Bu Blogda Ara

Salı, Ocak 19, 2021

Katillerle, tecavüzcülerle yargılandık!



Gazetecilik “çileli iştir” demiştik. (*) 

-Müyesser Yıldız, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Murat Ağırel gibi başarılı gazeteciler, acaba bu eziyete neden reva görülür? 
-Kamuoyunu aydınlatma görevini çok ciddiye aldıkları için olmasın? (**)

Kimileri de gazeteciliği şöyle görüyor:

-Ne güzel işte, imzanız var, kamuoyunda tanınıyorsunuz, bol bol seyahat, devletin tepesindeki isimlerle samimiyet...Daha ne olsun?

Oysa işin içyüzü öyle mi?

Milliyet Gazetesindeydim. Büroda olağanüstü sıcak bir gün yaşıyorduk, pencerem açıktı ama kavak ağacının yapraklarında en ufak kıpırdanış bile yoktu, şeytan beni kolumdan çekip uykuya götürme çabasındaydı! Derken telefonum çaldı, beni adeta yerimden sıçratan bir bilgi ulaştı. 

Iraklı bir işadamı (Jamal Tahir) Ankara’da, tam da Genelkurmay Başkanlığı önündeki kavşağın inşaatına talip oluyor... Büyük paralar  söz konusu, ortada doğru dürüst ihale mihale yok. Üstelik Milli İstihbarat Teşkilatı, bu işadamının lanetli RABITA örgütü (***) ile irtibatlı oluşunu, zararlı faaliyetlerini tespit ederek Türkiye’deki ikamet ve çalışma izinlerini kaldırmış...

“İşin sahibi kimdi?” Derseniz, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı. Yani Melih Gökçek

-Ne var bunda?

Demeyin, devletin gizli istihbarat servisi, bu adam için “sakıncalı” diyor, siz adama Genelkurmay Kavşağı işini ikram ediyorsunuz.

Gelen bilgi kırıntıları üzerinde günlerce çalıştım, MİT damgalı “gizli istihbaratın belgesini” buldum, taraflarla, hatta Melih Gökçek’le, Jamal Tahir’in ortakları ile görüştüm. Gökçek ne dese beğenirsiniz?

-Ne demek sakıncalı? Bana böyle bir bilgi filan gelmedi. Madem bu adam sakıncalıymış, niye gizli belge ile bilgilendirme yapıyorlar? Açık açık söyleselerdi.

Uzatmayayım, haberi Milliyet’te bir kaç gün, farklı açılarıyla yayınladık, olayların püf noktasını oluşturan MİT Belgesi de haberimizde yer aldı. 

-Ama sen arı kovanına çomak sokmuşsun. Gizli belge, Rabıta örgütü... Ne oldu peki sonra?
-Ne olacak, hakkımızda suç duyurusu yapıldı ve 8 yıl hapis istemiyle, Bakırköy’deki Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandık.
-Peki suçun neymiş?
-Gizli belgenin ifşası...

Bir kaç yıl sürdü dava... Önceleri ben durumu fazla önemsemedim, çünkü o sırada geçerli olan yasalar, basın yoluyla işlenen suçlarda “zincirleme sorumluluk” öngörüyordu. Kendi kendimi:

-Ne yani? Benimle birlikte genel yayın müdürü (Derya Sazak’tı o sırada) ve gazetenin sahibi (Aydın Doğan) da mı hapse atılacak? 

diye rahatlatıyordum.

Aradan bir kaç yıl geçti, Milliyet’ten ayrılmış, Kanal D’de çalışıyordum. İstanbul’dan gazetenin avukatı aradı:

-Nursun Hanım, siz bu davayı ciddiye almıyorsunuz ama basın suçlarında zincirleme sorumluluk hükmü kaldırıldı. Yani siz davada artık tek başınıza kaldınız. Duruşmalara mutlaka katılın, bu iş ciddi, mahkumiyet alabilirsiniz.

İlk şoku atlatıp sordum:

-Peki  mahkemede nasıl bir savunma yapayım? 
-Buradaki en ciddi suçlama, gizli belgenin ifşası. Siz meslektaşlarınızla görüşün, -o belge bize de gönderilmişti, herkeste vardı, yani yaygınlaşmıştı- desinler, bu sizi kurtarabilir.

Hemen yerimden fırlayıp, soluğu TBMM’de aldım, basın koridorundaki arkadaşlarla birer birer konuşup ricada bulundum ama, genellikle aldığım cevap şu oldu:

-Nursun seni severiz ama, işin içinde MİT olunca akan sular durur, öyle ifade verirsek biz de okkanın altına gideriz. Kusura bakma...

Duruşma yaklaştıkça, giderek telaşlanıyordum. Tam o günlerde bir tanıdığım, “özel ve önemli bir konu” diyerek beni Milliyet’in bitişiğindeki pastaneye davet etti:

-Büroda konuşmak istemedim. Konu hassas. Bak, senin yargılandığın dava var ya...
-Evet?
-Seni tanıdığımı bilen bir istihbaratçı aradı bugün beni... Nursun Hanım 8 yılla yargılanıyor, bu iş ciddi, kendisi çoluk çocuk sahibi. Sonunda mahkumiyet alırsa çok üzülür. Şu mesajı ilet. Bize o belgeyi kimden aldığına dair bilgi versin, yani kaynağını açıklasın, davadan çekilelim...

Donup kalmıştım. Yasal hakkımız, hatta “namusumuz” olan “kaynağı gizli tutma” hakkımız pazarlık konusu yapılıyor, bir anlamda rüşvet teklif ediliyordu. Ziyaretçiye derhal olumsuz cevap verip yanından ayrıldım.

Bu süreç devam ederken, sıkıntılı durumumu gören meslektaşım, Metin Işık beni rahatlattı:

-Ne lazımsa yapayım. Nasıl bir ifade verilecek? Sen yaz, ben altına imzamı atarım...

Bir kaç gün sonra Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşma için İstanbul’a gittim... 
Cinayetten, tecavüzden yargılanan, jandarma-polis eşliğinde, hatta zincirli-kelepçeli kimi tutuklularla birlikte mahkemeden içeri girdik... O gün hakim karşısına “iyi hal” ile çıkmak istiyordum, saçımı topuz yapıp, tayyörümü giymiştim, elimde dosyayla beni gören mübaşir, “cübbe ister misiniz?” Diye sordu, galiba beni avukat sanmıştı. Gülümsedim, kelepçeli sanıkların karşısındaki tek boş yere geçip duruşma sıramı beklemeye başladım, ismim okununca duruşma salonundan içeri girdim... Hakim, gizli belge ifşasının nasıl ciddi bir suç olduğuna dair savcı mütalasını okuyup, savunmamı istedi... Günlerce  çalışıp hazırladığım savları bir solukta aktardım. Bu arada çocukluğumdan beri beni utandıran huyum heyecandan yine depreşmiş, kulaklarımda başlayan kızarıklık bütün yüzüme ve boynuma yayılmıştı... Derken karar açıklandı... Beraat etmiştim... Sevinçle ayrıldım duruşma salonundan...

MİT üst yargıya gitmedi ve bize yıllardır sıkıntı veren dosya böylece kapandı... 

O günü yakın arkadaşlarım Yaprak Uras ve Nilgün Vural’la birlikte, Karaköy’deki Liman lokantasında geç bir öğlen yemeği ile kutladık... Onca sıkıntı ve heyecandan alev gibi yanan kulaklarım ve yanaklarıma bir kadeh buz gibi beyaz şarap nasıl da iyi gelmişti...

-Peki o Iraklı adam ne oldu?
-A, onu hiç sormayın... Yıllar sonra öğrendim. Meğer bu adam devlet adamlarımız için ne kadar kıymetliymiş ki, öldüğünde Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle ulu bir caminin bahçesine özel izinle defnedilmiş. 

Pazartesi, Ocak 11, 2021

Çileli meslek gazetecilik



Hava çok soğuk, hele gecenin bu saatinde...

Çalışma odam sıcacık, ne kadar değerli...Gazeteciler Cemiyetinin 75. Kuruluş yıldönümü yaklaşıyor, bir söyleşiye  hazırlanıyorum. Kimlerle konuşacağım? 

Müyesser Yıldız, Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu... Uğur Mumcu’nun deyimiyle “sakıncalı piyade” dördü de...Ortaya koydukları yürekli gazetecilik, onları yıldızlaştırdı ama ağır bedel ödediler. Art arda açılan davalarla defalarca gözaltına alındılar, tutuklandılar, Silivri’de, Sincan’da buz gibi hücrelerde, sert ranzalarda onca eziyet çektiler, üstelik çileleri hala dolmadı.

