam arka sokaktaki “Babanın Yeri”nde  king oynayanları eliyle toplayıp sınıfa geri getirmemiş miydi? Nermin Abadan (Unat) da dağınık anlatırdı dersi... Güner Sarıoğlu’na hele Süha Arın’a hayrandım... Pazartesileri 3 ders üst üste  Sinema Tarihi vardı. İlkbahar dalları çiçeklendiğinde sıkılırdık,  sıvışmanın yollarını arardık derslikten. Bir keresinde Ayşegül (Köker) (**) henüz bizim okulda değildi, beni ziyarete gelmişti, ama hoca ikimizi karşısında bulunca saatlerce ders anlatıp durmuştu ... Ne günlerdi, düşünüyorum da, o alt kattaki en küçük derslikte, sinema perdesi filan yok karşımızda ama Alim Bey  (Şerif Onaran) öyle bir ders anlatırdı ki ağzımız açık dinlerdik... Yilmaz Güney filmleri (***)  favorimizdi, Sürü, Yol, Umut...  Habire sansür edilen sahneler bizi nasıl isyana  sürüklerdi...

Ooo, okul anılarına girildiğinde çıkmak zordur.

Sahi ne diyorduk biz? Corona esaretiydi değil mi hepimizin ortak eziyeti?
İyi de bu işin sonu nereye varacak böyle? İtalya’da ölüm o kadar yaygın halde ki, cenazelere  krematoryumlar yetmez olmuş, askeriye devreye girmiş definler için...  Şu işe bak, insanlar en sevdiklerinin ölümünü bile sıradanlaştırmak durumunda kalabiliyor demek ki...




Eh, o halde evlerde hapis yaşasak da sağ kalabilirsek şükredeceğiz demek ki.

Dün zorunlu sağlık kontrolümüz vardı, hastaneye gitmeye korktuk “virüs bulaşır” diye, hemşire geldi eve, üstünde özel dezenfekte edilmiş kıyafetiyle, ağzı burnu maskeli...

-Haydi yiyecek içecek işlerini de sanal marketten karşıladık diyelim, birbirimizden, sevdiklerimizden nasıl uzak kalabileceğiz böyle? Issızlığa mı mahkum olacağız? Yoksa dünyanın sonu geldi de biraz biraz geciktirmeye mi çabalıyoruz hepimiz?

Ha, bir de aklımızdan geçen saçma sapan düşünceler...

-O elbise ne işime yarayacak ki? Bu işler henüz ortada yoktu da, dikilmişti...  Bırak giyinip kuşanıp, keyifle gezip tozmayı, acaba  sağ kalabilecek miyiz?

(*) https://t24.com.tr/amp/haber/hakan-yurdakuler-35-yil-once-olduruldu,137842
(**)Ayşegül Köker benden 2 yıl sonra okula girdi ve çok başarılı öğrenci olarak mezun oldu.
(***) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1lmaz_G%C3%BCney



Perşembe, Mart 19, 2020

Corona günlüğü

Sevgili günlük,

Corona olayı hepimizi  günlerdir hapsetti. “Bu durumda evin en çok ziyaret edilen yeri neresi?” diye soracak olursan, “mutfak ve buzdolabı” desem ne dersin?

Sabahtan  ellerimi güzelce sabunladım, sonra geçtim mutfağa... “Acaba ne pişirsem?” diye düşünürken sebzelikteki kabak ve patlıcanlar gözüme takıldı. “Mevsimi değil” dediğini duydum da, arada bir lezzet değişikliği de lazım değil mi?

Üstelik artık eve mahkum olduğumuz için, sebzeleri kızartmak yerine  fırında pişirsem hafif olur değil mi? Patlıcanları ince ince dilimleyip tuzlu suda bıraktım sonra biraz haşlayıp  mısır ununa buladım... Kabaklara gelince, dış kabuklarını hafifçe kazıyıp yuvarlak dilimledim, unlayıp bütün bu malzemeyi fırın tepsisine dizdim, hafifçe zeytinyağı sürdüm ve fırına verdim. Nar gibi kızardılar.

Dünden kalanları da ısıtıp,  sofra kurduk, öğlen yemeğimizi afiyetle yedik....

