Bu Blogda Ara

Cuma, Temmuz 10, 2020

Başkentten komik bir Covit hikayesi




Bir yakınım anlattı, dinlerken çok  güldüm, sizlerle paylaşayım istedim:

-Benim genç yaştaki spor hocam biraz evhamlıdır, bizi çalıştırırken neredeyse 15 dakikada bir dereceyle ateşine bakıyordu -Covit mi oldum?- diye... Derken başına gelenler geldi...

-Ne oldu? Yoksa Covit’e mi yakalandı?

-Dinle bak, neler neler yaşadı... Bu böyle ikide birde ateşini ölçüp dururken bir gün gerçekten ateşi yükselmiş ve tabii müracaat Şehir Hastanesi... Orada insanı burnundan genzinden şişledikleri o meşhur tahlili yapmışlar.

-E sonra?

-Sonra eve gelmiş... Sonucu beklemeye başlamış. 

-Hay allah, sonuç nasıl çıkmış peki?

-Bu olay 23 Nisan günü yaşanıyor... Anlatıyorum işte... Herkes balkonlarda, şarkılar, marşlar çalınıyor, bayraklar asılı heryerde... Millet pür neşe yani...  Bizimki de balkona çıkmış, seyrediyor... Derken kapının önüne bir ambulans yanaşıyor, içinden beyaz koruyucu elbiseli, maskeli adamlar pardon hasta bakıcılar iniyor...

-Aaaa, sonra?

-Sonra bu genç arkadaşımızın kapısı -tak tak-çalınıyor. Hasta bakıcılar meşum haberi veriyorlar, -Beyefendi sizi almaya geldik, Covit olduğunuz kesinleşti, karantinaya götüreceğiz...-

-Amanin, çok fena...

-Fena tabii, bizim arkadaşı apar topar evinden alıp ambulansa bindiriyorlar. Bizimki hanımıyla, 2 yaşındaki çocuğuyla doğru dürüst vedalaşmadan -onlara da geçirme korkusuyla- biniyor ambulansa...

-Aaaa, nereye götürüyorlarmış peki?

-Bizimkinin de merakı o tabii... Soruyor, aldığı yanıt, Elmadağ’daki Devlet Hastanesi oluyor...
Sonunda kuş uçmaz kervan geçmez mesafedeki hastaneye varıp, bizimkini kapıda görevlilere teslim ediyorlar, görevliler alıp bir odaya sokup, kapıyı üstünden kilitliyorlar...

-O kilit ne yahu? Adam suçluymuş gibi?

-Hastalar dışarı çıkmasın diyeymiş, usul buymuş. 

-E, sonra?

-Bizimki orada kilit altında 5 gün hapisteymişcesine yatıyor... Arada bir görevliler kapısını açıp tepsiyle peynir zeytin filan getiriyor...

-Nasıl yani ayol? Sıcak yemek yok muymuş?

-Yokmuş canım, çünkü hastanenin mutfağında arıza varmış... Bizimki ile beraber hastanede 7 hasta yatıyormuş, hepsi günlerce bu peynir zeytin ve suyla beslenmiş.

-Sonra iyileşmiş mi?

-Dur işte anlatıyorum, 5. Günün sonunda kapı açılmış artık doktor mu hemşire mi hatırlamıyor, demiş ki, -sizi taburcu edeceğiz- bizimki de sormuş -iyileştim mi de gönderiyorsunuz?- Bilmiyoruz efendim bize gelen talimat böyle. Siz şimdi evinize gidin, evinizin bir odasında kendinizi karantinaya alın- demişler... Adamcağızı hastanenin önünde azad etmişler...

-Aaa ne tuhaf...

-Sorma gitsin... Bizimki çıkmış dışarı, bakmış herhangi bir vasıta yok, uzaaaaak bir yerde... Aileden birine telefon edip yardım istemiş, bir yakını ağzı burnu maskeli, atkıyla sarılı olarak gelip, bizimkini evine götürmüş, tabii o da korkuyla  yapmış bu işi... Ne de olsa Covit’ten herkes endişeli... Bizimki evinde bir odaya yerleşmiş, kapısını içeriden kilitlemiş, kendisini günlerce karantinaya almış... Küçük çocuğu var demiştim ya, o görmüş tabii babasının eve geldiğini, odasının önünde her gün kapıya vurup,- babam babam-diye  ağlayıp haykırıyormuş görebilmek için...

-E sonra ne olmuş?

-O karantina süresi dolunca bizimki kalkmış Şehir Hastanesine gitmiş tabii... Orada kendisinden numune alan bölümün başındakilere ulaşıp sormuş, -nedir benim durumum?acaba hastalığı atlattım mı? Neden beni o gönderdiğiniz hastaneden 5 günde taburcu ettiler?- diye...

-Ne demişler peki?

-Ne deseler beğenirsin? -Kusura bakmayın, sizin testinizle bir başka hastanınki karışmış, yani siz Covit değilmişsiniz, başkasıymış Covit olan- demişler.

-Aaaaaa, korkunç bir olay... Güleyim mi ağlayayım mı?

-Hem gül hem ağla... Çünkü bizimkine Covit teşhisi koyup, asıl Covitli hastaya sağlıklı raporu vermişler. E, tabii o da sevinerek gidip, herkesle bu sevincini paylaşmış, kimbilir kaç kişiye bulaştırmıştır hastalığı...

-Ay korkunç... Günlerce çektiği eziyete mi yansın adamcağız, yoksa asıl Covitlinin ortada gezip millete korona bulaştırdığına mı? Ben olsam mahkemeye verirdim sorumluları.

-Evet, ben de öyle dedim ama bizimki avukatlara danışmış demişler ki, -evet haklısın, durduk yere çok kötü günler geçirmişsin, bunun bir bedeli olmalı, ama burası Türkiye... Sonuç alamaz, uğraştığınla kalırsın, genelde hastanelerle ilgili böyle örnekler çok yaşanıyor ama sonuç alınamıyor... O da -sağlığıma şükür- deyip vazgeçmiş uğraşmaktan.

