Bu Blogda Ara

Pazar, Mart 02, 2014

Katakullilerden beğen, seç al!





Balık baştan kokar” diye boşuna söylememiş atalarımız. Bazı hükümet üyelerinin, pek çok belediye başkanının yolsuzlukları kabak gibi ortaya saçıldı ama kimilerini buna inandırabilmek adeta imkansız... O kadar ki, sokaktaki adama sorduğunuzda, "Çalıyorlar diyorsunuz ama çalışıyorlar da... Hem, yahu çalıyorlarsa benim paramı çalıyorlar siz ne karışıyorsunuz?" gibi inanılmayacak cevaplar alabiliyorsunuz...

- "Boşver, uğraşma, NATO KAFA NATO MERMER" dediğinizi duyar gibiyim...

Yazık...


Neyse, ben şimdi size "üstü örtülü" bir başka yolsuzluk öyküsü anlatacağım. Bu öykü Ankara'nın yeni sayılabilecek semtlerinden birinde, Eryaman'da geçiyor... Eryaman benim de 3 yıl oturduğum, şehre biraz uzak olsa da, Susuz Göl’ü, pardon şimdiki ismiyle Göksu Park’ı,  yemyeşil bahçeleri, parkları ile gerçekten çok sevimli, huzur dolu, özellikle emekliler için yaşanacak bir semt...

Eryaman nüfusunun 350 bini bulduğu ifade ediliyor... Peki bu uzak semtte, üstelikle emeklilerin çok tercih ettiği bu huzurlu beldede acaba neden bir hastane yok?

Evet yok... Çünkü hastane inşaası için yıllar önce TOKİ tarafından Eryaman'da ayrılan 23 dönümlük arazi, sonradan  birilerine peşkeş çekildi de ondan... 

Kime mi?

Sıkı durun, bu arazi kısa bir süre önce, Başbakanın Keçiören'de kiracısı olduğu evin sahibine, yani Faruk Koca'ya  4 milyon liraya satılmış...

Dolayısıyla  Eryamanlıların umutla hastane inşa edilecek diye bekledikleri arazide artık, hastane değil,  80 katlı gökdelenler ve AVM ler yer alacak...

-"Peki bu nasıl oldu?" 

Diye soruyorsunuz değil mi? 

Ooooo, çok kolay oldu... Önce Ankara Büyükşehir Belediyesi, "Kentsel Dönüşüm" katakullisi ile TOKİ'nin elindeki araziye el koydu... Sonra Sağlık Bakanlığı "Eryaman'da hastaneye ihtiyaç yoktur" diye rapor verdi, ardından da arazi Başbakanın ev sahibine 4 milyon liraya satılıverdi...


Haaaa, bu arada tabii küçük bir imar planı değişikliği yapılıp, arazinin çok katlı konut ve ticari merkez olarak tescil edilmesi de ihmal edilmedi...

-E, peki bundan sonra. Ne olacak?

Ne olacak canım? Faruk Koca Bey artık Tanrı'nın "yürü ya kulum" talimatıyla kiiiimbilir nerelere yürüyecek...

NOT: Bu bilgiler kamuoyuna açık bir kahvaltılı toplantıda, Etimesğut Belediye Başkanı Enver Demirel tarafından açıklanmıştır. 

Cuma, Nisan 19, 2013

Rio’da Türk Rüzgarı (3)









Feyzan ve Mehmet’e


-A evet size sözüm vardı. Caipirinhas içecektik. Nasıl mı yapılıyor? Şeker kamışından üretilmiş bir tür rom kullanılıyor, “Kaçaça denilen... Bir limonu ince ince doğrayın önce, sonra havanda ya da bir  cam kasede, üzerine yarım çay bardağı toz şeker ekleyip, hafiften ezin... Limon koksun heryer... Şimdi bardaklara dağıtın o şekerle ezdiğiniz limon dilimlerini, üstüne bolca buz ekleyin ve kaçaçayı doldurun bardağa... Karıştırın, işte size caipirinnhas.... Mmmm nefis değil mi? Afiyet olsun...

Copacabana'da bikini satışı
Rio’da tam bir tropik iklim var, hava sıcak, rutubetli... Hemen plaja inmeli... Hangisine mi? Valla hangi havanızdaysanız, örneğin Copacabana, isterseniz voleybol ya da tenis oynar, kendinize güveniyorsanız 3 metrelik dalgalarda sörf de yapabilirsiniz... Ya da uzanın şöyle kumlara, önünüzden seyyar satıcılar gelip geçsin, tam karşınızdaki “Şeker Tepelerini” seyrederek hülyalara dalın...

-Burada denize girilmiyor ama... Denizde yüzen bir kişi bile yok...

Dediğinizi duydum, evet, sanırım öyle... Okyanusun 3 metrelik dalgaları hiç eksik olmuyor ki... Bu yüzden denizde sadece sörfcüler var. Birisi demişti ki, “Rio’da denize girilmiyor, duruluyor sadece.” Bu galiba doğru... Olsun, plajda vakit geçirmek çok zevkli. Bir şeyler atıştırmak, Caipirinnhas içmek... Üstelik seçenekler de bol... Bugün Copacabana, yarın Ipanema... Plajlardan plaj  beğen. Ama Ipanema daha bi sosyetik... Oraya giderken güzelce çeki düzen vermeli saça başa şöyle... A, bir de “Kırmızı Plaj” var, bir gün de oraya gideriz. Ya da adalarda piknik yapabiliriz. Hatta tekne kiralayıp gezebiliriz...

-Türk rüzgarı dedin de... Pek anlaşılmadı...

Türk Rüzgarı
Dediniz di mi? Evet, şu sıralarda tüm Brezilya’da Türk Rüzgarı esiyor... Bunun sebebi THY’nin de sponsor olduğu televizyon dizisi... Hani bir zamanlar biz Türkler “Köle Isaura’yı” izlerdik, hayat dururdu... İşte şimdi Brezilya’da durum tıpa tıp bu. Dizi başladığı anda sokaklarda trafik bile azalıyormuş... Bir Brezilyalı bebeğin Türkiye’ye kaçırılıp evlat edinilmesi varmış odağında dizinin... Kız yıllar sonra anlıyormuş asıl ailesinin  Brezilya’lı  ve çok fakir olduğunu... Dizi, yer yer Istanbul ve Kapadokya’da geçiyormuş... Onun için hangi dükkana girsek soruluyor:

-Nerelisiniz?