Sanal ortamı geziyorum, oooo neler neler yaşamışlar. Haklarında sahte delil mi üretilmemiş? Çocuklarıyla eşleriyle doğru dürüst vedalaşamadan nasıl apar topar hapse götürülmüşler? Müyesser “çıplak aramalara bile tanık olduk” diyor... Bir kendini bilmez hapishaneye girişinde Barış Pehlivan’ı darp ediyor. Barış Terkoğlu’nun küçücük oğluna söylenmemiş  babasının hapiste olduğu... Kim bilir nasıl sayıklamıştır “babam nerede?” Diye... Murat Ağırel’in 8 yaşındak kızı Ada ise acılara merhem olsun diye sanki,  bir şiir yazıp gönderiyor “Sen Benim Kahramanımsın” diye seslendiği babasına...

-Yahu bu insanlar ne yaptılar size? Suçları neydi?

-Terör örgütü üyeliği, Cumhurbaşkanına Hakaret, Halkı Kin ve Düşmanlığa sevk, Özel Hayatın Gizliliğini İhlal, Devletin Gizli Belgelerini Yayınlamak... 

-Bu insanlar suç makinesi miymiş? Bütün bu dehşet suçları nasıl, neyle işlemişler?

-Ellerindeki kalemle...

Biliyorum aklınızdan neler geçtiğini... Neden sustuğunuzu da...

Çünkü 2021 Türkiye’sinde gazetecilik hala tehlikeli ve çileli meslek.

İşte bizim cemiyetimizin  başkanları... Neredeyse hepsi hapislerde süründürülmüş. Altan Öymen, Ecvet Güresin, Cüneyt Arcayürek...

Bizim dönemimizde de benzer olaylar yaşandı. 

Cumhuriyet ve Milliyet  Gazetelerinde çalıştığım yıllarda dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in mal varlığı sorgulanıyordu. Bu konudaki bir istihbarat için İstanbul’da Çiller’in “annemin yastık altık altında buldum” dediği 7.5 milyon dolarla ilgili araştırma yapıyordum. Annesi Muazzez Hanımın 7.5 milyon dolar şurada dursun, kira evinde oturduğu, hatta kirasını geciktirdiği için hacze uğradığını ortaya çıkarmıştım. Gazetenin genel yayın müdürü Derya Sazak’ı aradığımda öyle bir azar işittim ki:

-Sen beni böyle kritik bir konu için neden telefonla arıyorsun?

-Şu anda Muazzez Hanımın evindeyim. Kapıcısıyla, ev sahibiyle görüştüm, haciz olayını doğruladılar. Foto muhabiri isteyecektim.

-Hayır tamam, sen ayrıl oradan. İstersek biz  sonra foto muhabiri göndeririz.

“Haber ne oldu peki?” Diye sormayın, çünkü  onca emek harcadığım haber, patron Aydın Doğan’ın çıkarlarına halel gelir diye mi? Yoksa Derya Sazak’ın kendi inisiyatifi ile mi bilmiyorum, yayınlanmadı...

Sonra o kira evinin sahibi arayıp bana dert yandı:

-Yahu Nursun Hanım, beni de topun ağzına getirdiniz...

-Neden? Haberim yayınlanmadı ki...

-Aman aman, iyi ki yayınlanmadı, buna rağmen öyle bir gürültü kopardı, bana öyle baskılar yapıldı, tehditler savruldu ki... Ya bir de yayınlansaydı? Kim bilir ortalık nasıl birbirine girecekti?

TBMM’de Tansu Çiller’in mal varlığını sorgulayan soruşturma komisyonu da konunun üstüne gitmiş ve bu icra meselesini sorgulamıştı. Ancak sonradan bütün liderlerin mal varlıkları soruşturma kapsamına alınınca, iş sulanmış, Çiller’e can simidi atılmıştı. Tabii Başbakanlığının son günü, ‘örtülü ödenekten” bir özel bankadaki hesaba aktarılan 500 bin TL de, hiçbir zaman sorgulanmadı...

-Canım sen durumu hafif atlatmışsın, hapse mapse de girmemişsin...

Diyorsunuz ama epey macera geçti başımızdan. Mesela benim telefon defterim üç kez kayboldu... düşünsenize, gazetede, çalışma masamın üstünde duran bir telefon defteri nasıl kaybolabilir? Artık bilemiyorum o defterler nasıl uçup gitti masamdan? Belli ki hangi kaynaklarla görüşerek bu haberleri derlediğimizi öğrenmeye çalışıyorlardı... İkide birde genel yayın müdürünü, gazetenin sahibini arayıp beni şikayet etmeleri, haberleri yayından kaldırtma çabasına girmeleri tuz biberiydi yaşadıklarımızın.

O sıralarda şehirden uzak bir semtte oturuyorduk Eryaman’da... Yılın ilk karı düşerken camdan sokağı seyrediyordum, eşim seyahatteydi, çocuklar uyumuştu, telefonum çaldı:

-Alo, Nursun Hanım?

Bir kadındı arayan.

-Buyrun?

-Beni tanımazsınız, İstanbul’dan geldim, fazla vaktim yok, sizinle görüşmek istiyorum. Önemli bilgiler belgeler vermek istiyorum. Buluşabilir miyiz?

Çok tuhaf göründü bu telefon, dedim ki,”Ben bu saatte evden çıkamam, çocuklar küçük, onları yalnız bırakamam...” ama ismini vermeyeceğim kadın, “o halde ben size geleyim” diye ısrarcı oldu, “benim evim çok uzak, hem kar yağışı da hızlandı” diye karşı çıksam da olmadı...Gazetecilik merakı ağır basınca reddedemedim, adresimi verdim. 

Dışarıda tipiye dönüşen karı camdan izlerken, geceyarısını biraz geçe, bir taksi geldi, yavaşladı ve evimizin önünde durdu. Taksiden inen kadın apartmana girdi, zilimizi çalınca buyur ettim.

Çay yaptım, iki saate yakın konuştuk, neler neler anlattı. Çantasından çıkarttığı bazı  fotoğrafları, belgeleri paylaştı:

-Bakın bunları ilk kez siz görüyorsunuz.…

Gece bir türlü uyuyamadım, sağa sola dönüp durdum. Özel yaşama ilişkindi konuğumun anlattıkları. Düşünüp taşındım, o saatte birlikte kitap kaleme aldığımız yakın arkadaşım, meslektaşım Ali Bilge’yi aradım, ertesi gün buluşup konuştuk:

-“Aaaa demek doğruymuş söylentiler “dedi. Fakat biz o bilgileri kullanmamaya karar verdik. Çünkü özel yaşama dair bilgilerin bizim kitapta yeri olmamalıydı.


Üzerimizdeki baskı bununla da bitmedi. Detayına girmek istemediğim bu baskılardan eşim ve kimi aile fertlerimiz bile nasiplerini aldılar.

-Yahu hep kötü olaylar mı yaşadın? Diye soruyorsanız, iyileri de başıma geldi ama ben enayiliğimden (!) fırsatı değerlendiremedim... Merkez Bankası Başkanlarından biri arayıp bir gün beni Ulus’taki çalışma ofisine davet etti, “önemli bir haber için olsa gerek” diye koşarak gittim... Bir sade kahve söyledi, sonra konuyu açtı:

-Yahu Nursun, sen ne diye uğraşıp duruyorsun bu çetrefilli işlerle? Bak sana ne diyeceğim, boşver gazeteciliği, gel bizim basın danışmanımız ol. Hem iyi maaş alırsın, hem gelecek güvencen olur ne dersin?

Güldüm, dedim ki, “Bu teklifi bana sizin durup dururken getirmediğinizi tahmin ediyorum... Teşekkür ederim, mesleğimden memnunum”  diyerek yanından ayrıldım. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ile de pek çok sohbetimiz oldu… Başka bir sefere anlatırım…

Ya, işte böyle dostlar, çileli meslektir gazetecilik. 










Cumartesi, Ocak 02, 2021

Nesli tükenen insanlar... Gulsin Onay mesela




Sanırım bunların başında ünlü piyanist Gulsin Onay gelebilir. 

Bütün iyi özellikler ve iyilik özellikleri aynı insanda toplanabilir mi? 


Oluyor valla, ama böyle insanlar o kadar azaldı ki, üstlerine titremek lazim bence...