İşte böyle dostlar, ne dersiniz? Gülmeli mi ağlamalı mı bu hikayeye?


Perşembe, Temmuz 09, 2020

Kadınlar icin zorlaşan yaşam... Türkiye



Kadın cinayetleri artıyor, (*) korunma ve yardım talep eden kadın sayısı da öyle... Geleceğimize ışık tutacak kız çocukları, eğitim yerine evliliğe yönlendiriliyor. Çocuk yaşta doğum yapan kızların sayısında büyük artış varken (**) kız çocuklarının okullaşma oranı (***) geriliyor...

Bu durum, egemen siyasetçilerin kadını küçümseyen, yok sayan bakış açısından kaynaklanıyor. AKP’nin vazgeçilmez ismi Bülent Arınç ne demişti zamanında? “Kadın uluorta kahkaha atmamalıymış, edep bunu gerektirirmiş (****)...”
Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir açılışta “sembolik olarak bir iki kadını da aramıza alalım, buraya gelsinler” (*****) diyerek kürsüye davet etmeyi adeta lütuf gibi sunmamış mıydı? Üstelik bununla da kalmadı, kadını pek çok açıdan korumayı hedefleyen İstanbul Sözleşmesini bir gecede feshediverdi!

Esasen ülkenin geneline hakim olan kadına bakış açısı pek çok alanda kendini gösteriyor, TV’lerin  tartışma programlarında kadın yok, hatta kadın sorunları tartışılırken bile yok... Hani bir zamanlar radyoda Yurttan Sesler diye bir program vardı, aynen öyle, bir sürü bıyıklı bıyıksız adam toplanmış, “kadının yeri ne olmalı?” Sorusuna yanıt arıyor.  

Özellikle eğitim düzeyi düşük kesimin izlediği gündüz kuşağı kadın programları bir felaket...  Kadına sadece makyajla, saç başla, kıyafetle “ideal şekil” (!) verilmeye çalışıyor... Eğitecek, bilgi verecek, ufkunu genişletecek bir tek program yok. Haydi diyelim ki kadın, kendini en iyi bildiği konuda, mutfağında göstermeye çalışsın, orada da rating uğruna kabalaşması, konuklarına kötü davranması, onlara adeta  “zıkkım ye” demesi istenmiyor mu sizce? Peki nerede kaldı gelenekler, Türk misafirperverliği?

Kadın gazetecilere, siyasetçilere, siyasetçi eşlerine yapılan cinsel çağrışımlı aşağılama, hakaret ve tehditler ise son yıllarda giderek artmış durumda, en kötüsü de toplumun artık bu konuda duyarsızlaşması.

Hal böyle ilken ve her alanda geriye gitme, zevksizleşme, varoşlaşma yaşanırken, üste çıkıp şu savunmaya  ne demeli? “Kadının adı yokmuş da AKP sayesinde var olmuş” diyen AKP milletvekili Özlem Zengin (*****) mesela... AKP’nin hüküm sürdüğü son 18 yıldaki ilerlemeleri anlatmaya çalışırken ne dese beğenirsiniz?

-Kadınlar önemli kişilerle evlenemiyormuş eskiden... 
-Nedenmiş? 
-Türbanı yüzünden...

Aslında bir kadın siyasetçiden  “kadınlar  önemli pozisyonlara gelemiyordu” cümlesi beklenirken, “önemli isimlerle evlenemiyordu” sözünü duymak, kadını sıradanlaştıran bu anlayışın özeti değil mi?

Hemen aklıma sağ kesimin önemsediği isimlerden, türban denen saç bağlama şeklini icat eden merhum Şule Yüksel Şenler’in yıllar önce verdiği röportaj geldi...

Recep Tayyip Erdoğan’ın Emine Hanımla evliliğine meğer o vesile olmuş, o yıllarda annesi ona Karadeniz’den çarşaflı bir kızla evlendirmeyi planlarmış da, Şule Yüksel Şenler buna “Senin geleceğin parlak, kim bilir daha nerelere geleceksin, çarşaflı kız sana engel olur”   diyerek karşı çıkmış, yerine Emine Hanımı tavsiye etmiş.

Ben bir kadın olarak, hele de aktif gazetecilik yaptığım yıllarda,   özellikle TBMM’de çalıştığımızda  ülkenin giderek tutucu hale dönüşen ortamına bizzat tanık oldum. Turgut Özal,  “takunyalılar” diye adlandırılan tutucu isimlerle, prensler lakabı takılmış yurtdışı kariyerlilerin yükselmesine yeşil ışık yakmıştı... Takunyalılar, görüşmelerde elimizi sıkmaktan bile kaçınırdı, hatta o gruptan önemli bir isim, “ölsem de beni kimse asla bir kadınla yalnız, aynı asansöre bindiremez” sözü ile anılır olmuştu.

Kamu binalarında “Pantolon yasağı” bile başlı başına bir saçmalıktı... Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e konuyu bizler yansıtmıştık da bu saçma yasak kaldırılmıştı. 

Oysa, bizim üniversite yıllarımızda türbanlı arkadaşlarımıza hiçkimseden ufak bir söz bile gelmemişti. Esasen ben yıllarca hep şu görüşü savundum:

-Kafaların dışına değil içine bakalım, ne demek kadınların giyim tarzına karışmak? Bırakın kadınlar istediği şekilde giyinsin, istediği eğitimi alsın... Aydınlanan insandır toplumu ileriye taşıyacak olan... Hele de kadınlar, çünkü en azından çocuk yetiştirecekler... Cahil anne yerine eğitimli anne daha iyi değil mi?