-Türküm dediğinizde ise size hemen  Türkçe “iyi akşamlar”, “günaydın” filan deyip, Kapadokyayı Istanbulu soruyorlar... Bu nazar boncuklarının satıldığı dükkan da böyle bir Türkiye hayranlığının simgesiydi sanki...

Teleferik
Akşamüstü Şeker Tepelerine çıkıyor muyuz? E tabii, Rio’da yapılacak en güzel şeylerden biri bu. Önce teleferiğe gidip sıraya girmeli... Şapkanızı, güneş gözlüğünüzü hatta şemsiyenizi hele hele de fotoğraf makinenizi sakın unutmayın... Uzun bir bekleme kuyruğu var teleferikte, gemi turlarından gelen 80-100 kişilik turist gruplarının beklemeden teleferiğe alınması da işin cabası... E, ne yapsınlar? Rezervasyonları önceden kesinleştirilmiş. 
Şeker Tepelerinden Rio

-Oh, teleferiğe nihayet bindik... Manzara şahane... Burası 1. Etap... İşte aşağıda Copacabana, işte kırmızı plaj... Al gözüm seyreyle... Şak şak şak... Eller deklanşörlerde... E, şimdi de ikinci etaba çıkmalı... Ufff dünyanın tepesinde miyiz artık? Rio ayaklarımızın altında... Şu sis de olmasaydı keşke...

-“E peki, Brezilyalılar mutlu mu?” diye merak ediyorsunuz değil mi? Bilmem, mutluluk heryerde bireysel... Ama son yıllarda özellikle Rio açıklarında bulunan petrolle ülkenin refah seviyesinin bir anda yükseldiği doğru galiba... Bir söyleme göre son 10 yılda tam 50 milyon insan fakirlik seviyesinden birden orta sınıf seviyesine yükselivermiş... Yolsuzluk yine varmış ama görece azalmış... Emlak fiyatları dünya jet sosyetesinin de katkısıyla katlanmış tabii Rio’da... Copacabana’da okyanusa bakan bir daire 1.5 milyon dolardan el değiştirirken  Ipanema’da bu rakam 3.5 milyon dolarları buluyormuş. Hele Leblon’da gayrimenkul fiyatları daha da yüksekmiş...
Ipanema
Gecekondular
İyi ama gecekonduları da unutmamalı... Leblon’un, Ipanema’nın  bakımlı gökdelenlerinin hemen ardında dağlara tırmanan sayısız gecekonduda onbinlerce insan yaşıyor...

-“Akşam ne yiyeceğiz?”

diye mi sordunuz... Isterseniz şu lunaparka benzeyen Marius’a gidelim, hani şu tavanlarında duvarlarında binbir çeşit tuhaf eşyanın (piyano, imbik, para kasası vs.) yapışık olduğu Copacabana’daki restoran... Dev bir açık büfe var antreler ve tatlıların yer aldığı...  Yalnız dikkat edin, sürekli masanıza gelip, tabağınıza et ya da balık aktaran garson sizi sonunda mide fesadına uğratabilir... Ya da Ipanema’ya uzanalım, Riso’da yer ayırtmıştık... Hani şu aynı zamanda sanat galerisi olan butik restoran...

-Buralarda adambaşı hesap 100 doları buluyor, boşverelim yahu...

Diyorsanız, caddelerde turlayalım... Sokakta ya churros, ya papaya krebi ya da birer tane haşlanmış mısır alıp açlığımızı bastırırız, bira da içeriz yanında... Ya da şu İtalyan restoranına mı gitsek? Müzik de var, sevimli ihtiyarlara “Girl from Ipanema”yı çaldırsak fena mı olur?

-Ahh, ne yazık ki sonuna geldik Rio tatilinin... Bavulları toplamalı... 

Riso
-“Daha çok şey vardı yapacak” diyorsunuz biliyorum... Botanik parkına gitmeliydik, müzeleri, sanat galerilerini gezmeliydik... Hatta şu meşhur zümrütleri, safirleri, elmasları nasıl işliyorlar bunları görebilmek için Stern’e ya da Amsterdam Sauer’e uğramalıydık ama kısmet değilmiş... Şu Amazon bitkilerinin tohumlarından yapılmış bilezikler neyimize yetmiyor?

-Bi dahaki sefere... Adeus (*) be güzelim Rio De Janeiro...


(*) Adeus: Elveda
(**)Sou: Son


--------------Sou----------

Perşembe, Nisan 18, 2013

Rio’da Türk Rüzgarı (2)





Feyzan ve Mehmet’e


Taunay'ın fırçasından şelale
Rio’daki gezimiz devam ediyor...Tijuca ormanındaydık... Yürüdüğümüz patikalarda kelebekler uçuyor, renklerine bayılıyorum. Sağ tarafta muz ağaçları var, Dörtyol’daki evimizde de muz ağaçları vardı ama nedense pembe pembe çiçekler açtığına hiç tanık olmamıştım. Ormanın kendine özgü kuş, böcek seslerine bir yenisi eklendi, bir yerlerden su sesi geliyor ve aniden bütün görkemi ile Taunay şelalesi çıkıveriyor karşımıza:

-Aman Tanrım, bu nasıl bir güzellik?

Taunay Şelalesi
Taunay (*) bir Fransız ressam... 1800’lerde gelip yerleşmiş Brezilya’ya... Her tarafı karış karış gezip Tijuca Ormanının tepesindeki bu şelalenin yakınında yaşamaya karar kılmış ve evini buraya kurmuş. Yaptığı resimlerle şelaleyi ve ormanı ölümsüzleştirmiş... Sonra da Brezilyalılar şelaleyi onun adıyla “Taunay” diye anmaya başlamışlar...
Dağın tepelerinden akıp gelen tonlarca suyun döküldüğü kayalar, cilalanmışcasına pırıl pırıl parlıyor. Ya çevresindeki bitki örtüsü? Hani şu bizim evlerimizde gözünün içine bakıp güç bela yetiştirmeye çalıştığımız saksı çiçekleri değil mi kimileri? Nasıl da serpilip, dev yapraklarla her yeri sarıvermişler?