Sonra kanepeye  geçtim, elimde kitabım (*), Selim İleri’yi çok severim bilirsin, Corona gelişmelerini atlamamak için televizyonu da açıp, sesini kıstım, arada bir kitaptan kafamı kaldırıp ekrana göz atıyorum, önceleri çok keyifliydim ama sonra baktım ki aynı sayfayı defalarca baştan sona yeniden geçiyorum ama okuduklarım aklımdan silinip gidiyor.

Neden mi? Neden olacak, televizyonda ikide birde “son dakika” uyarıları geçiyor:

-İtalya ölü sayısında Çin’i geride bıraktı.
-İran’da ölü sayısı tırmanıyor

-Hay aksi, peki bizim durumumuz ne olacak?

Diye endişelenmeye başladım, çünkü ertesi gün mutlaka yaptırmamız gereken bir kan tahlili var. Hastaneye nası gideceğiz? Ya virüs kaparsak?

Kalktım mutfağa geçtim, aaa dün yaptığım cevizli çörekler cam kavanozda bana göz kırpıyor,:

-Bir tane alsam ne olur sanki?  Hiç bir şey olmaz, öğlen fırınlanmış sebze yedik, sıfır kalori, ye gitsin, aaa aman bu ne lezzetmiş yahu, dur bir tane daha alayım, çayla iyi gider. Nimet Ablam sağolsun, onun tarifi...

Hmmm  kitabı yeniden alıyorum elime, sözde 15 sayfa okumuşum ama aklımda kalan hiçbir şey yok, dön başa...

-CNN de New York belediye başkanı konuşuyor, ne diyor acaba? Of, 30 bin akciğer makinesi gerekiyormuş. Acaba bizde durum nasıl?

Dur yahu,  bizim memlekette durum belki o kadar kötüye gitmeyecek, bozma moralini... O zaman bir parça çikolata mı alsam? Hem, moralimi düzelir hem de mesajlarımı gözden geçiririm.


Yahu şu Beyoğlu çikolatasını nasıl da yaygınlaştırdılar böyle? Eskiden sadece  Beyoğlu’ndaki büfelere has bir şeydi, maaşallah şimdi bütün marketlerde var. Amaaan “üzümü ye bağını sorma” demişler, hele içindeki bütün fındıklar nasıl da lezzet vermiş.

Kitap yeniden elimde ama  cep telefonumun ekranında sürekli ışıklar yanıp sönüyor, bakmasam olmaz...

Şimdilerde gazetelerde haber maber yok, hepsi “sahibinin sesi” vaziyetinde, onun için en iyisi sosyal medyadan bilgilenmek...

-Aytaç Yalman’ın (**)  ölümü Corona’danmış... Hmmm, neden gizlice, törensiz gömüldüğü anlaşıldı komutanın. Duyulsun istemediler. Daha bizden neler saklanıyor kim bilir.
-Bir video, doktorların bilgilenme toplantısında çekilmiş, Corona durumu meğer açıklanandan daha kötüymüş. İşi özellikle Umre’ye gidip dönen binlerce insan bozmuş. Hastaneler kapasitesinin çok üstünde hasta kabul etmek durumunda kalmış.
-Twitter’a bak, işte vaziyet... Videoda açıklama yaptığı görülen doktor ve videoyu gizli çekip yayan doktorlar gözaltına alınmış.

Bu arada yanımda duran çikolata paketine uzanıp durmuşum. Yok canım “muşum”la kurtulamam, itiraf edeyim, bilerek atıştırdım o fındıklı çikolataları. Amaaaan suçluluk duymanın alemi yok, nasılsa öğlen hafif yemiştik.

Tekrar kitap, tekrar telefon, arada TV’lere gözatmak derken kitabı kaldırıp bir kenara koyuyorum, aklıma durumun ciddiyetiyle ilgili açıklama yapan doktor takılıyor, müracaat yine Twitter’a, o da ne? Doktorun görev yaptığı üniversite açıklama yapmış, üstelik doktorun özür, pişmanlık ifadeleriyle dolu bir mektubunu da yayınlamış (***). Bu arada doktorun ismi de ifşa edilmiş. Of ya, böyle bilim yuvası olur mu?

Canım çok sıkıldı, peki ne yapmalı? Hava kararıyor,  kar serpiştiriyor, bir kadeh bir şey mi içmeli? Yanında biraz kuruyemiş de iyi olurdu. “Kaç kalori mi bunlar?”  Biliyorum biliyorum ama öğlen hafif yemiştik, bir şey olmaz.

