Bu Blogda Ara

Pazar, Ocak 09, 2022

SAHTE SULTAN


 


 

 

Bugünlerde elimden düşürmediğim bir kitabı paylaşacağım sizlerle, Mahfi Eğilmez imzasıyla Remzi  Yayınevinden çıktı, Sahte Sultan… 

 

-Aaaaa kimmiş o Sultan yahu? Hem de sahteymiş ha?

 

Diye merak ediyorsunuz biliyorum, isterseniz biraz Pazar eğlencesi olsun, size kitabın içeriğinden bilmeceler sorayım… 

 

Önce kitaptaki olaylar hangi ülkede geçiyor?” Diye bir bakalım, işte kitaptan bazı alıntılar:

 

-ÜNİVERSİTE: Hocalar siyasi görüşlerine göre birbirlerine düşman kesilmişler, bilimsel çalışmaların yerini dedikodular hatta karalamalar almıştı. (S. 62)

-CEMAATLER: Bu, eski bir cemaatti. Cemaatin başında bulunan Hoca Efendi müritleri tarafından adeta bir peygamber gibi görülüyordu. Bunların bir bölümü toplumda tanınmış kişilerdi. Aralarında ünlü sanayiciler, tüccarlar, bürokratlar, sanatçılar, sporcular da vardı. Cemaat hakkında yazılanları okudukça zihni daha da karıştı. Anlayabildiği kadarıyla din kisvesi altında müthiş bir çıkar çetesi oluşturmuşlardı. (S. 83)

-BİNALAR: Murat, bir yalıya bir de yalının yanındaki çirkin binaya baktı, içi sızlayarak,-büyük olasılıkla o çirkin binanın yerinde de bir zamanlar bir yalı vardı- diye düşündü. Sonradan yalıyı yıkıp bu beton binayı yapmış olmalıydılar. (S.94)

-SOSYETE: Magazin Haberlerinde Nejdet Beyin kızı da yer alıyordu. Altı ay evli kaldığı kocasından -basının yazdığına göre, eşinin ona ailesinden alıştığı lüks yaşamı veremediği için- ayrılan genç kadın, annesinin evine döndükten sonra bir süre ortada görünmemiş, sonra annesiyle birlikte sosyetenin olduğu davetlerde konserlerde boy gösterir olmuştu. Ana kız lükse ve estetik ameliyatlara fazlasıyla düşkün görünüyorlardı. Magazin haberlerini yapanlar, ikisinin de kıyafetlerinin, ayakkabılarınıçantaların fiyatlarını yazmaya meraklıydı. Murat, fiyatları gördüğünde gözlerine inanamadı. Bu paralara iyi bir araba almak mümkündü. (S.127)

HUKUK: -Geçen yılsonuna  doğru hukuka aykırılıklarla ilgili protesto gösterileri başlamıştı hatırlarsın. 

-Sen onları desteklemek için sosyal medyada sert paylaşımlar yapmıştın.

-O paylaşımlarla ilgili olarak hakkımda Ankarada bir suç duyurusu yapılmış.

-Sana bir şey söyleyeyim mi bu ülkede hiçbir dosya tam olarak kapanmıyor, yargı kararı olsa bile dosyalar  hep yarı açık bırakılıyor ve en ufak bir fırsat çıktığında tekrar açılıönüne konuluyor.

-İddia ne?

-Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik. (S. 139)

GİDİŞAT: Yeni bir şey yoktu, her zamanki kısır siyaset kavgaları,yolsuzluklar, giderek büyüyen ekonomik sorunlar, dolar kurunun yükselişüzerine karşılıklı suçlamalar AB ile artan sorunlar, halka yastık altı varlıklarını çıkarması içkin yapılan çağrılar ve benzeri konularla doluydu sayfalar. Çevre kirliliğinin hızla artması, göllerin kuruması, yolsuzluklar, sel baskınları, orman yangınları konusundaki haberler ve yorumlar umut kırıcıydı. (S.179)

ŞEYH: Bir ziyaretinde başbakana bu tabloyu satın almak istediğini söylemişti. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, müzede sergilenen bir tablonun satılamayacağını o da biliyordu. Bir yıl sonra başbakan yemeğe davet ettiğinde alacaklarını konuşacakları düşüncesinden başka bir şey yoktu aklında. Şeyhin yönettiği fonun sahibi olduğu bankalarca verilmiş yüksek miktarlardaki kredilerin gerdi ödenmesinde sıkıntılar yaşanıyordu. Şeyh alacaklarının bir plana programa bağlanmasını bekliyordu. Yemekten sonra salona geçtiklerinde gözlerine inanamamıştı, Sultan tablosu orada asılıydı. Tablo oradan indirilerek önceden hazırlanmış bir kutuya yerleştirilmişşeyhin korumasına verilerek arabasına gönderilmişti… (Sayfa 326) Tablonun onda olduğunu bilen Seyidden başka iki kişi vardı, cemaat lideri ve başbakan. Başbakanın bu işle ilgisi olduğunu da kimse bilmiyordu. endişe edilecek bir şey yoktu. (Sayfa 327)