Bir kere müthiş bir virtüöz... Bu aslında beni aşar, müzik konusundaki değerlendirmeleri otoritelere bırakmalı ama dünyaca bilinen gerçek o ki, eşsiz bir piyano üstadı, belki de “tuşların hanımefendisi” demek mi daha doğru?


Ya paylaşımlarındaki cömertlik? İnsanların birbirinden fersah fersah uzaklaştığı bir dönemde bu kadar mı öğrenci yetiştirilir? Bu kadar mı verici olunur ve takdir edilir genç yetenekler?


Kadirşinaslığına ne demek gerekir acaba? Konser sonrası,  piyano akortçusundan fotoğrafçısına, sponsorundan asistanına en zarif sözcüklerle teşekkür eden bir dünya starı var mı? “Bis”lere hiç reddetmeden alçakgönüllülüğüyle cevap verişini, seyirciyle zarif diyaloğunu hiç saymıyorum.


Peki bir kadın bu kadar güzel olabilir mi? İçindeki güzellikler böyle mi yansır o gül yüze? O nasıl sevimli bir gülüş? Sıcacık içten bir bakış? 


Hele hele, kumaşından dikişine, taşıyışına belli ki kendi seçimi olan giyimindeki o zerafeti söylesem ne dersiniz?


Peki, o güzelim ses tonu? Kusursuz diksiyonu? Oh, ona kulak vermek nasıl hoş duygular uyandırıyor değil mi insanda? Sanki suya kristalden damlalar dökülüyormuş gibi... “Aman o konuşsa da ben saatlerce dinlesem” diye geçmiyor mu içinizden?


Bu yazı aslında hiç bitmez, aile ilişkilerini de konu etmeli mesela... Yaşını almış anne babaya gösterdiği sıcak, yapmacıksız ilgi? Her programına onları pamuklara sarar gibi özenle taşıyışı kimde var?


Gulsin Onay’lara özen gösterelim, onları sevmek yetmez, gözbebeğimiz gibi koruyup saklayalım olmaz mı?

https://youtu.be/4pv4ADMmG9U


Cuma, Ocak 01, 2021

2021’in ilk günü...ŞEREFE




-Hiç aklıma gelir miydi torunum şampanya kovasıyla oynayacak ben de kahkahalarla güleceğim?

-Eh, bunca yılbaşı geçirince insan, pek çok şeyle karşılaşıyor, hepsi ayrı bir hikaye...

Hatırladığım ilk yılbaşı, Gaybi Yatır Apartmanındaki evimizde, 7 numaralı dairemizde geçiyordu mesela... Annemle babam bize birer tane oyuncaklı çikolata almıştı, benimki kız bebek, ağabeyiminki tavşan biçimindeydi. 

Sonra oradan taşındık, Hanımeli Sokağın diğer tarafına geçtik, Hanımeli Apartmanında oturuyorduk. Babam, Ankara Sinemasında oynayan  bir Jerry Lewis* filmine bilet almıştı, bütün aile gözümüzden yaş getiren kahkahalara boğularak filmi izledik. 


Çocukluk ve gençlik yılllarımın en önemli ilkesi saat 24.00’ü gösterdiği anda ilk, Ayşegül’le birbirimizi kutlamamızdı... Sonra araya yıllar girdi, o terk-i diyar eyledi, Paris’e yerleşti. Yine sürdürdük ilk birbirimizi kutladığımız yılbaşıları... Millenyum’da ailecek Paris’teydik, Ayşegül’ün evinde, o ne güzel sofraydı... Eyfel’in ışıkları göz kırpıyordu uzaktan.

Bir yılbaşı hatırlıyorum mesela, gözyaşlarımı durduramıştım.

Başka bir yılbaşıydı, bir kadeh içer içmez “pek çok şeyden dönen!” başımla sarhoş olup, geceyi mahvettiğim...

Neyse işte, onların hepsi geride kaldı artık. 


Şimdi ailemizin odağında minik Leyla var. O belirliyor artık yaşam döngümüzü...

2020 tuhaf bir yıldı, hiç abartısız “ölümün kıyısından döndük”, buna neyin sebep olduğu hala muamma... Hastane süreçleri, ameliyatlar...  Tam bitti derken, bu kez de Covit 19 olayı, dünyayla birlikte hepimizi ölümün kıyısına taşıdı... Dünyada ölümler 2 milyon kişiyi geçti, bizde de durum çok fena... Pek çok sevdiğimiz insanı, tanıdıklarımızı, yakınlarımızı beklenmedik ve adeta çözümsüz görünen bu pandemiye kurban verdik.


Eh, yine de umutlu olmak istiyor insan... Bir kadeh şampanya bal gibi iyimserlik aşılıyor insana... Hele evde tatlı bir bebek varsa, yarınları müjdeliyorsa herkese...

-Şerefe

* https://en.m.wikipedia.org/wiki/Jerry_Lewis

Perşembe, Aralık 24, 2020

Japon Mutfağı, ah! o biftek! ( Japonya 3)

-Tokyo’nun sıcağı meşhurdur, çok yanlış bir zamanda gidiyorsun

Demişlerdi de inanmamıştım. Ağustos’un ilk günlerinde Narita Havaalanında uçaktan indiğimde,  fırının kapısı açılmış da içine girmişim gibi hissettim. Neyse ki hemen klimalı bir koridora geçtik, rahatladık...

Japon Enformasyon Bakanlığının konuğu olarak 1987 yazında gitmiş, Hiroşima dahil, pek çok kentte Ağustos ayı boyunca birer hafta geçirdikten sonra Ankara’ya dönmüştüm, artık “eskisi gibi değildi” benim için hiçbir şey...  

Oooo, nereden başlasam? 

Tokyo’nun o mükemmel işleyen metro sistemi ile kenti hallaç pamuğu gibi atmanın kolaylığından mı? Japon mutfağının o müthiş lezzetlerinden mi söz etsem? 

Eğer öğleni geçiştirmek için ucuz bir şey olsun derseniz, zaten heryer Mc Donalds, Kentucy Fried Chicken. Tokyo’ya ayak bastığım gün kenti gezdiren rehber anlatmıştı:

-Japon çocukları artık Japon mutfağını unuttu, varsa yoksa hamburger, kızarmış tavuk. Hatta geçenlerde yeğenim hayatında ilk kez Los Angeles’e gitti, annesine:  -Anneee bak Amerikalılar da bizim gibi hamburger seviyormuş, heryerde Japon lokantaları var- deyivermiş.

-Peki bunları boşver bize biraz Japon damak tadlarını anlat


Diyorsanız, Ginza’da sokaklarda yürürken bile her köşe başında karşınıza çıkan küçük “ayaküstü lezzet kulübelerinden biri”ne girelim, tabureye oturalım, gelsin Gyoza... Bizim mantıya benzeyen, 5-6 parça kıymalı hamur işi, bu mini restoranların  buzluklarında her daim bekletiliyor, isterseniz tost makinası gibi bir ızgarada ısıtılıp, Kirin Birası eşliğinde ile servis ediliyor. 

Ama şöyle düzgün giyinip hoş bir akşam yemeğine çıkalım derseniz, Türk damak lezzetine çok yakın yemekler sunan bir “Tempura”cıya gidelim. 
Kapıda bizi karşılayan kimonolu teşrifatçımız, hepimizi tabanı U şeklinde oyulmuş küçük salona alır. Tabii önce ayakkabılar çıkarılıp kenara konulsun. Oturma derken, bağdaş kurmak ya da alçak masanın altına kıvrılmaktan bahsediyorum ama sanırım, ben dahil, bunu kolay kolay beceremeyen yabancılar için düşünülmüş bu U şeklindeki düzen... Ayaklarınızı aşağıya sallandırın gitsin. 


-Hah, sumo güreşçisine benzeyen aşçımız da geldi işte...

Aşçımız bizi yerlere eğilerek selamladıktan sonra dev tenceresinin önüne bağdaş kuruyor ve tencerenin altındaki, gazlı kocaman wok  ateşini yakıyor. Hepimizin önünde tahtadan yapılmış, lake sırlı küçük tabaklar ve çubuklar var. Aşçımız önce mini patlıcanları, yumuşak hamur karışımına batırıp, yüksek ateşte kızan tenceredeki yağa atıyor, elde ele dolaşan servis tabağından çubuklarımızla alıyoruz kızarmış mini patlıcanları...