-Saat kaç? Amanin,  akşam olmuş... Eee, akşam yemeği için ne düşünsek? Buzluğu bir kolaçan edeyim:

-Nasılsa öğlen hafif yemiştik, akşama mantı mı haşlasam?

(*) Bir Gölge Gibi Silineceksin. Selim İleri. Everest Yayınları.
(**) https://youtu.be/jX119V0DcHo
(***) https://twitter.com/ankarauni/status/1240382627577823235?s=21

Pazartesi, Mart 16, 2020

Corona Günlerinde Aşk!




Marquez Ustanın toprağı bol olsun, evet evet aynen onun o muhteşem romanındakine (*) benzer günlerden geçiyoruz. Cesetler etrafımızda yüzmese de televizyon ekranında, internette korkunç görüntüler dolaşıyor... Salgın can almada her an katlıyor rekorunu. Dün İtalyada  384 kişi can vermiş, İspanya’da benzer bir durum yaşanıyor. Dünyada hastalığın görülmediği ülke kalmamış. Çin yüzlerce kayıp verdikten sonra yakasını Corona’dan  kurtarmış gibi, dünyanın diğer ülkelerine yardım faaliyetinde... Bizde ise durum tam olarak bilinmiyor! Yetkililerin açıklamalarına güvenmek zor çünkü... Her kafadan bir ses çıkıyor,  bu virüsün ilacı yok, aşısı yok... Tek çare dış dünya ile teması kesmek, yani eve kapanmak...

Peki kolay mı?

Olur mu hiç? Hele bizim durumumuzda... Feyzan’ın geçirdiği sebebi bilinmeyen (**) hastalık yüzünden hastanelerde haftalarımızı geçirdik, derken ameliyat (***) denildi, haydii gelsin yine hastane günleri ve  tecrit. E, “tam çıktık evimize geldik” diye sevinirken bir Corona salgını başlamaz mi?

“İMDAAAT” demek geliyor içimden ama faydası yok ki.

Biz de kendi çözümlerimizi bulmaya çalışıyoruz. Biri tabii ki el işleri... Annem beni bir yaz tatilinde Sivas’a büyük halamın yanına yollamıştı. Okullar tatildi, 13 yaşındaydım, çalışan anne babanın çocuğu olunca böyle yürüyordu hayat. Hoş, benim o yalnızlıklarına acıdığım arkadaşlarım gibi boynuma asılı bir anahtarım yoktu, eve döndüğümde kapıyı çalardım, küçük halam Şadiye gülümseyerek açardı, çünkü bizimle otururdu. İşte o yaz tatilinde annem meğer gizlice Şefika Halama mektup yazıp, “Nursun’a dantel örmeyi öğret”  demiş. Sıcak bir öğleden sonraydı, halam “haydi çarşıya çıkalım, sonra Cıbıllar Parkında (****) oturur, dondurma yeriz” deyince havalara uçtum, ilk durağımız bir tuhafiyeci oldu. Halam bana rengarenk dantel ipliklerini, tığları gösterip, “seç bakalım” deyince, gözüm ebruli yeşil renkteki fındık kukalara takıldı, ne bileyim onların dantel iplikleri arasında en incesi, en zor örüleni olduğunu...

 İşte o günlerden bugünlere en sevdiklerim arasındadır dantel örmek, dünyanın her yerinden dantel modellerini araştırıp incelemek, hatta bulabilirsem dantel müzesi gezmek...



İşte Corona salgını dünyayı sara dursun evde vakit geçirirken, o işlerini biraz biraz evden yürütmeye çalışıyor, ben habire yemek yapıp, kitap okuyup, dantel örüyorum... Kitap kulübümüzde bu ayın kitabı Idaho (*****) idi. Yazarın ilk romanı olmasına karşın, yazım tekniğine, kurgu yeteneğine ve betimlemelerine hayran olmamak mümkün değil ama dağlar kadar farklı bir atmosferde yaşananlarla içiçe geçmek zordu, yine de acı ama yararlı ilacı içercesine okuyup bitirdim. Anlayamadıklarım, anlam veremediklerim yüzünden üstelik, bir kez daha geçtim üstünden.

Peki aşk bunun neresinde? diyeceksiniz...

Aşk tuhaf bir delilik halidir değil mi? Saplantıdır, tutkudur... Bunca yıl sonra aşk mı kalır? Diyenlerinizi de duyuyorum.