Yürüyüşümüz sürüyor, şelaleyi biraz geride bıraktığımızda, şöyle aşağılara doğru indiğimizde, bir kuytuluğa gizlemiş minicik bir piknik alanıyla karşılaşıyoruz... Taş merdivenlerle ulaşılan sevimli ıslak zemin hemen sarıp sarmalayacak gibi sizi...

Tijuca'da Piknik Alanı
-Yeter ki bu dünyanın o acımasız gerçeklerinden kop, bana sığın, ben seni tüm sıkıntılardan kurtarır, avuturum” der gibi...

-“Öyle romantik bir ortam ki... Keşke Rio’lular yaşamlarının önemli anlarını burada geçirseler,” diye düşünüyorum.

Ama gerçek dünyadan kopuş için bu kadarı yeterli... Şimdi insanların arasına karışmalı biraz da... Ormanın farklı bir köşesine, kuzeyine ilerleyip, şu “Çin Kameriyesi”nden Rio’yu gözlemlemeli... Ne farklı bir doğası var bu kentin... Şu Şeker Tepeleri (**) örneğin... Denize tersine çevrilmiş iki dev yüksük konulmuş sanki... Siyah yüksükler... Kimi cephelerinde hiç bitki yok, denize inen simsiyah pırıl pırıl keskin yüzey insanı korkutuyor. Tepelerin kimi cepheleri ise yemyeşil bir tropik örtüyle bezeli...

-Evet, şeker tepelerine gideceğiz ama daha karnınız acıkmadı mı sizin? Rio’nun göbeğindeki şu ünlü pasta fırınında bir şeyler atıştırmaya ne dersiniz?

Ormandan o güzelim manzaradan kopup, 20 milyonluk kentin keşmekeşine dalıyoruz. Trafiğin milim milim bile ilerlemediği sokaklar...

-"Aman çantanıza sahip olun" diye uyarıldık... Çantamıza sıkı sıkı sarılıp pasta salonuna giriyoruz, onu oturduğumuz iskemleye mi asmalı?  “Aaa, o da ne?” Bir garson hemen koşup geliyor, elindeki özel aletle çantayı naylon bir kilitle oturduğumuz iskemleye kilitleyiveriyor...

Confiteria Colombo
-Mmmm, menü çok cazip... Upuzun bir şarap ve şampanya listesi var. Ama vitrinler ondan daha cazip... O ne pastalar öyle? Hangisini tatmalı? Galiba şu üstü Passion Fruit jölesi ile bezeli olanını beğendim.Mmmm nefis...

Pastaların tadı damağımızda ayrılıyoruz ünlü pasta fırınından... Ne tuhaf şu Brezilyalılar. Ara sokaklarda minicik meyhanelere atmışlar kendilerini sabah sabah... Okyanusun sonsuzluğuna açılan güzelim plajlar dururken, şu duvar resminin karşısında içki içmenin acep ne keyfi vardır ki?

Ara sokakta meyhane
-Ne mi içiyorlar? Caipirinnia tabii... Onu size yarın anlatırım...
Şimdi yürümeye devam... 

Rio Katedrali
Bakın  şu modern katedrale... Dıştan bakıldığında dev bir beton koni... Aslında hiç de çağırmıyor insanı ama içine girdiğinizde atmosfer birden değişiyor... Tavan ulaşılmaz gibi, göğün sonsuzluğuna yükseliyor sanki... Dev koninin içine çakılmış, rengarenk dev vitraylar... Çok etkileyici...

(*) Nicolas-Antoine Taunay (1755 Paris -1830 Rio De Janeiro)
(**) Sugar Loafs-Rio De Janeiro
(***) Confiteria Colombo


YARIN: ŞEKER TEPELERİ


Çarşamba, Nisan 17, 2013

RIO DE JANEIRO'DA TÜRK RÜZGARI (1)


Sevgili Feyzan ve Mehmet'e



Rio’ya gitmek aklımın ucundan bile geçmezken, Feyzan’ın büyük sürprizi ile kendimi bir anda Copacabana’ya bakan bir otel odasında buluverdim.
Copacabana Plajı
Saatler süren yolculuktan, Sao Paolo’da sıkıcı mı sıkıcı bir duraklamadan, üstelik de yeniden bavul al-ver telaşından (*) nefes alamaz duruma gelmiştik... Odanın penceresinden görülen manzara müthişti... Copacabana kumsalını gündüz gibi aydınlatan dev projektörler öyle nefes kesici bir güzelliği gözönüne seriyordu ki, yorgunluğumuz uçtu gitti....
Sahile vuran dev dalgaların sesi, sanki “samba ritmi”ndeydi, bu ninniyle hemen uykuya dalıp rüya bile gördüm... Rüyamda yemyeşil çimenlerde koştururken,  “nedense” karla kaplı  bir şeve girip, bu kez daha hızlı koşmaya başladım. Eriyen karlara bata çıka koşarken, ayaklarım sırılsıklam olup dondu... Uyandığımda farkettim klimanın odamızı buzhaneye döndürdüğünü...

Sabah kahvaltıya indik, büfenin en gözalıcı yanı envai çeşit egzotik meyvalarla bezeli oluşuydu. Hepsini  tattım, galiba benim favorim mango oldu. Feyzan ve Mehmet’in Rio’ya gelişi “iş nedeni” ile olduğu için her sabah onları yolcu edip, kendimi günler boyu oyalamaya çabaladım.

Aslında Rio De Janeiro’da bu hiç de zor değil. Kentin öyle hazineleri var ki...

Örneğin şu Corcovado’dan kente kol kanat geren İsa... Tepeye, isterseniz tramvayla, isterseniz bu iş için örgütlenmiş ciplerle ulaşıyorsunuz. Sonrası kolay, yürüyen merdiven sizi hemen alıp İsa’nın eteğinin ucuna taşıyıveriyor... Küçüklüğümde Rio’da geçen bir filmde heykelin havadan çekimlerini izlemiş, hayran kalmış, yıllarca unutamamıştım.