-Aman o ne lezzet

Patlıcanları, aynı şekilde kızaran kuşkonmazlar, mantarlar ve diğer sebzeler izliyor. Sıra karideslere ve diğer deniz ürünlerine geliyor. Hepimiz büyülenmiş gibi gözümüzü aşçıya dikmişiz... 

-Kolay mı yahu bu lezzetleri yakalamak? Gerçekten de büyü gibi bir şey

Ama Japon mutfağının belli başlı sayfaları bitmedi ki, o muhteşem Teppanyaki (sıcak saçtan masa) yemekleri tadılmadan Japon mutfağı hakkında fikir edinilir mi?



A, işte o zaman pamuk eller cebe... Bu akşam gerçek bir Japon lokantasına gideceğiz ve bu keyif bize azcık tuzluya patlayacak,  çünkü “Kobe marble steak (mermer biftek)” var menüde... O irice et dilimlerini kasap reyonlarında pişmemiş olarak görünce neden “mermer” dediklerini anlıyorsunuz. Çünkü koyu kırmızı etin üzerine serpilmiş gibi duran beyaz çiller! (yağ noktaları) lezzeti hakkında da fikir veriyor. Bu sığırlar, Japon çiftçileri tarafından her gün masaj yapılarak ve su yerine bol bol bira içirilerek besleniyor ve bu yüzden bu kadar lezzetli oluyormuş. Tabii bir o kadar da pahalı, çünkü benim Tokyo’da bulunduğum sırada bir dilim Kobe bifteği kasapta 45 dolardı!!! (*)

Prince Mikasa Otelinin  teppanyaki lokantasında yerimiz ayrıldı. Önümüzdeki masa, dev bir madeni saç gibi. Bu saç birazdan aşçı geldiğinde ısıtılacak...

-Evet aşçı geldi, teppanyaki tablası da ısındı
-Ne yapıyor? 
-Sarımsakları ince ince dilimliyor galiba. Şimdi biraz yağ gezdirdi kızgın sacda, sarımsakları attı, onlar cızırdarken sıra bifteklere geldi... Onları da iri kuşbaşı olarak doğrayıp, cızırdayan sarımsakların arasına attı...
-Oooo ortalığı mis gibi kokular sardı vallahi... 

Evet, vejeteryan dostlarımız duymasın ama, aşçımız lokum yumuşaklığındaki biftek parçalarını tek tek tabaklarımıza aktardıkça lezzet damaklarımıza  bayram ettiriyor. Afiyetle yenilen yemeğin sonu, yeşil çay eşliğinde yeşil çay dondurması ile tatlıya bağlanıyor... Şimdi kara kara hesabı bekliyoruz, tabii bol sıfırlı bir rakam olacak. 

-Amaaan, şu ölümlü dünyaya bir daha mı geleceğiz? Afiyet olsun

Deyişime inanmayın, meslektaşlarımla birlikte bu yemeğe Enformasyon Bakanlığının daveti üzerine katıldık, yoksa hesabın altından kalkamazdık. 

Yemek faslını uzatmak istemiyorum, Sushi Barları, Sashimileri filan anlatmaya kalkarsam sayfalar yetmeyecek. 

-E biraz da elektronikten bahsetsene? 

-Aaa, doğru, teknolojinin jet hızıyla değişimi Japonya’da hemen farkediliyor. O zaman şimdi istikamet Akihabara... (**)

-Peki nasıl gidilecek?

Tokyo’nun metro hatları 20 milyonluk kendi öylesine sarıp sarmalamış ki, istediğin yere şıp diye varabilirsin, üstelik metro tarifesi da son derece basit, hata yapman mümkün değil. İşte geldik Akihabara’ya, hemen inelim ve kendimizi sağlı sollu gökdelenlerin yükseldiği caddeye, sokaklara vuralım:



-Aman yarabi, nasıl bir yer burası yahu? Binaların her biri en son teknoloji ürünlerinin sergilendiği başlı başına birer fuar sanki. Hemen girişteki genç teşrifatçı yaklaşıyor yanınıza

-Koniçiwa madam, yardım edebilir miyim? Ne arıyorsunuz?

Ankara’dan arkadaşlarımın verdikleri siparişlerin listesi var elimde, bir tane sese duyarlı kayıt cihazı, küçük bir fotoğraf makinası hatta mini televizyon bulup alacağım ama yüzlerce çeşit arasından nasıl seçeceğim? Acaba aldıklarım beğenilecek mi? Binalara girip çıkmaktan, sayısız teknoloji ürününe kafa yormaktan başım dönüyor. 

-Of ya, sıkıldım, teknolojiden başım döndü, bana artık biraz yeşillik, biraz su lazım...

Metro istasyonuna iniyorum, niyetim biraz kafamı dağıtmak, hem de “yazılarımı hazırlarım” düşüncesindeyim. 

Ağustos 1987

Pazartesi, Aralık 21, 2020

Vesikalık fotoğraflar gibiyiz!


-Ne diye süslendin böyle sabah sabah?

-Vize için fotoğraf lazım, vesikalık çektirmeye gidiyorum.

-Boşuna zahmet etmişsin, nasılsa “sabıkalı” gibi çıkacaksın fotoğrafta. Gülümsemek yasak. Direkt vizöre bakacaksın, arka fon beyaz olacak, rötuş filan yapılmayacak, yüz neredeyse çerçevenin tamamını kaplayacağı için suratın kabak gibi görünecek.

Nedir yahu şu vatandaşın çilesi değil mi? Elçiliklerin vize kuyruklarında beklemeler, kaçak muamelesi görmemek için toparlanacak bir sürü evrak, kanıtlanması gereken banka hesapları falan filan. Bu kaçıncı bahardır, hükümetler gelip gidip halka  söz verir dururlar, “Türk vatandaşının onurunu zedeleyen aşağılayıcı vize çilesini çözeceğiz...” diye. 

Vize fotoğrafları kenara bırakılırsa, Türk insanının kendisiyle ve fotoğrafçı ile önemli imtihanlarından biriydi vesikalık çektirmek... İlk kez ilkokula başlarken adım atılır, sonra da yıllarca  diploma hazırlığı, ehliyet evrakı, evlilik yoluna girişteki  gibi pek çok nedenle çalınırdı fotoğrafçının kapısı.  

Her semtin bildik tanıdık kasap, manav, kundura tamircisi gibi esnafının yanısıra , çok saygı gösterilen belli başlı fotoğrafçıları da vardı. 

-Anneeeee bana 20 lira verir misin?

-Hayırdır? Bu ne giyim kuşam böyle? Ooo saçlar da pek güzel taranmış?

-Ayol ben bugüne bugün,  lise mezunu değil miyim? Gidip vesikalık çektireceğim diplomam için. Kazanırsam, üniversite kaydında da lazım olacak tabii ki. 

-Ay maşallah kızıma, daha nice nice hayırlı uğurlu  vesikalıkların olsun inşallah. Bana bak, eğer Foto Bil’e gidersen Altan Beye selam söyle, -annem daha tatil resimlerinin başına geleni unutmamış- diyor de.

-Yok yok, ben bugün Esat Dörtyol’daki Stüdyo L’ye gideceğim. Onların vitrinindeki resimleri  çok beğeniyorum, modern tarzı seviyorum.

Ve fotoğrafçının kapısından içeri adım atılır:

-Buyrun küçük hanım?

-Vesikalık çektirecektim.

-Tamam, siz aşağı inip hazırlanın, ben geliyorum birazdan.



Aşağıdaki küçük stüdyoda, üç ayağın tepesindeki Hasselblad’ın karşısındaki tabureye oturmadan önce duvardaki aynaya bir bakar, saçının inatçı kıvrımını düzeltirken etrafı incelersin. 

-Şu minik koltuktaki oyuncaklara bak, çocuk resimleri için herhalde. E, benim de var öyle resmim. Hatta o oyuncak bebeği elime tutuşturduklarında nasıl sevinmiştim, hani fotoğraf çekimi bitince alıverdiler elimden de ağlamıştım... Arkadaki dev sonbahar panosu da pek romantikmiş, herhalde nişan resimlerini filan çekiyorlar önünde. 

O yılların önde gelen fotoğrafçılarında, Foto Bil veya Foto Güzel’de, hazırlıksız gelen müşteri için kravat, ceket, hatta saç fırçası, spreyi, hatta ve hatta ruj, göz kalemi bile bulundurulurdu...

-Kullanan olur muydu peki?

-Herhalde olurdu, dur bak, fotoğrafçı iniyor aşağıya şimdi. 