Sonuçta, tutucu kesim giderek daha rahat koşullarda yaşayabilir oldu ama diğerleri için yaşam zorlaştı... Aşağıdaki linkler bütün bu geriye gidişin kronolojisi gibi... Buyurun bakın bakalım, geriye mi gidiyoruz ileriye mi?

Ha, bu arada kadın cinayetlerine bir yenisi daha eklendi, hem de en vahşisinden... Değerli bir öğretim görevlisi olan Aylin Sezer’i, eski erkek arkadaşı 2 gün evinde rehin tuttuktan sonra  “yakarak” öldürdü. Devlet ne yazık ki bu cinayetleri “nasihat”la engelleme çabasında da, ey Aylin Hanımın komşuları,  bu vahşet burnunuzun dibinde yaşanırken siz neredeydiniz? (*****) 










Salı, Haziran 23, 2020

NERDESİN CÜNEYT AĞABEY?

Son yaşananları, Sedat Peker imzalı oyunu (*) izlerken ne düşünüyorsunuz? Tam bir kara komedi değil mi sizce? Mafya üyeleri başrolde, koca koca devlet adamları, siyasetçiler ikinci rollerde, gazeteciler ise birer figüran. Oyuncular sahnede bir anda birbirine giriyor, küfürün tehdidin bini bir para... Perde hala açık, koltuklarda seyirci  şaşkın... “Burada bir yanlışlık var” diyorum, “gazeteci figüran olmamalıydı” diye düşünüyorum ve aklıma Cüneyt Ağabey geliyor. 


Cüneyt Arcayürek, meslekte büyük hayranlık duyduğum bir gazeteciydi... “Haber”, onun kıblesiydi, daha iyi nasıl söylesem  bilmiyorum ama haber, damarlarında dolaşan kan gibiydi. Hayranlığım bundandı, çünkü ben de hep öyle hissetmiş, öyle yaşamaya çalışmıştım...

Uzun yıllar aynı ortamda, başkentteydik. Onu ilk tanıdığımda, 12 Eylül sonrasında, Milli Güvenlik Konseyinin bir eğitim bakanının basın toplantısındaydık. Bizim gibi “çömezleri” gönderirlerdi bu türden rutin toplantılara ama koskoca Cüneyt Arcayürek de katılmıştı aramıza. O gün öyle sert söylemlerde bulundu ki, bakana soruları adeta kurşun gibiydi, cüretine hem şaşırmış hem hayranlık duymuştum.
Sonraki yıllarda siyasette Turgut Özal rüzgarı esti, kurduğu ANAP (Anavatan Partisi) ilk başta halk tarafından çok tutuldu, dört eğilimi birleştiriyor, ekonomide cesur çözümler öneriyordu. Demokrasiye dönüş sürecindeki ilk seçimden ANAP herkesi şaşırtarak (çünkü MGK yönetimi kendi kurdurduğu partiyi desteklemişti)  zaferle çıktı. Bu başarıyı haberleştirmek ve müstakbel Başbakan Turgut Özal’ın ilk demecini alabilmek için evinin önündeydik, Cüneyt Arcayürek de aramızdaydı. Saatlerce bekledik, sonunda Özallar lütfedip! hepimizi öğlene doğru evin salonuna kabul ettiler... Olağanüstü bir gün olmasına karşın, Semra Özal da “şeffaf sayılabilecek pembe bir gecelikle” salondaydı, buna hepimiz şaşırdık, hatta Cüneyt Bey pek çok yazısında ve yakın siyasi tarihe ışık tutan kitaplarında bu durumu hicvederek dile getirdi ama, Semra Özal’ın tarihe geçen sözleri, artık başka bir döneme geçildiğini anlatıyordu:

-Alışırlar, alışırlar...

Sonraları ayyuka çıkan yolsuzluk söylemleri ve Özal’ın “Anayasayı bir kere delmekle birşey olmaz” gibi konuşmaları, hatta Yetim Hüsnü’den (akrabası Hüsnü Doğan’ı tarım bakanı yapmıştı)  karısı Semra Özal’a (partisinin İstanbul il başkanı yapmak istemişti) uzanan akraba, eş dost kayırmacı siyaseti halkta düş kırıklığı yarattı. 

O sırada ara seçim gündemdeydi, Özaleğer oyumuz şu oranın altına düşerse istifa ederim” kozunu tekrarlayıp durmuştu, ANAP’ın oyu gerçekten geriledi fakat seçimi kıl payı, ANAP adayları kazandı. 

Ertesi gün Turgut Özal’ın basın toplantısına gittiğimizde en arkada baktım, Cüneyt Arcayürek ve Uğur Mumcu oturuyor. Sorularıyla Özal’ı sıkıştırıp durdular ama ANAP lideri, söylediklerini unutmuş, istifa sözünü yutmuş görünüyordu. Salondan çıkarken, Cüneyt Bey, Özal’ın da duyacağı sesle:

-Yahu, bizim hanıma ben bunun onda biri kadar yalan söylesem be gün kapının önüne koyar...

Bir kahkaha kopmuştu salonda...

Mesleğin pek çok aşamasında Cüneyt Beyle karşılaşıp durduk, hatta bir keresinde bir yazısına alınıp kendisine mektup bile göndermiştim,

Sonra bir gün telefonum çaldı:

-Nursun Hanım?
-Buyrun?

Arayan Cüneyt Arcayürek’ti, Cumhuriyet Gazetesinde çalışmaya davet ediyordu, “havalara uçarak” kabul ettim. Cumhuriyet’in Sakarya Caddesindeki Ankara Bürosunda onun şefliğinde 3 yıl geçirdim... Siyasi açıdan fırtınalı yıllardı, Cumhurbaşkanı Turgut Özal aniden ölmüş, Süleyman Demirel bundan böyle arkama bakmam” diyerek Çankaya Köşküne çıkmış, DYP’de meydanı Tansu Çiller’e bırakmıştı.

