Yağmur bardaktan dökülürürcesine yağıyor, silecekler zor yetişiyor önümüzü görmemize. Silivri’ye ulaşmamıza sadece dakikalar kaldı... Yolda hızla ilerlerken sağımızda solumuzda sapsarı uzanan kolza ekili tarlaları hayranlıkla izliyoruz
-Geldik galiba
-Burası cezaevinin girişi mi? Yani duruşma salonunun?
-Nizamiye olsa gerek.
-Peki şu dev cami inşaatı neyin nesi dersin?
-Bilmem, tutuklular için desek, mümkün değil, özgür değiller ki gidip secdeye varsınlar... Olsa olsa savcılar, hakimler, gardiyanlar için filandır.
-Zaten tutuklular özgür kalabilse ilk yapacakları iş secdeye varmak mı olur sence? Yoksa şu gri tavanla sınırlanmadan ufuk çizgisine uzanabilen kolza tarlalarını seyredip, tertemiz havayı soluyorak özgürlüğün tadını çıkartmak mı?
Duruşma salonunun yetersiz park yerine arabamızı güç bela park edip iniyoruz, girişte de izdiham var. Çantalarımız, üstümüz başımız aranıyor, telefonlarımız teslim alınıyor. Duruşma salonuna giriyoruz. Saat henüz 09.00 bile değil ama neredeyse tüm yerler dolu... Güç bela kendimize bir yer bulup oturuyoruz. İşin ilginç yanı, basına ayrılan bölümün neredeyse bomboş oluşu.
-Ama dün Uğur Dündar’la Yılmaz Özdil gelmiş?
-E canım o bir destek ziyareti... Tamam o da iyi hoş ama ben basının sürekli takibinden söz ediyorum. Demek ki bu Türkiye’yi sarsması gereken olaya basının ilgisi sıfır
-Öyle olması istenmiştir.
Biraz sonra tutuklu sanıklardan emekliler salona alınıyor. Alkış sesleri, bağırış çağırışlar:
-Canım nasılsın?
-İyiyim iyiyim.
-Yüzünün sağ tarafı şişmiş ama?
-Birşey yok, dişçiye götürecekler, revirden talep ettim.
Sanıklardan birinin eşi lacivert ipek elbisesi ve yüksek topuklu lacivert ayakkabıları ile son derece şık... Ama eşini bir türlü göremiyor. Sol tarafa yanaşıyor olmuyor, sağa gidiyor, topuklarının üstünde iyice yükseliyor, hah şimdi gördü onu, gülümseyerek el sallıyor:
-Merhaba canım. İyi misin?
Sesini duyuramıyor. Şıklığı hele, izhidamda kayboluyor, 3 metre mesafeden, karşıdan farkedilmiyor bile... Tutuklu sanıkla birbirlerine gülümsüyorlar. Kolay değil... Onca yıl geride bırakılmış, önceki gün evliliklerinin bilmemkaçıncı yıldönümü ama bu koşullarda nasıl kutlasınlar ki...
Biraz sonra tutuklu sanıklardan muvazzaflar alınıyor içeri, yine alkışlar, seslenmeler, o hengamede hatır sormaya çalışmalar. Sanıklarla, izleyici bölümünün arasında en az 3 metrelik bir boşluk var, sesler duyulmuyor, bağırmak gerekiyor:
-Komutanım sizi iyi gördüm.
-Ben de sizi çok iyi gördüm.
-Sevgilim nasılsın?
-İyiyim hayatım merak etme, yalnız siyah çoraplarım tükendi, bir kaç çift getirir misin gelecek görüş gününe?
Sanıklardan biri avukatıyla ciddi bir konu görüşmeye çalışıyor:
-O yazının aslını buldurtabildin mi?
-Çalışıyoruz efendim.
Şu anda tutuklu muvazzaflar nedeniyle Deniz Kuvvetlerinin durumu o kadar kritik ki... Neyse ki bir gerginlik yok, aksi taktirde çatışmayı kaybettiğimizin resmidir, çünkü en kritik görevlerdeki subaylar içeride, ya da kendi deyimleriyle TCG Silivri’de...
Birazdan mahkeme heyeti yerini alıyor. Yarım kalan bir sorguya devam edilecek. Ancak heyet başkanı hakim aynı soruyu defalarca sanığa yöneltince, avukatından itiraz geliyor:
-Sayın hakim, sürekli aynı soruyu yöneltiyorsunuz, “iç tehdite karşı savunma sizin göreviniz miydi?” diye... Size bu plan tatbikatında 2 tugayın geri bölgede görevlendiriliği anlatıldı, bu durumda tabii ki iç tehdit de ilgilenmeleri gereken bir konudur. Esasen bu kadar teknik bir konuda bilgili olmanız beklenemez, bu nedenle burada bilirkişi bulundurulmasını istedik ama kabul edilmedi. Siz bu konuları kavrayıncaya kadar acaba daha kaç soru yönelteceksiniz?
Hakim sinirleri alınmış gibi:
-Soru sormama engel olamazsınız. Sorarım...
Avukatlardan biri bu kez:
-Bu dava 196 sanıkla yürütülüyor, oysa plan tatbikatına katılan subayların sayısı bu değil, acaba hangi kriterlere göre belirlediniz sanıkları?
Hakimden cevap yok. Bir başka avukat:
-Bu davada suçlamalar darbe teşebbüsüne dayandırılıyor. Peki darbe olmamış, teşebbüs olarak mı kalmış? Acaba bu teşebbüs hangi fiille engellenmiş?
Avukat sözlerini sürdürüyor:
-Bakın sanıklar ülkede olağanüstü bir atmosfer yaratılarak zan altında bırakıldı, kamuoyunda peşinen suçlu gibi algılanmaları için her türlü yayın yapıldı. Üstelik bu yayını yapan gazetecileri şimdi AKP miletvekili adayı olarak görüyoruz. Üstelik bahsi geçen suçlamalarla ilgili olarak defalarca MİT, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmaya soruldu, hep şu cevap alındı. Bu 3 devlet teşkilatı da sözkonusu iddialarla ilgili ,“bizde hiçbir belge ya da bilgi yok” deyip durdular. Yani deliller sadece sizin iddianameniz midir? O halde bu dava siyasi değildir de nedir?
Yine cevap yok
Davaya öğlen arası veriliyor. Günlerden Cuma, iddia makamındaki hakimler ve savcıların büyük bölümü abdest alıp namaz kılmak için duruşma salonundan ayrılıyorlar. Acaba vicdanları rahat mı? Sadece Cumaları değil, her duruşmada heyet üyelerinin çoğunun öğlen namazına gittiklerini öğreniyoruz.
Tutuklu sanıklar ise bir şeyler atıştırmak için salondan ayrılıp hemen geri dönüyorlar, çünkü aileleri ve arkadaşları ile güç koşullarda 3 metrelik bir mesafeden de olsa görüşüp selamlaşma ya da öylece durup karşılıklı gülümseme olanağını kaçırmak istemiyorlar.
Yargılanan arkadaşımıza veda edip dışarı çıkıyoruz. Sert rüzgarda kolza tarlaları dalgalanıyor. Yağmur yeniden hızlanıyor, silecekler yetieşmiyor camı berrak tutmaya, ezan sesi duyuluyor. Yağmurun sesi, tarlaların kokusu, uçan kuşlar, özgürlük... Mutlu muyum? Hayır, masmavi gök bir vicdan azabı gibi, bir karabasan gibi kümeleniyor içimde, boğazım düğümleniyor...