Fotoğrafçı gelir:

-Oturun küçük hanım. Evet, biraz sağa dönün. Yok yok o kadar değil, başınızı döndürün hafifçe...

Bu ilk talimatla iş bitmez, fotoğrafçı defalarca yanınıza gelip, çenenizi kaldırır indirir, başınızı hafifçe sağa çevirir, olmadı sola çevirir, arkadaki spotu yakar, söndürür... Sonra vizörün arkasındaki örtünün altına sokar başını, sonra tekrar çıkarır, talimatlar da devam eder:

-Hafif gülümseyin şimdi, hayır hayır, kaşınızı kaldırmayın, gülümseyin, evet dişleriniz hafifçe görünsün.

Sonra deklanşöre basar, “çat” diye bir ses duyulur, çekilmiştir vesikalık:

-Ne zaman alabilirim fotoğrafları?

-Gelecek Salı günü sabahtan gelebilirsiniz. Kaç tane istiyorsunuz?

-12 tane, ama siz büyüğünü de veriyorsunuz değil mi? Kartpostal gibi olanını? Borcum ne olacak peki?

-20 lira küçük hanım... Evet onu da yapacağız ve para almayacağım hatırınız için

Dükkandan çıkılır:

-Ohhh sonunda bitti vesikalık işi, ama cüzdandaki para da bitti, boşuna heveslendik dönüşte Goralı’dan karışık tosta...”

Evet sizin işiniz artık bitmiştir ama fotoğrafçının işi asıl şimdi başlar. 

Siyah beyaz film önce karanlık odada banyo edilir, sonra agrandizörün altına basılmak üzere gelmeden önce, saatlerce süren rötuş işi başlar. Alındaki ben yok edilir, yüzdeki sivilce görünmez kılınır, dudaklar biraz parlatılır, kirpikler rimel sürülmüşcesine belirginleştirilir... Fotoğrafçı, arada sırada “eserini” gözden geçirip gururla söylenir:


-O kara kuru, sıska kızı ne hale getirdim yahu... Bravo demek hakkımdır vallahi kendime...


Salı günü iple çekilir, sabah erkenden bir koşu fotoğrafçıya gidilir, vesikalıklar alındığında bir heyecanla küçük zarftan çıkarılıp bakılır, gülümsenir, çünkü rötuşlu fotoğraf, “aaaa güzel çıkmışım!” Dedirtecek kadar iyi işlenmiştir, yakın çevrede yorumlar yapılır:

-Ya, sen ne kadar fotojeniksin, bir de benimkilere bak, asla güzel çekmez beni hınzır fotoğrafçılar...



 

Düşünüyorum da dostlar, aslında bizler de hayata “vesikalıklardaki gibi” çıkmıyor muyuz? Pek de kendimizi yansıtmadan? Rötuş yapıp, asıl benliğimize, duygularımıza, hatta mimiklerimize bile...


Pazar, Aralık 20, 2020

NOKTA... Aşk skandalı haber midir değil midir?



Ümit Zileli yönetimindeki NOKTA Dergisinin Ankara Bürosu bir dönem bize emanet edilmişti. Serhat Hürkan’la birlikte, mütevazı bütçeyle Farabi Sokak’ta kiraladığımız büroda, badana boya işlerini, iletişim altyapısını, bilgisayar-masa konusunu kısa sürede tamamlayıp kadroyu oluşturduk, Mustafa Pekcan, Neşe Sarıdoğan, Elif Kocabeyoğlu ve  Gülşah Balbay ile keyifli bir çalışma süreci geçirdik. Hepi topu 6 kişiden oluşan ekibimizle  siyasi haber, röportaj,  araştırma dosyası ve hatta Ankara Kedisi adını verdiğimiz renkli sayfadaki kulislerle, bilinmeyen pek çok olayı gündeme taşıdık.


Ne yazık ki, o ekipten iki kişi, Serhat Hürkan ve Mustafa Pekcan artık aramızda değil.  


Ekibimizde herkes “paralel düşünüp, aynı dili konuşarak”  ve büyük hevesle kendini işine adamıştı, ne yazık ki sonradan değişen üst yönetimle anlaşamadık ve NOKTA serüvenini hep birlikte “noktaladık.” 


Malum, kütüphane temizliğindeyim, o günlerden kalan dergiler elime geçti, şöyle bir karıştırdım da, meğer neler neler yaşanmış.


Emin Çölaşan bir ara Hürriyet’te Ertuğrul Özkök tarafından kışın ortasında,  zorunlu izne çıkarılmıştı, kamuoyunda tartışılan bu durum için röportaja gitmiştim Hürriyet’e, biz konuşurken rahmetli Bekir Coşkun birden teras camını açıp gülerek seslendi:


-Bu balkon benden sorulur... Siz benden habersiz nasıl öyle sohbet edip, üstüne üstlük kahkaha filan atarsınız bakayım? Haydi gelin içeri, size çay kahve ısmarlayayım. 





Resmin altındaki imza, çok sevdiğimiz foto muhabirimiz Mustafa Pekcan’a  ait. Onu  ne yazık ki, Irak’ta bir serseri kurşun gelip buldu ve tüm çabalara rağmen tedavi sürecinde yitirdik.


Gecenin bir saatinde dergileri karıştırırken “güleriz ağlanacak halimize” dedirten bir başka haber karşıma çıktı. O sırada Devlet Tiyatrosu Genel Müdür Yardımcısı olan Tamer Levent’le Trabzon Valisi arasında yaşananlar... İyi ki detayları kayda geçirmişiz. Tamer Levent, birlikte Atatürk heykeline çelenk koyacakları tören için Valiye yaklaşırken, Vali beklenmedik bir hareketle Levent’e arkasından  bir tekme savuruyor, bununla da yetinmeyip, Genel Müdür Yardımcısına, “ellerini cebinden çıkar” diye haykırıyor. İş bununla da bitmiyor, akşam saatlerinde Levent’in kaldığı otele gelen polisler, “sizi alkol muayenesine götüreceğiz” diye tutturuyorlar.  Böyle bir olayın yaşanmış olduğuna inanmak bile zor ama doğru.(***)


Bir başka olay, gazeteci Nuri Sefa Erdem’le ilgili. Karabük’te gecenin bir yarısında Huzurevini ziyaret eden Başbakan Tayyip Erdoğan’a “yaşlıların o saatte uyandırılıp karşılamaya getirilmesiyle ilgili” soru sormak istiyor, cevap beklerken azar işitiyor:


-Ağzın leş gibi alkol kokuyor... (****)


E, işte, pandemi sürdecinde hafta sonu yasakları sırasında marketlerde içki satışına engel konulması meğer ta o günlere dayanıyormuş. AKP, “kimsenin yaşam tarzına, dünya görüşüne karışmayacağız” diyerek iktidara gelse de, “alkol ile olan mücadelesini” aslında o günlerde başlatmış.


-Bizden sonra gelen ekiple neden mi anlaşamadık?


BDDK (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu) o sırada merkezini Ankara’dan  İstanbul’a nakleden İş Bankasından boşalan “dev” gökdelene taşınmıştı, yeni atanan başkan, kendisinden önceki üst yöneticilerle diyalog kurmak şurada dursun, onların yüzünü bile görmek istemiyordu. Hemen gereği yapıldı, bürokratlar kızağa çekildi ama başkan bununla yetinmeyip, koskoca binada onlarca oda bomboş dururken, Maltepe’de eski Gölbaşı Sinemasının yanındaki eski apartmanda küçük bir daire kiralatıp, bürokratları oraya sürgün etti. Koca gökdelenden her gün bir resmi araba ile çıkan özel ekip yollara düşüyor, imza defteriyle üvey evlat durumundaki bürokratlara gidip imzalarını alıp, ana binaya dönüyordu. Akşam mesai bitiminde imza ekibi yine yollara düşüp imzaları alıp dönüyordu. Bu trajikomik durumu taraflarla görüşüp, binaların resimleriyle  habere yansıttık, metni İstanbul bürosuna geçtik. Ve beş on dakika sonra BDDK basın müşaviri telefonla aradı:


-Nursun Hanım, böyle böyle bir haber hazırlamışsınız. Biz bunun yayınlanmasını istemiyoruz. Yayınına engel olacağız…


Belli ki henüz yayınlanmamış (!)  haberimiz,  durumdan vazife çıkaran birileri tarafından BDDK’ya uçurulmuş ve yayını engellenmişti. Böyle bir olay meslek yaşamımda ilk kez başıma geliyordu.