-“Heeeeeeey... Beni duyuyor musunuz? Dünyanın en şanslı insanlarından biriyim şimdi ben buraya gelebildiğim için”

diye haykırmak istedim, ama sustum. Çünkü heykelin kaidesindeki küçük şapelde sabah ayini vardı... Üstelik de çevredeki ağaçlardaki maymunlar böyle olur olmaz haykırışlara kızabilirdi.

Üniversitedeki fotoğrafçılık hocam Hamza İnanç aklıma geldi, “Benim için iyi fotoğrafçı, Ağrı Dağının tepesine çıkıp, 3 resim çekip dönebilendir” derdi... Ne yazık ki insan 300 resmi bile yetersiz bulabilir burada hocam... Corcovado tepesinden Rio’yu seyretmek, her açıdan öyle başka, öyle nefes kesici, öyle muhteşem ki...
Corcovado'dan Rio
Neyse ki erken saatte çıkmıştık Corcovado’ya, henüz turist istilası başlamadan... İsa’nın bakışı ile dakikalarca Rio’yu seyredip durduk...

Bir sonraki durak, Tijuca ormanıydı... Yüzlerce hektarlık alana yerleşen ormanda yürümek, etrafınızda uçuşan kelebekleri izlemek “cennet bu işte” dedirtiyordu... Her türlü yerleşime, duraklamaya, uzun süreli araç trafiğine kapalı orman, keşfedilmemiş kuytuluklarıyla nasıl davetkardı. Rio’nun kumsallarında 30 dereceyi bulan o korkunç sarı sıcak buraya ulaşabilir miydi? Sık ve yemyeşil ağaçlar göğü, güneşi, aydınlığı kayıtsız şartsız engelliyordu... Hele yolların kıyısındaki kaldırımlar nasıldı? Yosunlar, uzayıp giden taşları nasıl kadife gibi kaplayıp güzelleştirmişti öyle?

Serinliğiyle orman çok gizemli, çok davetkar ve güzeldi ama asıl sürpriz biraz daha yukarılarda bekliyordu bizi...

(*) THY, Star Alliance üyesi olmakla beraber, Brezilya’nın iç hatlarında bavulunuzu son noktaya kadar götürebilme garantisi vermiyor ne yazık ki... Bu tamamen Sao Paolo’daki görevlilerin inisiyatifinde...

YARIN: DÜNYANIN EN ROMANTİK PİKNİK ALANI


Perşembe, Kasım 22, 2012

Sevgi Horoz’un Sofrasında

Sevgi Horoz’un sofrasında, lezzet, dostluk ve zerafetle sarılıp sarmalanmış o muhteşem davetteydik dün akşam... Bu güzelliği silinmemek üzere damağıma da anılarıma da not ettim. 




O bizlere servis yaparken aklımdan neler neler geçti. Çocukluğunuzun sofralarını hatırlar mısınız?

-"Kim unutur ki?" Dediniz değil mi?

Kimi sabahlar  son anda hazırlanan ödeve, ütülenmesi unutulmuş beyaz gömleğe kafa yorulurken, alelacele beyaz peynirli-domatesli sandviçten bir ısırık alıp bir bardak soğuk sütü kafaya diktiğiniz sofralar...

Seçim geceleri, radyonun saatbaşı ajansları heyecanla dinlenirken sabaha kadar salonda açık tutulan sofralar...

Ailelerin ilk tanıştıkları akşam, beyaz gül buketinin özenle evin tek vazosuna yerleştirilip masanın başköşesine konulduğu  sofralar. Bakışlarınızın arasına hiçkimse giremezdi, gülümsemekten yanaklarınıza kramp girerdi hani...

E, onlar çok geride kaldı artık... Hepsi sislerin arkasındaki çerçevelere takılı...

Bugünlerin rengarenk sofralarına buyur edilmek nasıl peki ?

Ankara'yı ışıl ışıl seyrederken yükseklerde bir pencerenin ardından, dostların kahkahasıyla şenlenmek... O güzelim dantellerle bezeli masada buz gibi bir kadeh beyaz şarabınız hele dursun şöyle...

-Ah, ne seçsek antrelerden? Çıtır  çıtır kızarmış  peynirli patlıcan lokmasını mı tatsak?
-Pudra şekeriyle kaplanıp fırınlanmiş üzüm salkımından mı bir tane koparsak?
-Mmmmm hepsi çok leziz
-Ay Sevgi, bu krakerleri nasıl yaptın peki?
-Mmmmm peynirler nefis, hele şu Bodrum bamyası? Turşusunun bu kadar güzel olacağını düşünemezdim


Herkesin gülümsediği, küçük büyük bütün dertlerin, sıkıntıların geride bırakıldığı bir akşamdır... O bembeyaz keten örtülü sofra sizi nasıl kucaklar? Soğan dolması kaşıklanırken herkes susar nedense... Kimbilir, belki de lezzeti damağa hapsetmektir amaç.
Kadehler ard arda kaldırılır, günün fıkrasına gülünür... Biraz dedikodu yapılır... Ülkenin durumu uzun uzadıya tartışılır

-Şu siyasetçi takımı neden ille de kendine göre düşünür herşeyi?
-Varsa yoksa Çankaya değil mi?
-Yahu ülkenin asıl ihtiyacı başkanlık sistemi mi? Seçim ve siyasi partiler yasalarının değiştirilmesi mi?
-Dünkü tartışmayı izledin mi? Halen görevdeki savcı "ülkede adalet yok" dedi resmen
-Ya Şemdinli'de Şırnak'ta yaşananlar?
-Doğru düzgün bilgi akışı da kalmadı ki kardeşim... Hangi gazeteyi okuyorsun bilmem ama...
-Yahu bizi boşver geldik gidiyoruz şuraya da, oğlanlara ne demeli? Askere gitme gitmeme tereddüdünü bir türlü çözemediler baksana
-Bir şey diyemiyorsun ki... Hergün kaç şehit haberi geliyor...


Herkes susar önce, sonra yeniden bu kez daha neşeli bir sohbet başlar. Bir yandan da tabaklar dolar boşalır... Ispanaklı kiş, avokadolu salata, kaplanıp fırınlanmiş  bonfile, üzümlü kuskus pilavı herşeyi unutturur insana...




Sevgi Horoz’un sofrasında bulunmak böyle bir mutluluktur işte...