Valla, öyle günler haftalar aylar geçirdik ki, şu sırada yaşadığımıza şükrediyoruz. Sabah kalkıyorum ve ve yaşadığımızı farkederek müthiş bir sevinç duyuyorum...4 (DÖRT) aydır evde  burun buruna yaşıyoruz ve doğrusu şu ki hiç  sıkılmadık. Aslında  günlerce süren “hayati tehlike” durumu sırasında dünya simsiyah görünüyordu... Geceyle gündüzün farkı kalmamıştı hani, yatmak uzanmak dinlenmek sadece bir andı, haramdı yaşamak, suyun tadı bile acılaşmıştı... Demek ki bazı şeylerin değerini daha iyi bilmek gerekiyormuş. Bunun çok net farkındayım şimdi. Ayrıca ikimizin de o kadar çok işi gücü, okunacak kitabı, uğraşılacak hobisi var ki... Sıkılmaya zaman mı kalır?

E, şimdi dışarıda kar yağıyor ama biz sıcacık kovuğumuzda dünyaya kapımızı kapatmış, yaşayıp gidiyoruz. Dünyaya kapanmak dediysem o kadar da değil, telefonlarımız durmuyor, hatır sormalar, üzülmeler, gülüşmeler, fıkralar devam. Sonra kapımız çalınıyor, bir bakıyoruz ev yapımı bir şişe zeytinyağı, bir şişe şarap gelmiş kadim dostlarımızdan... Asuman’la hayal kurduk bugün:

-Tekneyle açılsak, Kalimnos’un uzak bir koyuna demirlesek... Mustafa bize Cem Karaca (******) dinletse...

Aaa cevizli çörekler pişmemiş midir artık, fırını kapatayım. Çay da demlesek ne güzel olur... Hadi Netfliks... Blacklist seyredelim mi?

-Dur o bölümü geçmeyelim, Mehmet’le seyrederiz... Başroldeki kız, bizim torunun büyümüş hali değil mi sence?

Hayat böyle de çok güzel değil mi, siz ne dersiniz?



(*) Kolera Günlerinde Aşk Gabriel Garcia Marquez

(**) Bayındır Hastanesi 12 Aralık 2019

(***) Kalp Merkezi Cebeci

(****) Sivas-Cıbıllar Parkı

(*****) Idaho Emily Ruskovitch- Yapı Kredi Yayınları


(******) Çok Yorgunum Cem Karaca https://youtu.be/p_ibErhjDS8


Perşembe, Şubat 27, 2020

İyi ki varsınız Dr. Murat Akova



Hepimiz bir Corona Virüsü tutturmuş gidiyoruz, sanki sağlık sektöründe başka konu yokmuş gibi. Oysa hastanelerde neler yaşanıyor neler. Son 3 ayımızı Ankara’da üç farklı hastanede geçirdik ve öyle gözlemlerde bulunduk ki, paylaşmasam olmaz:

Ankara’nın en önde gelen, en prestijli hastanelerinden biri. By-pass dahil, pek çok ciddi ameliyatın yapıldığı bu hastanede odalar pek şık, faturalar bir hayli bol sıfırlı ama nefroloji bölümü yok... Enfeksiyon hastalıkları bölümü yok...

12 Aralık 2019 sabahı soğukalgınlığı şikayeti ile bu hastaneye ayağıyla giden, fakat aynı günün gecesinde nefes alamaz duruma gelince yoğun bakıma alınıp, entübe edilen, akciğer makinesine bağlanan sevgili eşimin hayatta kalışının sadece ve sadece Dr. Murat Akova (*) sayesinde olduğunu söylesem ne dersiniz?

Hastanedeki 48 saatlik süreçte durumu giderek kötüye gidince, böbrek fonksiyonları, akciğeri bozulunca ve doktorlardan “enfeksiyon” lafını duyunca, o gece çaresizlik içinde kıvranırken, Hacettepe Enfeksiyon Bölümü doktorlarından Murat Akova aklıma geldi... Gecenin üçünde kendisine mesaj ulaştırma cüretini iyi ki göstermişim. “Yaşam mücadelesinde ayıp mı olur?” Sorusuna yer yok diye düşünmüştüm çünkü. İşte şansımız o noktada döndü zaten. Dr. Akova, “iyi olacak hastanın, doktor ayağına gelirmiş” misali, bulunduğumuz hastaneye gelip, duruma el koydu.