Bir diğer olay ise kabinenin önemli bir ismi etrafındaki bir haber nedeniyle yaşandı. Sonradan FETÖCÜ denilerek AKP’den uzaklaştırılan bu bakan evli ancak bakanlık özel kaleminde çalışan başka bir hanımla birlikteydi, ikinci hanım devlet lojmanında kalıyor, hamile kalınca doğum için yurtdışına gönderiliyordu. Nikahlı eş bu durumdan şikayetçiydi, kocasını gidip Başbakanın eşi Emine Hanıma da şikayet etmişti. Dünyanın heryerinde “haber değeri” taşıyan bu skandali Ankara Büromuzdaki arkadaşlarımız günlerce araştırıp ortaya çıkarmışlardı, ancak haberi gündeme getirdiğimizde şöyle bir yanıt aldık:


-A, sizler bu kadar tutucu musunuz? Düpedüz aşk bu, haber değil...


İşte Serhat Hürkan’la kader birliği yaptığımız NOKTA serüvenini bu tatsızlıkların ardından noktaladık. Ne yazık ki değerli meslektaşım Serhat Hürkan’ı da genç yaşta geçirdiği bir kalp krizi sonrasında yitirdik. Bence yıllar boyu maruz kaldığı stresli meslek yaşamının da bu erken ve acı sonda mutlaka büyük payı vardı.

Şimdi düşünüyorum da, gazetecilik gerçekten adanmışlık ve özveri gerektiren, çok zevkli ama bir o kadar da eziyetli meslek diyorum. Bilmem siz ne dersiniz?


(*)https://kidega.com/yazar/serhat-hurkan-161558

(**) https://www.medyatava.com/amp/haber/gazeteci-mustafa-pekcan-yasamini-yitirdi_6346



(***)https://amp.evrensel.net/haber/150384/trabzon-valisi-br-nbsp-nbsp-nbsp-sanatciyi-hazir-ol-da-istiyor


(****) https://www.milliyet.com.tr/amp/siyaset/kendini-tutamiyor-5129692



Pazar, Aralık 13, 2020

Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi




Bu sabah hafiften yağmur çiseliyor, gökyüzü kurşuni, yine pandemi hapsindeyiz. Herkes isyanda:


-Yeter yahu, böyle yaşanır mı? Ondan kork, bundan kork, çoluğuna çocuğuna, sevdiğine sarılama, bir öpücük bile çok görülsün.  Oraya dokundun aman elini yıka, ayy o kadın konuşurken maskesi düşüktü biraz, bize virüs bulaşmış mıdır?

-Aşının eli kulağında, ahalinin çoğu aşı olduğunda bu kabus bitecek

-Nasıl bitecek? Haydi tuzu kuru devletleri anladık, parayı bastırıp, aşının iyisini! getirtip yaptıracaklar. E, fakirlikle debelenen ülkeler? Onların halkları ne olacak?

-Haklısın, sözde ta Çin’in Wuhan’ında bir kaç kişide görülüp bütün dünyaya yayılmadı mı bu virüs?

Dediğin gibi, eğer dünyanın tüm halkları bu illetten kurtarılmazsa kurtuluş yok... Belki de dünyanın sonu geldi.

-O kadar da değil canım... Tamam bütün imkanları zorlayalım, el ele verelim, dünyamızı kurtarmaya çalışalım ama, bu illetin durup dururken neden ve nasıl ortaya çıktığı neden hiç sorgulanmıyor? Aşı için gösterilen çabanın binde birini de keşke bu soruya cevap bulmaya harcasalardı. Belki o zaman bu musibetin kökenine gidilir, çözümü bulunurdu...


İşte durum bu, tam bir karamsarlık hali... E, ne dinlersin? Aç bakalım Albinoni’nin Adagio’sunu...


https://youtu.be/kn1gcjuhlhg



Bu muhteşem eser nasıl ortaya çıkmış diye merak ediyor insan değil mi? Venedik doğumlu Tomaso Giovanni Albinoni (*) yaşamı boyunca barok usulde operalar, konçertolar ve pek çok senfoni bestelemiş. Albinoni’nin 1751’deki ölümünün ardından, pek çoğu hiç icra edilmemiş olan  eserlerinin büyük bölümünün notaları ve pek çok diğer kayıtları  Dresden Devlet Kütüphanesine götürülmüş. Ancak 2. Dünya Savaşı sürerken, bu kütüphane 1945 yılında müttefiklerin bombalarından büyük zarar görmüş. Aynı yıl, Milano’lu müzikolog ve besteci Remo Giazotto, (**)  Albinoni biyografisini hazırlarken, eserlerinin kataloğunu tamamlamak amacıyla Dresden Kütüphanesine gitmiş. Burada Albinoni’nin pek çok kaydını bulmuş, Adagio’yu ise, parçalı, tamamlanmamış eskizler olarak ele geçirmiş. Kendi anlatımına göre meşhur Adagio onun bu eksik kayıtları birleştirmesi ve tamamlaması ile ortaya çıkmış. 


Peki  bu toprağı bol olasıca adamcağız, Remo Giazotto, Albinoni’nin Eseri diye  lanse edip kayıtlara geçirdiği bu muhteşem eseri sonradan, ölüme yaklaşırken neden “aslında Adagio benimdi!” Diyerek kendine mal etmeye kalkıştı?


-Bu sorunun cevabı bence basit, insanlar hayata bir çentik atma peşindeler... Kim ne derse desin bu bir gerçek. Herkes ölümden sonra da yaşamak, hatırlanmak hevesinde. Yaratıcı ellerden çıkan fotoğraflar, kitaplar, tablolar, notalar,  yaşarken “beğenilmek” sonra da “hatırlanmak” için değil de ne için sizce?




Kafamda bu sorular dolaşıyor... Şu bir türlü derleyip düzene koyamadığım kitaplıkta, elim yine Tolstoy’a gidiyor, “İnsan ne ile yaşar?” Başlıklı hikayeler kitabını çekip alıyorum. Sabri Gürses’in (***) olağanüstü çevirisinde hikayenin son paragrafı şöyle:


-İnsanlar kendi kaygıları için hayatta olduklarını sanıyordu, oysa sadece sevgi sayesinde hayattaydılar.


Tolstoy sevgiye olan inancını yaşarken de kanıtlamaya çalışmış. Ekmeğini, aşını, o muhteşem eserlerinin telif gelirlerini köylüleriyle paylaşmış. Yani o fakir köylüleri bir anlamda Tolstoy’un sevgisi yaşatmış. 


İyi de bu tabloda yerine oturmayan bir taş var. O da Tolstoy’un yıllarca aşkla sevgiyle bağlı olduğu ailesini ve özellikle de 48 yıllık karısı Sofia’yı, ölümünden 10 gün önce terkedip, akıl hocası, (karanlık adam diye anılır!)  Çertkov eşliğinde, bir tren istasyonunda tek başına ölüme gidişi...

Demek ki Tolstoy, doğduğu köyde, Yasnaya Polyana’da  karısı  Sofia’yla geçen, üstelik 13 çocukla taçlanan (sadece 8’i yaşadı)  uzun bir ömrü, son günlerinde mutlu ömür saymamış ki, bir çarpı atıvermiş üstüne. Sevgi nerede kaldı?


Peki siz hiç düşündünüz mü “neden fotoğraf çektiriyoruz?” Diye... Yani bizden sonra ne olacak o fotoğraflar? Kim bakacak onlara? Haydi sokaktaki insanı, yani bizleri koyalım bir kenara da, ünlü şahsiyetlerin ölüm sonrasında alınan yüz kalıplarına ne demeli? Mustafa Kemal’in o güzelim fotoğrafları varken, ölüm halini niye kayda geçirmeye çalışırlar acaba?




Nedense insanlarda böyle bir ruh hali hep var olmuş. Bazen kendimi “lüzumsuz bilgiler ansiklopedisi” olarak tanımlar, dalga geçerim. Bir ara  fotoğrafçılığın geçmişini araştırırken tuhaf fotoğraflar  dikkatimi çekmişti. .Bir dönemin ‘postmortem” (****)  fotoğrafçılığı yıllarca süren, koskoca bir akımmış meğer. Düşünün, aileden biri ölüyor, diyelim ki küçük bir çocuk, onu giydirip, süsleyip püsleyip, eline en sevdiği oyuncağını tutuşturup fotoğraflıyorsunuz... 


-Neden? 