NOT: Bu davet ve yazının üstünden çok yıllar geçti. O güzelim dost, o marifetli Sevgi Horoz, onca yaşama arzusu, sevme sevilme hayalleri varken, ne yazık ki yemyeşil gözlerini dünyaya kapadı... Gittiği yerlerde mutlu olsun, yeşillikler içindeki rengarenk sofralarda konuk edilsin...

26 Nisan 2021









Cuma, Mayıs 25, 2012

O MUTLU GÜN


Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi belki ama ben pek farkında değildim ... Çocukluk işte, nereden bilebilirdim ki hayat serüveninde hızla büyüyüp, yetişkinliğe, hatta daha ilerisine varıldığında, dertler de misliyle katlanırdı?

-Neydi peki o yıllar öncesinde kalmış ama bugün bile gülümseten mutluluğun sebebi? 

-Ah, hiç sorulur mu bu? Annesinin elini tutmuş yeşilliklerin ortasında yürüyen, üstelik de en güzel elbisesini giymiş çocuğa?

Annemin işyeri Denizciler Caddesindeydi. Halamla birlikte onu ziyarete gitmiştik. Öğlen, bize Uludağ Kebabı ısmarlamıştı annem (nedense kendisine getirtmemişti yine!) Çıtır çıtır kızarmış pide parçalarının üstüne serili, tereyağına bulanmış incecik döner yaprakları, mis gibi kokusuyla (tabağın kenarında biraz yoğurtla közlenmiş domates ve biber de vardı her zaman) önce ne kadar lezzetli görünür, ama bir iki çatal aldıktan sonra hemen doyururdu da ben artık asla bir lokma dahi alamazdım... 

O yüzden mi “ikiyüzelli gramlık kız” diye seslenirdi Kemal Abi bana?

Mutluluğumun parçası olan elbiseme gelince, robadan büzgülü, bebe yakalı, pastel pembeler-mavilerle işlenmiş, bir karışlık bir şeydi galiba. Ama incecikti, üstelik bu kez fanila da giydirmemişlerdi de kolsuz elbisenin  açıkta bıraktığı kollarıma tatlı tatlı değen rüzgar, dertsiz tasasız yaz günlerini müjdeleyip durmuyor muydu?
Ne güzel gündü, hani şu eskilerin “şerbet gibi” diye tanımladıkları o gün...

Denizciler Caddesinde yürüdük yürüdük, sağımızda solumuzda ilgi çekici pek çok dükkan... Kuyumcular, tuhafiyeciler, saatçiler, dikiş makinası ve aksamı satanlar...

Tabelasında Eyüp Sabri Tuncer yazan kapıya geldik, içeri girdik... Neden o tezgahlar hep yüksek yapılırdı da biz çocuklar ayakkabılarımızın burnunda ne kadar dikilmeye çalışsak da tezgahtakileri göremezdik? Soluduğumuz hava nasıl birden değişmişti peki? Tezgahların ardında, yerden tavana kadar uzanan raflarda duran dev  damacanalardaki rengarenk sıvılardan, tıpalarına inat dışarı  süzülen o anlatılmaz çiçek kokularının mı yoksa daha küçük şişelerde saklanan egzotik esansların etkisi miydi bizi sarıp sarmalayan ve hülyalara sürükleyen şey?


Pespembe, yeşil, sarı, mor renkte kocaman cam balonlar... Heryerde... Sanki biri onları sabundan üflemiş de, rüzgarla uçarken o raflara konuvermişler gibi... Biraz sonra yeniden uçacakları izlenimini bozan tek şey cam gövdelerine perçinli bronz muslukları mıydı?
Sonra annemle tezgahtarın konuşması: 

-Bu şişeye leylak istiyorum... Ama ağzına plastik tıpa koymayı unutmayın, çünkü o zaman çok dökülüyor kolonya... Bir de limon çiçeği istiyorum, onun için de şu Pe-Re-Ja şişesini alın...
-Hanımefendi lavanta da iste
mez misiniz? Bakın küçük şişelerde hazır. İsterseniz biraz damlatayım mendilinize bir bakın...

Annemin siyah rugan çantasından ütülü beyaz mendilini çıkarıp adama uzatması...
Kolonyalar... 
Çeşit çeşit kolonyalar nasıl da hayatımızın büyük parçasıydı o zamanlar... Eve gelen konuğa ilk ikramdı... Birisine bir şey olsa, başı dönse filan hemen kolonya yetiştirilmez miydi? Hele ateşliyken, öyle antibiyotikler filan bilinmezdi de, ilk önlem şakaklarımıza, bileklerimizin, kollarımızın içine ayaklarımıza bol bol dökülen limon kolonyası olmaz mıydı?
Ayşegül’ün annesi Sevim Teyze, ille de “doksan derecelik limon çiçeği” bulundururdu evlerinde... Dahası, onların yaşamı bize göre daha “alafranga”ydı da Sevim Teyze yatak odasındaki etajerin üstünde, ince uzun bir şişede “Paris Gecesi” kolonyasını hep dolu tutmaz mıydı?
Sonra Denizciler Caddesini, Samanpazarını filan geride bırakıp sert bir yokuşa varmıştık, o yokuşu da çıktığımızda Kale’nin eteğindeki cennet gibi yemyeşil teraslı bahçelere ulaşmıştık. Dev ıhlamurun gölgesindeki tahta banklara oturmuştuk biraz dinlenmek için. Annem bana yirmibeş kuruş mu vermişti büfeden gazoz al diye? Uludağ gazozu... Önce şişeden yudum yudum içer, vanilya kokulu şekerli sıvı, susuzluğumuzu giderince, kalanını şişenin ağzını kapatıp sallayarak köpürtüp, sağa sola fışkırtmaz mıydık?
Sağa sola hoplayıp sıçrarken ayakkabım ikide birde ayağımdan çıkıyordu da, annem yanına çağırıp incelemişti:
-A, bunun klipsi kopmuş... Haydi sana yeni bir çift alalım. Hem yaz geliyor, istersen sandalet tarzı bir şey olsun...