Cumhuriyet Ankara Bürosunda ne kadar yazık ki Uğur Mumcu’nun katledilişi de dahil, o kadar çok olayı birlikte yaşadık, takip ettik ve habere dönüştürdük ki yazmaya kalksam sayfalara sığmaz... Hayranlık duyduğum gazeteci Cüneyt Arcayürek’in bürodaki adil, basiretli ve son derece enerjik yönetim tarzı bende hep hayranlık uyandırdı desem özetlemiş olurum... 

Ruhu şad olsun. 

Pazar, Haziran 14, 2020

Eski sofralar





Fıstıkla soğanı  tavada kavururken Ayşegül görüntülü! aradı:

-Kolay gelsin, belinde önlük ne yapıyorsun?
-Zeytinyağlı biber dolmasının içini hazırlıyorum, sen tarçın koyar mıydın?
-Tabii, bir de yenibahar mutlaka koyarım, zeytinyağlının yakışığıdır...

Çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz Ankara’da, Hanımeli Sokakta geçti. Bizim yetiştiğimiz  yıllarda aileler ve yaşam tarzları birbirine çok benziyordu. Şehir çocuğuyduk ama, akasya ağaçlarıyla bezeli sokaklarda, ikişer üçer katlı evlerin bahçelerinde oyunlar oynardık, çağla toplardık.

O zamanki Gaybi Yatır Apartmanının kiracıları  genellikle  orta sınıfın benzer gelir düzeyindeki aileleriydi. Komşularımız, tayinle Ankara’ya gelmiş memurlar, bir öğretmen, bir yedeksubay, bir hakim, bir eczacı kalfası, bir terzi ve mesleklerini şimdi hatırlayamadığım bir kaç aileydi.

O yıllarda çalışan kadın çok azdı, annem Emine Masume Alev istisnalardan biriydi... Büyük Doğumevi’nin vardiyalarını asla aksatmayan çalışkan ebe hemşirelerinden biriydi sevgili annem... Babam Servet Alev ise Ulus’ta, Ziraat Bankasının tarihi binasında çalışırdı. El yazısı ne kadar güzeldi, hele o sabit kalemi tutan ince uzun parmakları... 

-Sabit kalem nedir?

Diye soruyorsanız, ben de pek bilmiyorum kökenini, gerekçesini. Ama nedense o yıllarda devlet dairelerinde çok kullanılırdı ve onunla yazılan yazının silgiyle silinmesi imkansızdı, adı bu yüzden mi öyleydi acaba? Şimdi de bulunuyor mu piyasada? Bilmem...

Ailemiz, ağabeyim ve çocukluğundan bu yana bizimle yaşayan halam Şadiye ile birlikte 5 fertten oluşuyordu, 7 numaralı dairenin kiracısıydık. Gaybi Yatır Apartmanının bütün sakinleri kirada oturdukları evleri tutarken hep, “hava parası” ödemişlerdi. Ankara’da o yıllarda konut sıkıntısı yaşandığı, hava parası denen uygulamanın ev sahiplerini bu yüzden zengin ettiği konuşulur dururdu.

Yan tarafımızdaki yeşil evin sahibi Soğandan Hanım, (biz ona öyle derdik ama büyük olasılıkla ismi Sühendan olmalıydı...) sokağımızın tek tük otomobil sahiplerinden biriydi... Diğer otomobil daha önce çok sözünü ettiğim billuriyeci Ali Boyluoğlu’na (*) ait olan siyah Buick’ti.. Sonradan apartmanımızın giriş katında bir daire tutup orayı plastik imalathanesine çeviren komşumuzun  da bir külüstürü vardı. Kapısı hep açık dururdu. Biz çocuklar  Dalya, ya da Yakantop oynamaktan sıkıldığımızda, “herkese açık” arabaya biner, dolmuşçuluk şoförcülük filan oynardık.  

O yılların özelliği, tüm öğünlerin hep evde yenilmesiydi. Babam öğlen yemeklerine mutlaka yürüyerek eve gelir, gazetesine göz gezdirir, bizlerle sofra faslı bitince yine  yürüyerek mesaisine dönerdi. 


Necatibey Caddesindeki “Gaziantep Suburcusu (ne demekti acaba?) ve Baklavacısından sadece ay başlarında lahmacun filan alınırdı. İzmir caddesinde bir de Karadeniz Lokantası vardı. Orası içkili lokantaydı ve nedense bizden rağbet eden olmazdı. Evlerde içki içilirdi elbette ama genellikle evde hazırlanan mezeler eşliğinde olurdu bu... Örneğin Tekel Birası bizim evde en çok bulunan içkiydi, bayramlardaki likörleri saymıyorum... Misafir geleceği zaman alınan Kulüp Rakısını da...

-Misafir nasıl ağırlanırdı?

Misafir sofrasının olmazsa olmaz başlangıcı kışın çorba, yazın kızartma olurdu. Çorba evlerde her zaman yapılan bir çorba olsa bile misafir geleceği zaman örneğin yayla çorbasına mutlaka minik minik köfteler kızartılıp eklenirdi. Kızartmalar ise patlıcan, sivri biber, kabak, patates karışımı ile hazırlanır, bir kenarda misafirin isteğine göre ilave edilecek  sarımsaklı yoğurt ile domates sosu süslü küçük servis tabaklarında hazır tutulurdu.
Gelelim ana yemeğe... Nedense o yılların en değer verilen ikramı, bütün olarak haşlanıp, yanında tereyağlı, tane tane dökülen pirinç pilavıyla ikram edilen tavuktu... 

-Tavuk mu azdı kent ortamında, neden bu kadar kıymetliydi acaba?