O da bir “hayata çentik atma” çabası değil mi? “Küçük Hans yaşarken ne güzel ne tatlı bir çocuktu en çok üzümlü keki sever, bu oyuncağı ile uyurdu, yani bir zamanlar o da bu hayatta vardı” diyebilmek için mi? Bununla da bitmiyor üstelik, o dönem insanlar ölülerin saçından aldıkları birer tutam saçı, bu dalda çalışan zanaatkarlara verip özel takılar yaptırır, yas tuttuklarının nişanesi olarak üstlerinde taşırlarmış. 


-Aman, pazar pazar hem de sokağa çıkma yasağı varken nereden çıkarttın bu kasvetli konuları? Ölümü filan? Zaten ruhumuz karanlıklara esir oldu...


-Peki sustum,  işte  Epicurus’tan (*****) hepimizi kurtaracak sihirli sözcük


-“Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum, o halde üzülecek ne var?” 


-Ya, milattan önce 341’de yaşamış Epicurus, bakın bunca yüzyıl sonra bile aramızda yaşıyor. Attığı çentiği  kimse yok edememiş. 

Perşembe, Aralık 10, 2020

Küçük mutluluklar, rakı, votka...




Bu pandemi döneminde umutlar yerde sürünürken posta kutunuza düşen bir mesaj sizi mutluluktan havalara uçurabilir mi? Beni uçurdu valla, buyurun:

“Nursun hanım merhaba,

Ben bir Fransız tarihçiyim. Size yazmamın sebebi şu:

Süngerci Aykan'ı arıyorum. 1974 yılında Tunus'ta tanıştık. O zaman,  Aykan, Güven ve Yarkın isimli iki arkadaşıyla  birlikte Tunus körfezinde sünger avlıyordu. Ahbap olduk, dost olduk. Sonra, 1976-1979 yıllarında İstanbul'da oturduğum zaman ya İstanbul'da ya da Bodrum'da sık sık görüştük. En son 1984 baharında Bodrum'da buluştuk. Daha sonra da, arkadaşımız Yarkın'ı kaybettik, Güven ise oturduğu Normandiya'da birkaç yıl önce vefat etti. Çok sevdiğim bu "üçlüden" şimdi tek kalan Aykan. Ona, şu anda bitirmek üzere olduğum "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e içki tarihi" başlıklı kitabımı ithaf etmek istiyorum. Internette ararken, onun üzerine bir röportaj yaptığınızı gördüm.Acaba nasıl temas kurabilirim?

Selamlarımla,

François Georgeon” (*)

Burada adı geçen Süngerci Aykan benim blogumda yer alan bir portre. (**) 

Gelelim Monsieur Georgeon’a... “Ben bir Fransız tarihçiyim” diyor ya, bakmayın bu kadar mütevazı olduğuna... Kitaplarına bir göz atalım mı? Üstelik bunlar sadece Türkçe kaleme aldıkları...


Ve Süngerci... Onu, beş yıl kadar önce tekneyle çıktığımız mavi yolculukta, Zafer Olcay sayesinde tanımıştım. Eski yaşamına bir çizik atmış, Küfre’de inzivaya çekilmiş, bir nevi “içsel yolculuk”taki bu insanın, maviliklere komşu, ıssızlığın ortasındaki o küçücük barakasındaki dev kitaplık beni çok etkilemişti. Onu sabah erken saatlerde ziyaret etmiş, çok sıcak karşılanmıştık.

-Buyrun size bir kadeh votka-tonik ikram edeyim. Burada buz yok, zaten buzdolabım da yok ama benim ham mandalinalı votkamı  beğenirsiniz. 

Kamuoyunda “Baraka Davası” diye bilinen olayı anlatmıştı, çok dertliydi... O söyleşimize bakmak isteyenler olursa diye aşağıda link vereyim. 

Bu yıl o taraflara tekrar yolumuz düştü. Tabii ki Aykan Beyi, namı diğer Papaz’ı görmek için delice bir istek duydum. 

-Acaba hala yaşıyor muydu? Onca içkiye karşın hala ayakta kalabilmiş miydi? 

Seyir defterimizin rotasında yer alan o güzelim koylar  beş yıl öncesine göre  çok değişmişti tabii... 

Cumhurbaşkanının “denize nazır köşkünün inşaatı”dolayısıyla heryer alt üst edilmiş. Bir kere artık Okluk Koyu’na giriş yasak, koyun ağzına  demirlemiş dev askeri gemi tekneleri engelliyor. Bir kere, askeri geminin orada ne işi var? Askerin görevi, Cumhurbaşkanının yazlık saray inşaatına gözcülük yapmak mıdır?

-Koya girilebilse acaba ne görülecek?

Diye soruyorsanız eğer, anlatayım. Bir zamanlar denize gölgesi düşen çam korulukları hunharca yok edilmiş, çevredeki pek çok arazi kamulaştırılmış, teknecilerin mola verdikleri iskeleler sökülüp, mavi yolculuk tutkunlarına  kucak açan küçük sevimli restoranlar kapatılmış. Bu haksızlık karşısında kahrından ölenler bile olmuş. Anlayacağınız unutulmaz gezginimiz Sadun Boro’nun kemikleri sızlıyor.  

Çin Seddi gibi metrelerce uzanıp,  köşkü gözlerden saklayan yüksek duvar, Okluk doğasına yabancı bir hançer gibi saplanmış... Bu durumu görüntülemek ise yasak. 

Neyse işte, biz de yasaklara toslayınca rotamızı Küfre’ye çevirdik, o şirin koya demirledik, karaya çıktık, aradık taradık bizim meşhur Papaz’ı, yani Süngerci Aykan’ı  bulduk sonunda... Üstelik hiç de korktuğumuz gibi değildi, içkiyi artık sadece “akşamdaaan akşama içiyor”muş, sigarayı ise keyif için tüttürüyormuş. İşte bize bunları anlattı... “Bu dünyaya ölmeye değil yaşamaya geldim” diyordu. (***)

Monsieur Georgeon bizim bu röportajı görmüş olacak ki bana yukarıdaki o notu yazmış. Ben tabii dostları seferber ettim, Süngerci’ye ulaşılacak telefonları buldum,  kendisine gönderdim. 

Bakalım Osmanlı’dan Cumhuriyete içki kültürü üzerine neler yazacak? Şimdi merakla onu bekliyorum... Keşke bir ek yapsa da diyorum... Pandemide hafta sonları marketlerde, “hangi kanuna yönetmenliğe dayalı olduğu açıklanmadan başlatılan” içki satış yasağına da bir değinse... 

Düşünsenize, Cuma serbest, Cumartesi, Pazar yasak... Şöyle konuşmalar da oluyor mudur halk arasında acaba?


-Beeeey, Cuma namazından dönerken rakını şarabını  unutma...70’lik al, Cumartesi Pazar dışarı çıkamaz, çıksan da bulamaz, kıvranırsın diye söylüyorum.

Pazartesi, Aralık 07, 2020

Nagoya’da Büyülü Gece (Japonya 2)



 Kimi zaman “dünyanın en şanslısı olduğumu” düşünüyorum. 

-Nasıl yani? 


Demeyin, evet, “gelip geçmiş en güzel kadınlardan kabul edilen Audrey Hepburn”den de,  “dünyanın bir numaralı lideri” sıfatını her şeye rağmen 4 yıl taşımış olan Trump’tan da, hatta üst üste iki kez lotarya kazanan bilmem kimden bile şanslıyım. Zaten hep böyle değil midir? Aşığa, kendi aşkı dünyanın en büyük aşkıdır, hastaya “herkes bunu yaşıyor” denmez, onunki dünyada tektir, hele “dünyanın en kıymetli çocuğu” ise sadece ve sadece kendi annesinindir...


-Aman uzattın lafı gene 


Duydum, duydum.


Peki, şimdi anlatacağım sahneye buyrun o zaman...


Tokyo’dan  Honshu Adasına geçiyoruz, Nagoya’ya geldik... Bütün gün gezdik, Ortaçağdan kalma Kaleyi, müzeyi filan, ama gözümüz saatte, akşamı iple çekiyoruz çünkü Kisu Nehrindeki balık avlama şölenini izleyeceğiz. 


-Bakalım şölen dedikleri neymiş?


Akşamüstü, nehir kıyısına yürüyerek varıyoruz, ahşap iskeleye bağlı uzun kayıklardan birine buyur ediliyoruz, yolcu tamamlanınca nehre açılıyoruz... 


-Gece vakti kürek çekilen kayıkla sefa ha? Eski şarkılardaki gibi mi?