Sevinçten uçmuştum. Kalktık otobüse bindik... Biletçi, kösele çantasından çıkardığı koçandan iki bilet koparıp kurşun kalemle üstlerine birer çizik attı (çocuklara bilet kesilmezdi) annemle halama verdi. Hay Allah, otobüsün tavanına asılı kösele kayışlara yine yetişememiş, tutunamamıştım, Kızılay’da indik...
Orduevini, bahçesinde yüzü yapılmamış taştan bir aslan heykeli duran parkı, geceleri yanıp sönen toplarıyla cazip görünen ama gündüzleri sadece o solgun “Roma Dondurması” yazan tabelasıyla Boğaziçi Pastanesini geçtik, Kocabeyoğlu Pasajına girdik... İşte ayakkabıcılar hemen karşımızdaydı... Neşeyle buyur ettiler bizi...Beni bir tabureye oturttular. Bir çok ayakkabı denendi. Ben hepsini beğeniyordum ama tezgahtar parmağını ayakkabımın burnuna bastırıp:

“-Hımmm, bu yakında küçükhanımın ayağını sıkabilir. Yarım numara büyüğünü giydirelim

Deyip duruyordu... Sonunda krem rengi sandalette mi karar kılmıştık? Yoksa pembeydi de sararan siyah beyaz fotoğraflar mı öyle gösteriyordu? Bilmem...
O gün dünyanın en mutlu çocuğu bendim...

Pazartesi, Mayıs 09, 2011

TCG Silivri









Yağmur bardaktan dökülürürcesine yağıyor, silecekler zor yetişiyor önümüzü görmemize. Silivri’ye ulaşmamıza sadece dakikalar kaldı... Yolda hızla ilerlerken sağımızda solumuzda  sapsarı uzanan kolza ekili  tarlaları hayranlıkla izliyoruz

-Geldik galiba
-Burası cezaevinin girişi mi? Yani duruşma salonunun?
-Nizamiye olsa gerek.
-Peki şu dev cami inşaatı neyin nesi dersin?
-Bilmem, tutuklular için desek, mümkün değil, özgür değiller ki gidip secdeye varsınlar... Olsa olsa savcılar, hakimler, gardiyanlar için filandır.
-Zaten tutuklular özgür kalabilse ilk yapacakları iş  secdeye varmak mı olur sence? Yoksa şu gri tavanla sınırlanmadan ufuk çizgisine uzanabilen kolza tarlalarını seyredip,  tertemiz havayı soluyorak özgürlüğün tadını çıkartmak mı?

Duruşma salonunun yetersiz park yerine arabamızı güç bela park edip iniyoruz, girişte de izdiham var. Çantalarımız, üstümüz başımız aranıyor, telefonlarımız teslim alınıyor. Duruşma salonuna giriyoruz. Saat henüz 09.00 bile değil ama neredeyse tüm yerler dolu... Güç bela kendimize bir yer  bulup oturuyoruz. İşin ilginç yanı, basına ayrılan bölümün neredeyse bomboş oluşu. 

-Ama dün Uğur Dündar’la  Yılmaz Özdil gelmiş?
-E canım o bir destek ziyareti... Tamam o da iyi hoş ama ben basının  sürekli takibinden söz ediyorum. Demek ki bu Türkiye’yi sarsması gereken olaya basının ilgisi sıfır
-Öyle olması istenmiştir.

Biraz sonra tutuklu sanıklardan emekliler  salona alınıyor. Alkış sesleri, bağırış çağırışlar:

-Canım nasılsın?
-İyiyim iyiyim.
-Yüzünün sağ tarafı şişmiş ama?
-Birşey yok, dişçiye götürecekler, revirden talep ettim.

Sanıklardan birinin eşi lacivert ipek elbisesi ve yüksek topuklu lacivert ayakkabıları ile son derece şık... Ama eşini bir türlü göremiyor.  Sol tarafa yanaşıyor olmuyor, sağa gidiyor, topuklarının üstünde iyice yükseliyor, hah şimdi gördü onu, gülümseyerek el sallıyor:

-Merhaba canım. İyi misin?

Sesini duyuramıyor. Şıklığı hele, izhidamda kayboluyor, 3 metre mesafeden, karşıdan farkedilmiyor bile... Tutuklu sanıkla birbirlerine gülümsüyorlar. Kolay değil... Onca yıl geride bırakılmış, önceki gün evliliklerinin bilmemkaçıncı yıldönümü ama bu koşullarda nasıl kutlasınlar ki...
Biraz sonra tutuklu sanıklardan muvazzaflar alınıyor içeri, yine alkışlar, seslenmeler, o hengamede hatır sormaya çalışmalar. Sanıklarla, izleyici bölümünün arasında en az 3 metrelik bir boşluk var, sesler duyulmuyor, bağırmak gerekiyor:

-Komutanım sizi iyi gördüm.
-Ben de sizi çok iyi gördüm.
-Sevgilim nasılsın?
-İyiyim hayatım merak etme, yalnız siyah çoraplarım tükendi, bir kaç çift getirir misin gelecek görüş gününe?

Sanıklardan biri avukatıyla ciddi bir konu görüşmeye çalışıyor:

-O yazının aslını buldurtabildin mi?
-Çalışıyoruz efendim.

Şu anda tutuklu muvazzaflar nedeniyle Deniz Kuvvetlerinin durumu o kadar kritik ki... Neyse ki bir gerginlik yok, aksi taktirde çatışmayı kaybettiğimizin resmidir, çünkü en kritik görevlerdeki subaylar içeride, ya da kendi deyimleriyle TCG Silivri’de...
Birazdan mahkeme heyeti yerini alıyor. Yarım kalan bir sorguya devam edilecek. Ancak heyet başkanı hakim aynı soruyu defalarca sanığa yöneltince, avukatından itiraz geliyor:

-Sayın hakim, sürekli aynı soruyu yöneltiyorsunuz, “iç tehdite karşı savunma sizin göreviniz miydi?” diye... Size bu plan tatbikatında 2 tugayın geri bölgede görevlendiriliği anlatıldı, bu durumda tabii ki iç tehdit de ilgilenmeleri gereken bir konudur. Esasen bu kadar teknik bir konuda bilgili olmanız beklenemez, bu nedenle burada bilirkişi bulundurulmasını istedik ama kabul edilmedi. Siz bu konuları kavrayıncaya  kadar  acaba daha kaç soru yönelteceksiniz?