Salata kış ise siyah-kırmızı turp, havuç rendesi ile süslenmiş, bol zeytinyağı limon gezdirilmiş bir yeşillik olabilirdi mesela... Yaz ise soğanların ince ince doğranıp tuzla ovulup yıkanarak eklendiği, kıpkırmızı buram buram kokulu domatesle, yeşil biber ve salatalık doğranmış çoban salata olabilirdi.

Evlerde Komili’ninrafine zeytinyağı” bulundurulur, Vita yağı da eksik edilmezdi... Vita yağı sanıyorum bugünkü margarinlerin ilkel bir çeşidiydi... Kırsal bağlantısı olanlara tereyağ oralardan gelir, bizler ise bakkaldan alırdık... Alemdağ Tereyağının kahvaltılık olanı  ince dikdörtgen paketinde sokağımızdaki Erzincan Bakkaliyesinden,  yemeklik, yarım kiloluk az tuzlu olanı ise Ulus Halinden satın alınırdı.

Evdeki yemek ziyafetinin kapanışı, özenle, incecik sarılmış zeytinyağlı yaprak dolması ile olur, üstüne de kaymak veya ceviz katkısı ile kalburabastı  ya da revani ikram edilirdi. 

Bizim evimizde Cumartesi günlerinin şaşmaz, rutin bir menüsü vardı... Sevgili halam Şadiye, bir Cumartesi su böreği, ertesi Cumartesi mantı açardı... Bunu bilen yakın dostlarımız bir bakarsınız habersizce kapıyı  çalar, soframıza neşeyle konuk edilirdi.

Misafir ağırlanırken yemekte ve sonrasında çay, kahve eşliğindeki sohbet uzar giderdi. Televizyon zaten yoktu, radyo bile eğer evdeki gençler isterse nadiren açılır, efektlerini Ertuğrul İmer’in yaptığı “Mikrofonda Tiyatro”  dinlenirdi...

Misafirler kalkarken klasik vedalaşma şöyle olurdu:

-Bakın mutlaka biz de bekliyoruz tamam mı? Arayı sakın soğutmayın... Haydi Allahaısmarladık...
-Güle güle yine gelin, bunu saymıyoruz.


Çarşamba, Mayıs 27, 2020

Süleyman Demirel ziyareti




Değerli meslektaşım Barış Kaşıkçı (*) ilginç bir paylaşımda bulunmuş, Nazmiye Demirel’in ölüm yıldönümü dolayısıyla Demirel çiftinin yaşamını hatırlatmış...

Yeri gelmişken ben de içinde Barış Kaşıkçı ve Ceyhan Altınyeleklioğlu’nun da yer aldığı bir anımızı paylaşayım:

12 Eylül’deki “zorunlu ikameti” sonrası, Süleyman Demirel’i Hamzakoy dönüşünde, artık asker korkusundan kimselerin kapısını çalmadığı Güniz Sokaktaki evinde biz de ziyaret ettik... Meslek büyüklerim Ceyhan Altınyeleklioğlu ve Barış Kaşıkcı ile birlikte...  Güzel bir çiçek de yaptırmıştık... Çiçeği evin girişine bıraktık... Bizi sıcak biçimde karşıladı Demirel, yanına oturttu, halimizi hatırımızı sordu. Kapatılan Adalet Partisinin iki numaralı ismi Sadettin Bilgiç’le birlikte, Nazmiye Hanım da salondaydı, Nazmiye Hanım sohbeti dinlemekle yetiniyordu... Derken akrabadan olduğu anlaşılan bir genç girdi salona, Süleyman Bey ve Nazmiye Hanımın elini öptü, geçti oturdu, Demirel askerden yeni döndüğü anlaşılan gence sordu:

-Haydi geçmiş olsun, askerden döndün demek...
-Evet efendim
-E, nasıl geçti bakalım? Memnun muydun hayatından?

O anda Nazmiye Hanım sözünü kesti:

-Nasıl soru soruyorsun çocuğa? Askerliğin nesinden memnun olsun çocuk? Hani Sadettin Bey, “kimseyi düdükle yatırıp kaldırmayacağız” diyordu? Sizi bile orada (Hamzakoy’daki zorunlu ikameti kastediyor) düdükle yatırıp düdükle kaldırmadı mı askerler?

Salonda sessizlik oldu, Demirel, “O başka, bu başka” diyerek eşini susturdu, askerlik konusu böylece kapandı...

Biz de bir süre oturduktan sonra izin isteyip kalktık... Nedense çiçeğimizi de ortalarda göremedik, belki de biri alıp götürmüştü!

Ceyhan Bey ve Barış bana kızmasınlar ama şunu da şimdi açıklayayım... Süleyman Beye veda ederken ben kendisine sarılıp öptüm. Ben Demirel’i öpünce, Ceyhan Bey ve Barış da kendilerini zorunlu mu hissettiler bilmiyorum, onlar da öptüler...  Bu ziyaret sırasında ben Tercüman gazetesinin Ankara Bürosundaydım, onlar Anadolu Ajansında çalışıyorlardı...

Bildiğim kadarıyla o zaman 12 Eylül yönetiminin AA’ya atadığı asker genel müdür, antenleri! vasıtasıyla “yasaklı politikacı” Süleyman Demirel’i ziyaret ettiklerini duymuş ve onlardan hesap bile sormuş...

Bunu da kendilerinin anlatmasını beklerim.
(*) https://www.facebook.com/kasikcibaris

Perşembe, Mayıs 21, 2020

Pandoranın kutusundan çıkanlar…



“Pandora Papers” diye anılan belgeler ortalığa saçılınca ne çok tanıdık isme denk geldik değil mi? Sanmayın ki “vergi cennetlerine kaçış yolları” yeni keşfedildi,  uyanık işadamlarımız ve eşleri yıllardır bu yolları kullanıyor. Bizzat yaşadığım bir olayla bunu anlatayım:

Cumhuriyet gazetesinde ekonomi muhabiri olarak çalışıyordum, Ankara Temsilcimiz Cüneyt Arcayürek’in bizi bırakıp Süleyman Demirel’in danışmanlığına, Çankaya Köşküne geçmesinin ardından işler tatsızlaşmaya başlamıştı. Büro iyi yönetilmiyordu. O sırada Ufuk Güldemir’in teklifi üzerine Milliyet’e geçtim...