-Yok canım, o notalar, sesler yok oldu gitti, artık çalınmıyor hiçbir yerde.


Kayıkçılar küreklere asıla dursun, hava kararıyor... Sular simsiyah, ortalığa sessizlik hakim. Kayıkçı küreği bırakıp, tepemizde sallanan kırmızı fenerlerdeki kandilleri tutuşturuyor.


-A, ne güzel oldu şimdi, bak, bizden uzaktaki kayıkların fenerlerini de yaktılar, ateş böceği gibi göz kırpıyor hepsi.


Epey uzaklarda,  gecenin karanlığında, sislerin arasından güçlükle seçilen ışıklı yapıya gözümüz takılıyor, yaklaştıkça görüntü netleşiyor. Oooooo, nefes kesici bir manzara, masal kitabının liğme liğme cildini terkedip de karşımıza fırlamış gibi duran o muhteşem yapı artık tam karşımızda, büyülenmiş gibiyiz.



-Gündüz gezmiştik, Shogunlar  (*) döneminden kalma kale değil mi o? 

-Evet evet, ta 1600‘lerde  yapılmış ünlü Nagoya Kalesi..


Herkes susuyor, gecenin içinden sıyrılan görüntü nefes kesiyor.


Kayıkçı, içecekleri getirdi, kocaman şişelerde Kirin Birası ve küçük tabaklarda bir kaç parça sashimi ve sushi. Şu sepetlerde sunulan pirinç patlaklarını da seviyorum, peki aralardaki o yeşil yuvarlaklar ne? Ağzıma bir iki tane atıyorum, of yandım, acının acısı wasabiden yapılmış meğer onlar. (**) 


Biralar yudumlanırken herkes susuyor, kürekçi bile... Balıkçılar birazdan gelecek. 



-O çığlıklar ne?


Evet evet, uzakta, suların üstünde ateş yumakları var, çığlıklar duyuluyor, gittikçe yaklaşıyorlar...

Gerçek bir şölen bu, iğ gibi ince, upuzun balıkçı kayıklarının burnuna meşale gibi yanan dev toplar tutturulmuş.  Alevlerin arasından güçlükle seçiyoruz, kayıklara iple bağlı karabatakları... Balıkçılar ateş topu ile yanımızdan geçerken farkediyoruz, karabatağı iple yukarı çeken balıkçı, ağzından balığı hemen alıp yanındaki sepete atıyor, Nagoya’lı rehber anlatıyor:


-Kayıklara iple bağlı karabatakların boynundakileri gördün mü?  Tahta halkaları? Kayığa bağlı karabataklar suda ilerlerken, kayığın burnundaki ateşin ışıklarına yükselen balıklar suyun yüzeyine çıkınca, karabatak gagasıyla hemen tutuyor ama boynundaki halka yüzünden yutamıyor... Tabii balık balıkçıya hemen yem oluveriyor... Meşhur Ayu balığıdır onlar, çok lezzetlidir, belki akşam yemeğinde size ikram ederler.




Şölen bir saat sürdü, huşu içinde izledik, otelimize döndük. Akşam yemeğindeyiz şimdi. 


-Oooo, demek karabatağın boğazından çıkarılan Ayu balıkları bunlar... Gerçekten çok nefismiş...



Yemeğin ardından nehir kıyısındaki otelimizin teras katındaki mini kaplıcaya çıkmamı ısrarla önerdi Nagoyalı rehberimiz. Eh haydi bakalım, onu da denemedik demeyeyim...


Üst kattaki kaplıcanın girişinde bembeyaz havlularla karşılıyor beni kimonolu teşrifatçı. Havlularımı alıp içeri giriyorum.... Ortadaki sıcak havuzun buharı, terası çepeçevre dolanan camekanı da hafifçe buğulandırmış. 


Buğulu camların ardında yine nefes kesen bir manzara, muhteşem şato...


Sıcak havuzda bir kaç Japon hanım var, beni zarif bir baş işaretiyle selamlıyorlar:


-Konichiwa


Havlularımı kenara koyup ben de yavaşça suya giriyorum... Sıcacık su beni şefkatli bir battaniye gibi kavrıyor... Başımı havuzun kenarına yaslayıp buğuların ardındaki şatonun titrek görüntüsüne dalıyorum. Bilmediğim enstrümantal melodiler kulağımı okşuyor, Shintoizm’in (***) arınmakla ilgili öğretileri geçiyor aklımdan...


Ağustos 1987-Japonya


 (*) https://www.ancient.eu/Shogun/

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Japon_mutfağı

(***) https://www.japan-guide.com/e/e2056.html


Cumartesi, Aralık 05, 2020

Nasıl ayrı düştük?



“Dünyaya geldik bir kere
Kavgayı bırak her gün bu şarkımı söyle
Sevdikçe güler her çehre
Amaçlar hep bir olsun
Kalpler birlikte...” (*)


70’lerde çıkmıştı Şenay’ın seslendirdiği bu unutulmaz şarkı... Kuşkusuz pek çoğumuz hala hatırlıyoruz. Henüz doğmamış olanları bir kenara koyarsak, kimimiz çocuk, kimimiz yetişkindik o yıllarda, belki üniversitedeydik, kim bilir ne hayallerimiz vardı, hayata atılmak üzereydik.



Ama bu şarkı bana neler düşündürdü biliyor musunuz?

Çocukluğumuzu hatırladım, ilkokula başlar başlamaz pek çoğumuzun eline tutuşturulan nota defterini,  mandolini... Hayat Bilgisi, Aritmetik ve Yurttaşlık dersiyle neredeyse eşdeğerdi Müzik dersi. Biz mandolin çalmayı öğrenirken pek çok arkadaşımız TRT’nin Çocuk Korolarına devam ediyordu, Hikmet Şimşek, Muzaffer Arkan ve başka ünlü şeflerin yönetiminde çok sesli müzik eğitimi verilirdi küçük çocuklara. O korolara herkes giremese de, Cumartesi günleri radyodan 1 saat boyunca yayınlanan programdaki birbirinden güzel kayıtları dinler, bizler de öğrenmeye, eşlik etmeye çabalardık.

Ana okulları pek yaygın değildi o zamanlar, çalışan anne babalar bu yüzden büyük sıkıntı çeker, büyükanneler, büyükbabalar imdada yetişirdi. O yıllarda  büyük kentlerde Kur’an Kursları nadirdi. Dindar anne babalar çocuklara evde din eğitimi verir, “Allah korkusu”nu küçük yüreklere yerleştirmeye çabalardı. “İyi insan olmak”tı  ana öğretiydi...

12 Eylül Darbesiyle “muhafazakarlar” her alana el attılar, “zorunlu din dersi” tartışmasını onlar başlattı, İmam Hatipleri yaygınlaştırıp, kimsenin meselesi olmayan “başörtüsü”nü “mesele” haline getirip toplumu ayrıştırdılar. Üniversite yıllarımızda kimsenin sorunu değildi “başörtüsü”, az sayıda arkadaşımız bu şekilde gider gelirdi okula. Okulun yakınlarındaki kahvelere birlikte gider, sohbet eder, King oynayanlara takılır, bir şeyler, hatta bira içerdik. 

Peki insanların “gözüne sokarak” aşırılığı yaygınlaştırmak kime ne fayda sağladı? İnsanları ayrı mahallelerde toplamak ileri mi götürdü toplumu?

Soruyorum size, çağdaş ortamın dışında kalmak ne sağlar çocuklara, gençlere?

Güzel bir müzik dinlemek, hatta bir çalgı öğrenerek onu icra etmeye çalışmak, şarkı söylemek insanı mutlu etmez mi? Geriye mi  götürür ileriye mi?

Güzel giyinmek, güzel bir koku sürmek, zarif bir görünümle sokağa çıkmak fenalığa neden davetiye çıkarsın?

Kadını neden arka plana atmak, görünmez kılmak istiyorsunuz? Kendinize güveniniz mi yok acaba? O halde kadınla, yani annenizle, eşinizle, kızınızla, komşunuzla, üst yöneticinizle  eşit koşullarda diyalog kurmayı, yaşamayı, onu yüceltmeyi neden istemiyorsunuz?

Hurafelerle doldurulan genç kafalar, karanlık hedeflere şartlandırılmış o güzelim insanlar keşke silkinip, yanlış öğretilerden geri dönebilse, yapay bariyerlerle bölünmüş mahalleler yeniden bir araya gelebilse ve kucaklaşabilse.

Dileğim bu.

(*) https://youtu.be/B_jgYzkX5kM

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...