Eşime ısrarla ilaçlı akciğer tomografisi yapmaya çalışan ve benden defalarca bunun için onay isteyen yoğun bakım doktoruna karşılık Dr. Murat Akova, çaresizlikle kıvranan bizlere şunu söyledi:

-İlaçlı tomografi, kritik durumdaki böbrek fonksiyonlarının daha da bozulmasına yol açar, kaldı ki kısa süre önce Dubai’de oluşu aklımıza MERS virüsünü de getiriyor, oysa bu bölümler bu hastanede yok. Bence Hacettepe’de tedavi altına alınması daha uygun olacaktır...

Bir doktor düşünün, meşguliyetleri, toplantıları, kendi hastaları, ailevi yoğunluğu (yurtdışında öğrenim yapan çocukları kısa ziyaret için Ankara’ya gelmişti) varken, bir Cumartesi günü hepsini bir kenara bırakıp bizim hastamızın sorumluluğunu üstleniyor, izin yapıp dinleneceği hafta sonunu hastamıza ayırıyor, inisiyatif kullanıp yetersiz ve eksik tedavinin pençesinden çekip çıkarıyor.

Durum böyle gelişince eşimi ambulansla Hacettepe Hastanesine kaldırdık... Oradaki süreç bu güzide hastaneye olan saygı ve sevgimizi bin kat daha artırdı. Yoğun bakımdaki ve diğer servislerdeki doktorların, hemşirelerin, bütün sağlık görevlilerinin bilgisi, dikkati ve inanılmaz  özverisinden öylesine etkilendik ki, aklımdaki şu soruya cevap bulamadım:

-Böylesine köklü, ihtisas sahibi, araştırma ve uygulama yönünden kendini defalarca kanıtlamış üniversite hastaneleri varken, neden finansman ihtiyaçları karşılanarak daha ileriye götürülmeleri düşünülmüyor? 

Ben bunlara hayıflanırken kadro ihtiyacının karşılanmaması nedeniyle hastanenin iki katında çalışılamadığını da öğrendim. Oysa orada kaldığımız sürede ambulansların sirenleri çalıp duruyor, neredeyse on dakikada bir acil servise hasta taşınıyordu.

Sonuçta ateş düştüğü yeri yakıyor ve biz kendi hastamızın iyileşmesi için dua ediyorduk. İşte  o gün de geldi çattı, 24 Aralık günü Feyzan’ın taburculuğu bizi sevinçlere boğdu. 

Pek çok kez duyduğum şu söze bir kez daha inandım:

-“Hastaneye değil, doktoruna düşeceksin.”

Bizim şansımız Doktor Murat Akova oldu, bilimsel açıdan kendisini değerlendirmek bana düşmez ama internette şöyle bir gezinip makale sayısını, incelemelerini, uluslararası takdir almış araştırmalarını bence bir görmek gerekir. 

Ben sadece gözlerimizi yaşartan “insanlığından” söz etmek istedim:

-İyi ki varsınız Dr.  Murat Akova, elleriniz dert görmesin.

(*) http://www.hastane.hacettepe.edu.tr/115.html?drid=264










Cuma, Şubat 21, 2020

Kahramanımız Ahmet Rüçhan Akar



Çok teşekkür ederim, bütün dostlarımıza... Sevgili Betül ve Alişan Soylu’ya. Onlar bizim bu mucizeyi yaşamamıza vesile oldular.

Şu anda saat 23.00 hastanedeyiz (*) Meğer ne ağır, ne zor  bir ameliyatmış bu by-pass, oysa yıllardır duyarız, üstelik çok yakınlarımıza da bu piyango çıktı ama ne zaman başımıza geldi, o zaman tam anlamıyla idrak edebildik.

Boşa söylenmemiş demek ki söz:

-“Ateş düştüğü yeri yakar”...

Önce “Feyzan hemen yoğun bakım sürecinden çıktı” diye sevindik, sonra bir baktık, heryerinde direnler, atar damar, toplar damar yolları,  kablolar... Hele o göğsünü yaran bandajın altındakini düşünmek insana nasıl da acı veriyor...