Hakim sinirleri alınmış gibi:

-Soru  sormama engel olamazsınız. Sorarım...

Avukatlardan biri bu kez:

-Bu dava 196 sanıkla yürütülüyor, oysa plan tatbikatına katılan subayların sayısı bu değil, acaba hangi kriterlere göre belirlediniz sanıkları?

Hakimden cevap yok. Bir başka avukat:

-Bu davada suçlamalar darbe teşebbüsüne dayandırılıyor. Peki darbe olmamış, teşebbüs olarak mı kalmış? Acaba bu teşebbüs hangi fiille engellenmiş?

Avukat sözlerini sürdürüyor:

-Bakın sanıklar ülkede olağanüstü bir atmosfer yaratılarak zan altında bırakıldı, kamuoyunda peşinen suçlu gibi algılanmaları için her türlü yayın yapıldı. Üstelik bu yayını yapan gazetecileri şimdi AKP miletvekili adayı olarak görüyoruz.  Üstelik bahsi geçen suçlamalarla ilgili olarak defalarca MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü  ve Genelkurmaya soruldu, hep şu cevap alındı. Bu 3 devlet teşkilatı da sözkonusu iddialarla ilgili ,“bizde hiçbir belge ya da bilgi yok” deyip durdular.   Yani deliller sadece sizin iddianameniz midir? O halde bu dava siyasi değildir de nedir?


Yine cevap yok

Davaya öğlen arası veriliyor. Günlerden Cuma,  iddia makamındaki hakimler ve savcıların büyük bölümü abdest alıp namaz kılmak için duruşma salonundan ayrılıyorlar.  Acaba vicdanları rahat mı? Sadece Cumaları değil, her duruşmada heyet üyelerinin  çoğunun öğlen namazına gittiklerini öğreniyoruz.
Tutuklu sanıklar ise  bir şeyler atıştırmak için salondan ayrılıp hemen geri dönüyorlar, çünkü aileleri ve arkadaşları ile güç koşullarda 3 metrelik bir mesafeden de olsa görüşüp selamlaşma ya da öylece durup karşılıklı gülümseme olanağını kaçırmak istemiyorlar.
Yargılanan arkadaşımıza veda edip dışarı çıkıyoruz. Sert rüzgarda kolza tarlaları dalgalanıyor. Yağmur yeniden hızlanıyor, silecekler yetieşmiyor camı berrak tutmaya, ezan sesi duyuluyor. Yağmurun sesi, tarlaların kokusu, uçan kuşlar, özgürlük... Mutlu muyum? Hayır, masmavi gök bir vicdan azabı gibi, bir karabasan gibi kümeleniyor içimde,  boğazım düğümleniyor...

Cuma, Nisan 29, 2011

Gizli kalmış”, hazin bir aşk öyküsü



\

Bakın, şimdi Mehveş Hanımla ilgili olarak size anlatacaklarım tam olarak doğru değil, bunu itiraf etmeliyim, nasıl söylesem? Aslında yarı fantastik bir anlatı... Ama aynı zamanda o kadar gerçek ki...
Hele bir de sizinle karşı karşıya olabilseydik misafir odamda... Dantellerim pek güzeldir, çoğu sevgili halamın eseri. Ha, o mu? O küçük ceviz etajer de annemden kalmadır. Onun sevdiği “şeyler”i orada saklarım. Üstündeki şişeyi mi sordunuz? Reve D’or... (*) Bitmesin diye gözünün içine bakıyorum, çünkü annem öte dünyaya göçeli bir kaç yıl oldu, çok severdi bu kokuyu, sadece misafirliklerde kullanırdı, işte bunlar artakalan son damlalar. Korkarım artık üretilmiyor...
Aslında, “hem çayımızı yudumlayalım, hem de şu benim macbook'dan youtube'u açıp görüntü eşliğinde sohbet edelim” diyecektim ama, malum, Türk halkı olarak cezalıyız(****)... Onun için büyükbabamın gramofonunu çalıştırayım önce, hemen geliyorum yanınıza...
Aaaa sormadım da, çayınızı nasıl içerdiniz? Neyse canım, tam tavşankanı işte, açık da değil fazla koyu da... Bakın, bu bademli kurabiyeleri de bu sabah yaptım, taptaze, buyrun buyrun, afiyet olsun...
Aaa, aşkolsun başta söyledim ya, Mehveş Hanım... Yani Mehveş Dolay’dır bu muhteşem ezginin ve sözlerin sahibesi... Notalarına bir bakın, eğer müzikle haşır neşirseniz, hele hele bir enstrüman da çalıyorsanız hafiften tıngırdatsanız ne hoş olurdu... Nihavendin bütün batılı özelliklerini taşır bu şarkı... Durun bakayım, siz çalarken ben de biraz mırıldanayım mı?
“Kaçsam bırakıp, senden uzak yollara gitsem,

Kalbim yanıyor, ismini her kimden işitsem.
Derdimle ufuklarda sönen gün gibi bitsem,

Kalbim yanıyor, ismini her kimden işitsem”
Tabii makamının nihavend, usulünün semai oluşu (**) ve muhteşem ezgisi nedeniyle cazcılar da bu besteye gönül vermiştir...  Önder Focan’ın “Kaçsam Bırakıp” yorumu da muhteşemdir.
Eveeet, ne diyorduk... “Kaçsam Bırakıp”ın Bestecisi Mehveş Hanımdan bahsediyorduk değil mi? Bir kere son derece dikkat çekici olan, İzmirli Mehveş Hanımın yaşamında sadece ve sadece tek bir beste yapmış oluşu... TEK BİR BESTE! Düşünebiliyor musunuz? Böyle muhteşem yeteneğe sahip olup da bunu yaşamda sadece bir kez kullanmanın ne demek olduğunu? Acaba buna duyduğu aşk ve düş kırıklığı mı neden oldu?
Neyse ki, Mehveş Hanım 20-25 yaşlarındayken yaptığı bu şahane besteyi İstanbul’a götürüyor ve Columbia Plak Şirketinde kayıt (***) ettiriyor, beste ilk kez Deniz Kızı Eftelya Hanım tarafından plağa okunuyor. Ama ne yazık ki, Mehveş Hanımın adı plakta yok... Onun yerine bir Ermeni ve de erkek besteci ismi var plakta... Neden mi? O yıllarda bir kadının bırakın müzik eğitimi almasını, bunu yayması, kendi adıyla plağa dönüştürmesi filan imkansız, hoş karşılanmıyor, ondan. Bu yüzden takma isim kullanıyor.
Zaten ondan sonra da Mehveş Hanım kayıplara karışıyor, kendisinden yeni besteler şurada dursun en ufak bir haber bile alınamıyor.