Üstünde çalıştığım bir haber tam da o günlere denk geldi. Halk Bankası, Demirbank ile yurtdışında, Rotterdam’da tek şubeli bir ortaklık kurmuştu. Bu şube üzerinden de 4 şirkete 20 milyon dolar tutarında kredi açılmıştı...

-Ne var ayol bunda? Deveyi hamuduyla götürenler varken...

Dediğinizi duyar gibiyim...

Öyle değil işte, bir dinleyin:

BİİR:Şirketler bilmem ne adalarında kurulmuş dandik şirketler...
İKİİİİ:Şirketlerin 20 milyon dolarlık krediyi geri ödeme kabiliyeti ve güvencesi yok, çünkü 1 Dolar (BİR DOLAR) sermaye ile kurulmuşlar...
ÜÜÇ: Şirketlerin sadece tabelası var, yani adı sanı belli olmayan, meçhul, bugünkü deyimle sanal varlıklar...

Neyse efendim, bu 20 milyon dolar DemirHalk Bank marifetiyle bu uyduruk şirketlere ödeniyor...

-Peki, sonra?

Sonrası daha da beter... Bu 20 milyon dolar, aynı gün içinde İstanbul’da yerleşik 4 şahsa gönderiliyor...

-Kimmiş peki bunlar?
-Yahu kim oldukları önemli değil... Asıl önemli olan...
-Asıl önemli olan ne yahu? Söyle, çatlatma insanı...
-Bu şahıslar vergi mükellefi bile değil...

Yani anlayacağınız, DemirHalk Bank marifetiyle açılan kredi ve sonrasında ne idüğü belirsiz şahıslara gönderilen bu para, anında deve oluyor...

Haberi oluştururken bütün yetkililerin kapısını aşındırıp sordum, ne mi dediler? Tıss yok... 

Ha, bu arada, haberi kaleme almadan, sevinç içinde annemi aradım:

-Anneciğim hani çocukluğumuzda bize söylediğin bir tekerleme vardı, manda dağa kaçıyor falan filan...
-Ha ha ha, hani sen bir türlü ezberleyememiştin...
-Evet evet o... O tekerlemeyi bir söylesene yine...

Annem söyledi, ben yazdım, habere ek küçük bir kutucukta da bu tekerlemeye yer verdim:

-Komşu!.. Komşu!...
-Hu!... Hu!.. .
-Oğlun geldi mi?
-Geldi...
-Ne getirdi?
-İncik... Boncuk...
-Kime?... Kime?
-Sana... Bana...
-Başka Kime!
-Kara Kediye...
-Kara Kedi Nerede?
-Ağaca çıktı... 
-Ağaç Nerede?
-Balta kesti...
-Balta Nerede?
-Suya düştü...
-Su Nerede?
-İnek İçti...
-inek Nerede?
-Dağa Kaçtı..
-Dağ Nerede?
-Yandı!... Bitti!... Kül Oldu ...

Haberi yayınlanmak üzere Milliyet gazetesinin çevrimiçi sistemine  gönderdim... Biraz sonra o sırada Milliyet Ankara Temsilcisi  olan Fikret Bila aradı:

-Nursun, bir saniye gelebilir misin?

Fikret’in odasına, bir alt kata indim:

-Nursun haber çok güzel, mükemmel bir atlatma... Tebrik ederim, Yalnız...
-Yalnız?
-Bizimkiler diyor ki... Acaba bu şirketler bize ait olabilir mi? Yani bu işin altından biz çıkar mıyız?

Dondum kaldım:

-Valla Fikret Bey, onu ben bilemem ki..

Neyse işte. Haber bir kaç gün bekletildi ve sonra Milliyet’in ekonomi sayfasına manşet yapıldı... Anlaşılan, bu şirketlerden herhangi birisinin Aydın Doğan’a ait olmadığından emin olunmuş ve haber kullanılmıştı...
(*)
-Sonra ne oldu peki?

Diye soruyorsunuz değil mi? Tabii ki işin peşini bırakmadım, araştırdım...  Kamu bankası olduğu ve kamu kaynakları zarara uğratıldığı için Halk bankası ile ilgili göstermelik bir inceleme başlatıldı falan filan... İnceleme tabii ki sonuçsuz kaldı, yani tekerlemedeki gibi dağ kül olup gitti...

Bir süre sonra o sırada Isparta milletvekili olan, (benim de çok saygı duyduğum eski bir maliye bürokratıdır) Aykon Doğan’la bu konuyu konuştuk, bana şöyle dedi:

-O vergi mükellefi bile olmayan şahıslar kimdi? DemirHalk Bank o 20 milyon doları kimlere gönderdi? Sorularına cevap arıyorsun ama ben sana şöyle söyleyeyim, o para büyük ihtimalle DYP’nin mahalli seçimlerde seçim kampanyası için kullanılmıştır...

İşin ilginç yanı, Aykon Doğan’ın da DYP milletvekili oluşuydu...

NOKTAAAA...

-Aaaa nasıl olur? Bu ülkede at izi gerçekten it izine mi karışmış?

Diye sormayın... Dağ yandı kül oldu... Başka ne söylememi bekliyorsunuz?

(*) 22.02.1996 Milliyet

  

Perşembe, Mayıs 14, 2020

Evimizin Tek Patlıcanı



Selim İleri’nin  kulakları çınlıyor mu bilmem... Çınlamaz sanırım, yazarlar için okur görüşü pek önem taşımaz bizim memlekette.