Bir bakıyorsunuz, sakin ama iştahsız, bir bakıyorsunuz gözleri çakmak çakmak, ateşi çıkmış... Korkular, telaş, ilaçlar ilaçlar... Neyse ki Ali ile Mehmet’in olağanüstü desteği var... Galiba hayatta yaptığımız en doğru iş onlar!

Kolay değil, “Hastaneler! Serüvenimiz”in  (**) üçüncü ayındayız... Umutsuzluk, karamsarlık, iyimserlik, sevinç, gözyaşı duraklarında bir o yana bir bu yana savrulduk, gezindik durduk...
Sonunda Rüçhan Akar (***) adındaki kahramanımız bize doğru yolu gösterdi, teşhisi koyup, neşteri atıverdi...  Şükürler  olsun, aydınlığa çıkmak üzereyiz...

Peki ama bu nasıl bir adam, nasıl bir doktor? Bu ne özveri, bu nasıl bir inisiyatif, güven verme, dünya literatürünü takip etme? Alçak gönüllülük, hele hele müthiş öngörü?
İyi ki var, sağolsun varolsun, elleri dert görmesin... Bu değerler ülkemizde yitip gitmesinler...

Ya Feyzan? Ya o dünya iyisi? Bana çarpıveren o kuyruklu yıldız?
Dua ediyorum, “Bu güzel insan, benim biricik Feyzan’ım benden çok yaşasın” diye... O insan ki ağır sorumluluklar, yükler, vicdan, yardımseverlik, merhamet duygularıyla hep koşmuş durmuş insan, şu hayattan biraz da kam alabilsin diye...

İnşallah, inşallah diyorum, siz dostlarımız hep sağlıklı olun istiyorum...

(*) Cebeci Kalp Merkezi
(**) Bayındır Söğütözü, Hacettepe, Cebeci Kalp Merkezi
(***) http://organnakli.medicine.ankara.edu.tr/prof-dr-ahmet-ruchan-akar/

Pazar, Kasım 24, 2019

Ankara Kız Lisesi




Ankara Kız Liseli olmakla hep gurur duyduk... 
6 Fen A mezunuyduk. İçimizden ne mühendisler, ne doktorlar çıktı. Atatürk’ün Cumhuriyeti ilan etmeden 1 yıl önce kurduğu okulumuz hala yerinde dursa da ismi çoktan değişti... 

Neydi o trigonometriler, sentetikler, organik kimyalar? Tek kelimesi bile kalmadı aklımda. 

Kimya dersi veren Nilüfer Hanımın (*) notu nasıl da kıttı. 

Müdür yardımcısı, maksi modası varken aldığımız mantomun eteğini kestirivermişti de annem nasıl üzülmüştü, eteği kısa olanlar çok daha ucuzdu çünkü... Kantinin karışık tostuna bayılırdık, kantincinin kırmızı yüzlü oğlundan ise nefret ederdik... Genç kimya hocamızı kaprislerimiz ve aşırı ilgimizle delirtmiştik en sonunda.  

Okul çıkışında tren geçiyorsa Sıhhiye Köprüsünü, altından koşarak katederdik, dilek tutmak için! Dileklerimiz ne miydi? Oooo onu söyleyemem, sır... Ama hepsi olmasa da çoğu yerine geldi desem abartı olmaz.

İngiltere Kraliçesini görelim diye okulu asmış, Deniz Gezmiş’e kıydıklarında ağlamaktan helak olmuştuk... Evlerimize Akşam ya da Milliyet Gazetesi̇ girer, Çetin Altan’ın yazıları çok beğenilirdi.

Yanından geçerken, ‘ya içine düşsek?’ Diye ürperdiğimiz bir “Boklu Dere” vardı, sonra neyse ki üstü betonlanıp kapatıldı... Ulus Sineması, bitişiğindeki  babamla çay içtiğimiz Cevat Restoran, Büyük Sinema, Gölbaşı Sineması hep yok olup, tarihe karıştı... “Gökdelen”deki Set Kafeterya’nın supanglezine bayılır, gizli gizli sigara içerdik... 

Mezuniyet sınavlarına hazırlanırken “Elbet Bir Gün Buluşacağız” moda olmuştu hani, acaba bunca yıl sonra buluşmayı ve birbirimize muhabbetle sarılmayı hayal edebilir miydik?

(*) Nilüfer Gün, Ankara Kız Lisesinde 27 yıl müdürlük yapmıştır.



Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...