Ne “kaçış” ama değil mi? Tam bestesinde dile getirdiği gibi... Şarkının devamı da şöyle:
"Gönlüm o kadar aşkınla yanmış ki ezelden

Bir lahza unutmak seni bak gelmiyor elden
N'olurdu ölüm zehrini içseydim ecelden

Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem"
Pekiii, sizce bu muhteşem beste kime yapıldı?
Hımmmm, söyleyeyim mi söylemeyeyim mi diye düşünüyorum. Çünkü bundan emin değilim, hatta daha açık konuşmak gerekirse bunu ben düpe düz kafamdan uydurdum. Bence bu beste, tam o yıllarda ortalığı kasıp kavuran ve tüm gençkızların kalbini yakan ama sonunda 29 Ocak 1923 günü İzmir’de Latife Hanımla evlenen Mustafa Kemal’e yapılıyor...
\

Üstelik sonraki yıllarda öğreniyoruz ki, “Kaçsam Bırakıp” Mustafa Kemal’in de sevdiği bestelerden biri.
Aah ah, ne dersiniz? Bir akşamüstü, güneş batarken, balkondaki masamızda biraz leblebi, biraz beyaz peynir, bir dilim kavun eşliğinde, buğulu rakı kadehimizi karşılıklı kaldırsak, onların şerefine yudum yudum içsek ve “Kaçsam Bırakıp”ı dinlesek?
Olmaz mı?

LİNK 
------------------------------------------------------
(*)Reve D’or (Altın Rüya) L.T. Piver tarafından ilk kez 1886’da Paris’te üretilmiş parfüm.
(**)http://odtuktmt.com/7-nazariyat.html
(***)Git Zaman Gel Zaman Fonograf-Gramofon-Taş Plak-Cemal Ünlü
(****) Youtube'un Türkiye'de yasaklı olduğu günlerde kaleme alınmıştı.

Pazar, Kasım 14, 2010

Bir rüzgar esti...



 

Ne hoş, ey güzel Tanrım, ne hoş.                      
Mavilerde sefer etmek!
Bir sahilden çözülüp gitmek
Düşünceler gibi başıboş (*)
Bu dizeler aklımdan geçerken, “yaşıyor olmak, ne hoş, nasıl  sevinçlerle dolu ve ne kadar güzel” diye düşündüm. Rüzgar, uzaklardan, ta uzaklardan bilinmedik kokular getirdi, sürülüp nadasa bırakılmış tarlaların, yağmurla ıslanmış otların kokusu muydu? Yoksa kurumaya yüz tutan lavantaların esintisi miydi beni böylesine mutlu eden... Kaybolmaya yüz tutmuş ışıklar o kadar güzeldi ki, dokunduğu an, rüzgarla salınan otları birer amber parçasına dönüştürüyordu. Ama zavallı bizler şehir ortamında, doğadan ne kadar uzaktaydık.

Sonra Nazım Hikmet’i düşündüm, ‘Yaşamak güzel şey be kardeşim” demişti ya... Çektiği acıları, hapishane günlerini, karısına, hele biricik oğlu Mehmet’e duyduğu hasreti, sürgündeki yalnızlığını, Türkiye özlemini düşündüm... Yaşama bu kadar umutla bağlanışına bir kez daha hayran oldum. Oysa ölüme hiç de uzak değildi, ne demişti o şiirinde:
“Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, 
- öyle gibi de görünüyor - Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni 
ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa 
taş maş da istemez hani...” (**)

“Ölüme şairane bakmak” diye buna denirdi sanırım. Ama yazık ki, gerçek yaşam böyle değildi ... Moskova’daki mezarının başındaki soğuk mermere kazılı rölyef aklıma geldi.
Rüzgarda yürürken bunları düşünüyordum, gün batımındaydık, uzaklardaki pencereler, güneşle  kızıllaşıp koyulaşan ışıkları yansıtıyordu. “ O pencerelerin ardındakiler mutlu mudur?” diye merak ettim, aklıma Atilla İlhan geldi nedense... Paris günlerinde kaleme aldığı Revolution’u anımsadım:
“Sarmaşıklı bir ev, güneşli tertemiz camları,
Yine chopin’den révolution’u çalar komşumuz,
Sen işinden ben işimden dönünce akşamları,
Soframız hazır, taze ekmek limon çiçekleri,
Billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz,
Sonra ben sana nâzım’dan şiirler okurken,
Üşüşür penceremize gece kelebekleri” (***)


Yaşamı sevmek böyle bir şeydi işte....
lla
“Sen işinden ben işinden dönünce akşamları, soframız hazır taze ekmek... Billur bardakta şeker gibi tatlı suyumuz” diyordu. 
Aslında mutluluğun, bal gibi erişilebilir, kolay bir mutluluğun tarifi değil mi bu?
Ne bilinmedik egzotik baharatlar, ne Fransız usulü portakallı ördek bacağı, ne nadide bir şaraptan bahis vardı..

Gülümsedim, bu düşüncelerimi bir dostumla paylaşmak istedim ama o bana, “sonbahar iyimserliğin ve mutluluğun mevsimi değildir, büyük hüzünler barındırır içinde” dedi ve başka bir şiiri anımsattı:


Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar öğlesinde
Ah, ne de güç
Gülüp geçmek genç kızlara.
Bir sonbahar akşamında, bir sonbahar akşamında
Ah, ne de güç
Durup bakmak yıldızlara.
Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar akşamında
Ah, ne kolay.
Ağlıya ağlıya yere kapanmak!

(*) Açsam Rüzgara-Orhan Veli Kanık
(**)Vasiyet-Nazım Hikmet 
(***) Revolution-Atilla İlhan
(****)Üç damla gözyaşı-Endre Ady

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...