Evimizin Tek Istakozu’nda (*) öylesine güzel mutfak ve sofra hikayelerine yer vermişti ki, okurken ağzımın suları akmıştı. Baba birgün, önemli bir misafir ağırlanacak diye, eve bir ıstakoz alıp getiriyor, ama önce konu komşudan, eve ilk kez alınan ıstakoz için tarifler alınacak, ertesi gün de pişirilecek... Geceyarısı koridorda bir ses duyuluyor... Tak tak tak... Bir bakıyorlar ki ıstakoz mutfaktan çıkmış koridorda yürüyor...

Karantina günleri hepimizi çökertti.

Her gün kalk, “Bugün ne yapsam?” Kendimi nasıl oyalasam? Nasıl ayakta kalsam?” sorularına cevap ara... Ha, en önemlisi de mutfak işleri... Aynı şeyleri döne döne pişirmekten gına geldi... Eskisi gibi kasap, manav, pazar keyfi yok artık, yasak! Marketten gelenle idare etmek zorundayız, o da hiç keyif vermiyor doğrusu... Hele şu ikide birde ilan edilen sokağa çıkma yasakları yok mu? Delirtiyor insanı.

İşte bu sabah da uyandım, günü düzenleme derdindeyim. Aslında bu musibet (**) dünyada  bütün hızıyla hüküm sürüp, yüzbinlerce can almışken, hala yaşıyor ve sağlıklı olmak bile yeter ama, kafada ne sorular duruyor, ne sorumluluklardan kaçılıyor...

-Saat sabahın sekizi, ev halkı birazdan kalkar, kahvaltı için ne yapsam? Sonra öğlene ne pişirsem? deyip


Buzdolabını bir açtım, rafta bir patlıcan duruyor, tek bir patlıcan...

- Tek bir patlıcan ne işe yarar? Patlıcanlı pilav desen, yetmez, herkesin dişinin kovuğunda kalır, imam bayıldı mı  yapsam? Nasıl da canım çekti... Eee,  bir tek ben mi yiyeceğim? Ev halkı seyredecek ha? 

-Ah, hiç olmazsa bir iki patlıcan daha olsaydı, neler neler yapılırdı, oturtma, karnıyarık, hünkar beğendi, ali nazik, patlıcan kebabı, dolma, baba gağnuş... Saymakla bitmez... Yeme de yanında yat! 


-Hmmmm bir düşüneyim, o patlıcanı ufak ufak doğrayıp, tuzlu suya koymalı, sonra tavada zeytinyağında  soğanla biraz çevirmeli, peynir, yumurta, baharat ilavesiyle güzel bir omlet yapmalı...

Eh bu buluşla öğünü atlattın... Peki sonrası? Günü nasıl tamamlayacaksın? Onca saat nasıl geçirilecek? Meğer “zaman öldürmek” ne kadar da anlamlı bir sözmüş, nasıl öldürülecek onca zaman?

Haftalardır evlere tıkılıp kalmaktan, ıvır zıvır ve de bıktıran işlerle oyalanmaktan tükendik bittik vallahi. Dolapları düzelt, çekmeceleri boşalt, fazlalıkları ayıkla...

-Offf ya, bu kitaplığa ne zaman gelip yardım edeceksiniz? Bütün iş benim sırtımda... Şu National Geografic’in yıllardır süren aboneliği raflara  bel verdirdi... Zaten kimse sonradan alıp okumuyor ki, geldiği gün okunup bir kenara atılıveriyor dergiler... Bir tek o olsa iyi... Her kitabevi ziyaretinde alınan seyahat, sofra, tarih dergileri... Dur bakayım, kanaviçe, dikiş-nakış, dantel yıllıkları,  ya şu kocaman kocaman kataloglar?


-Aaaa, bunlar ne yahu? Unutup gittin değil mi? Bu tozlanmış menü koleksiyonu neden duruyor allahaşkına? Ne yani, yıllar önce ziyaret edilmiş lokantalardan menüler... Birgün oturup, eline menüleri alıp, ‘aman da aman, neler yenilip içilmiş’ diye eski günleri mi anacaksın?

Haydi o açık raflar zaman zaman göze battığı için düzenlenip ayıklanıyor da, şu alttaki dolabın kapağını cesaret edip açsana bir bakalım...  Amanin,  depo gibi, kapak açılınca, dışarı fırlayıp düşen bir sürü şey... Oraya hapsedilip, unutulmuş, yok sayılmış hepsi...

-İçimden çığlık atmak geliyor,  şu kasetler, videolar, hatta CD’ler ne olacak? Heeey, beni duyuyor musunuz? Bakın ben kitapları düzenledim diğerleri sizin işiniz  tamam mı?

Sessizlik...

Kimseden  cevap gelmez...

Eh, çık sen de o zaman kütüphaneden...

-Hahhah, nereye gideceksin? İçindeki ses susmaz ki,

-Ütülenecek çamaşırlar dağı bekliyor seni orada... Unuttun mu yoksa? Onları yok mu farz ediyorsun?
-Amaaaan düşünmek istemiyorum... Nedir yani,  çarşaflar nevresimler ütülenmese ne olur?
-Yahu zaten moraller bozuk, Uykuya dalmak için bile mücadele gerekiyor, buruşuk kırışık çarşaf serili bir yatağa kim girmek ister?

Çaresiz, geçersin ütünün başına... Mayıs başında bile  havalar ısınmıştır, kan ter içinde çabalayıp çamaşır dağını eritirsin...

-Ohhh... Şimdi buz gibi bir bira olmalıydı... Ayağım serin sularda, bir sigara tellendirmeliydim şezlongda... Arada bir yudum içip, uzakta süzülen yelkenliyi seyretmeliydim... Hayal bu ya, Corona filan kalmamış ortalıkta...

-Delirdin galiba... O sigarayı bırakmak için az mı savaştın kendinle? Yazı bile yazmıştın, “Düşmanımdın sen sigara” diye... Biraymış... Haydi iç de göreyim... Midene kramplar girsin, yine acillerde kıvran dur, razı mısın?

İmdaaaaaat...  Durdurun Dünyayı İnecek var... Genco  Erkal’ın unutulmaz başrolü müydü o? Durdu işte dünya... 

(*) https://www.kitapyurdu.com/kitap/evimizin-tek-istakozu/49785.html
(**) https://www.hurriyet.com.tr/galeri-corona-virusu-son-durum-3-mayis-dunyada-ve-turkiyede-koronavirus-korona-virus-vaka-ve-olum-sayisi-tablosu-41505520
(***) https://ast.com.tr/Oyun.aspx?oid=143&D=t

Çarşamba, Mayıs 13, 2020

Yasaklar ülkesi Türkiye



Siz daha seyredin o gelin kaynana dizilerini, sofralarda birbirinin başını gözünü yaran sözde aşçıları, milletin yatak odasını dikizleyen dedikodu programlarını, bilir bilmez siyaset konuşan kakavanları...

-“E, neyi seyredelim peki?” 

Diye sormayın,  çünkü seyredecek, izleyecek hiçbir şey bırakmadı ki başımızdakiler... Ayşenur Aslan’ı mı izleyeceksin, çaaat susturuldu, Can Ataklı’yı izleyip “biraz içimi soğutayım” mı diyorsun, yassah  kardeşim 5 yayın cezaaaaa... “Aman dur Netflix’e kaçıp başımı dinleyeyim” mi istiyorsun? Hadi şimdilik dinle de, o bile engellenecekler sırasında...

Ayrıca memlekette toplam 700 bin internet yayınının engellendiğini, 140 bin internet sitesinin kapatıldığını, 180 bin URL’nin yasaklandığını, Youtube’de 7 bin Facebook da 5 bin yasaklı olduğunu biliyor musunuz?

Gazeteciler cemiyetinin (**) AB destekli söyleşilerinden biri bugün yapıldı, konuşmacımız Dr. Kerem Altııparmak’tı... Hani şu SBF’den  manifesto niteliğindeki veda mektubuyla (**) ayrılan değerli hocamız... Türkiye’de “İnternet erişim engellemeleri ve ifade özgürlüğü” açısından durumu anlattı...


Son derece ilginç noktalara değindi, engellemelerin güç odakları tarafından nasıl ısrarla istendiğini ve emir altındaki kurumlarca kayıtsız şartsız nasıl acımasızca uygulandığını detaylarıyla öğrenmiş olduk. 

Bu açıdan dünyanın hiçbir ileri demokrasisine benzemeyen Türkiye’de 18 Yıldır tek başına iktidar sürdüren ve her dediği yapılan liderin neden böyle bir yasaklar cenderesine ihtiyaç duyduğunu anlamak çok güç... Tabii bu cendere daraldıkça sabrı taşanların tutumu da ortada... Liderinin 30 bin vatandaşıyla  davalı olduğu başka bir demokrasi dünyada var mı bilmem...

Bunlar yetmiyormuş gibi bir de trolleri salmışlar ortaya. Bu ne idüğü belirsiz internet goygoycularına  el altından inanılmaz paralar akıtıldığı, maaşa bağlandıkları herkesin malumu.

- “Bu değirmenin suyu nereden?” Diye mi soruyorsunuz? 
- “Ayol yandaş vakıflar ne güne duruyor?” 

İfade özgürlüğünün önünde bunca engel varken, yasaklamalar Demokles’in kılıcı gibi hepimizin tepesinde sallanırken, işte bu bordrolu troller de “muhaliflere vur ha vur” denilip, sırtları sıvazlanarak ortalığa  salıverildi... 

Aslında yaşadıklarımız kimi zaman tam bir utanç sayfası...

İktidar odakları şimdilerde durup dururken yine bir darbe tartışması başlattılar, yandaşlar da hemen harekete geçti... 

Kerameti kendinden menkul bir kadını ekrana çıkarıp “hele liderimize bir yönelsinler, 50 kişiyi yok ediveririz, hazırlıklıyız ” kabilinden konuşturdular... Onun ardından bir yandaş dallama (****) daha çıkıp “karınızı çocuğunuzu bizden nasıl koruyacaksınız?”diye böğürmesin mi?

-“Bu saldırganlara ne olacak peki?” Diye sormayın boşuna... 

Ben size söyleyeyim, hiçbir şey... 

Bir iktidarın yandaş gözüyle baktığı kesimin bu kadar fikirden, projeden, kaliteden uzak olduğu hiç görülmüş müydü acaba? Hele de edepten...

Tam Nasreddin Hoca hikayesindeki gibi, memlekette köpekleri ortaya  bırakıp taşları bağlamışlar...

Bütün bunlar geçti aklımdan Kerem hocayı izlerken... 

Bu toplantıları Corona günlerinde evlerden bağlanıp, internette buluşarak yapıyoruz, fakat nasıl da verimli  geçiyor... Bir kere, kimsenin mazereti yok, herkes evde. Hazırlan, giyin kuşan, insan içine çıkacak hale bürün, dolmuşa otobüse atla, ya da  trafikle boğuşup, zor bela park yeri bul, toplantı salonuna kan ter içinde ulaş yok... Saçını tara, gözlüğünü tak, üstüne bir bluz geçir ve bilgisayarını aç yeter... İstersen pijama pantolonunla katıl, nasılsa masanın altı ekrandan muaf!

Laf aramızda, konuşmacıyı izlerken masanın altında dantel bile örebilirsin kimse görmüyor nasılsa... 


Yoksa ben de memleketin hal-i pür melalini izleyip kara kara düşünürken “ya sabır” diye tespih mi  çekseydim, ne dersiniz?

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...