 

Sizlerin kitabı okuma hevesinizi kaçırmamak için sadece Osmanlı mirası olan bir tablo Başbakanın inisiyatifi ile dış borç ödemesinde zorlanılınca Arap Şeyhlerinden birine hediye ediliyor” demekle yetineyim, yani roman bu olay çevresinde dönen dolapları anlatıyor

 

-Bilmeceyi çözdünüz mü peki siz?

-Ayol bunda çözemeyecek ne var? Boşuna bizi yordun, ülke bizim ülke, başbakana gelince artık başbakan değil, çoktan terfi etti, daha yüksek makamlarda şimdi, üstelik pek çok sarayı da var.

-Ay siz meğer amma münafıkmışsınız. Doğrusu kınıyorum.

-Neden? Kitapta Mahfi Bey onun kimliğini açıklamamış mı?

-Hayır sadece demiş ki, bu romanda adı geçen olayların ve kişilerin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Roman, tümüyle yazarının hayal gücünü yansıtmaktadır. Olaylar isimler ve ünvanıyla ilgili olarak kurulabilecek benzerlikler ya tesadüftür ya da okuyucunun zihninde oluşan yanılsamalardan kaynaklanmaktadır…”

Salı, Aralık 28, 2021

Faşistler nereye?



Bir Devlet Başkanı düşünün:

Halkına sürekli yalan söylüyor, sağa sola rüşvet dağıtıyor, uyguladığı yaygın nepotizmle (adam kayırma) sarayına yakınlarını, akrabalarını doldurmuş, hatta kendi oğlunu bile “özel kalem müdürü” yapmakta mahzur görmemiş... Halkın sorunlarına kulak asmıyor, varsa yoksa kendi yaşamı... “Aman seçimde kendisinin kazanacağı garanti olsun, yeter ki sarayında lüks içinde yaşasın, pırıl pırıl parlayan pırlantaları, şahane tayyörleri, Hermes çantaları (belki çakmadır!) ile hava atsın, “Dünyanın sonu gelecek olsa bile!” Yaşananlara kulak asmasın... Siyaset yolunda yoldaşı olup, seçim kampanyasına bol sıfırlı çeklerle katılan dostlarına her türlü imkanı sağlasın, kendini zor durumda bırakacak haberleri yasaklatsın, hatta “dünyanın sonu geliyor” diyerek kendisini uyaran insanları “başına çuval geçirtip” yok etsin, ya da işbirliği yapmaya razı etsin... İnanmayacaksınız ama kendisine bağlı Genelkurmay Başkanı bile ufak tefek kazançlara tamah etsin.

-Ahlaktan yoksun, yalancı, hatta faşist bu Başkanın sonu ne olur dersiniz?

-Efendim?

-Aaa, gözlerinizi niye faltaşı gibi açtınız öyle? Niye “Aman Nursun ne diye bunları yazıyorsun, kafayı mı yedin?” Diye soruyorsunuz?

-Ha, anladım, siz başkalarından söz ediyorum sandınız. Korkmayın yahu, durun anlatayım:

——-Don't look up—-

Bir kaç hafta önce vizyona giren ve Netflix’te keyif ve heyecanla izlenen yepyeni bir filmden söz ediyorum, “Don’t look up” (Yukarıya bakma.) Filmin öyküsü ABD’de iki astronomun korkunç bir keşif yapması üzerine kurulu. Washington DC’de geçen filmde Beyaz Saray odağında şekillenen olaylar anlatılıyor. Başrollerini Leonard Di Caprio (Dr. Randall) ve Jennifer Lawrence’ın (Kate), iki astronom olarak paylaştığı filmde Kate, dünyaya hızla yaklaşmakta olan dev bir meteor keşfediyor, bunu Dr. Randall’a anlatıyor. İkisinin birlikte yaptıkları araştırmalar ve hesaplamalara göre, meteor o kadar büyük ki, çarptığı anda yüzlerce atom bombası etkisi yaratacak ve dünya yüzde yüz yok olacak.

-E peki ne zaman olacakmış bu?

-6 ay gibi bir sürede...

-Sonra devlet mi el atıyor bu korkunç gelişmeye?

Anlatıyorum, dinle... İki astronom NASA başta olmak üzere devletin bütün ilgili makamlarına bu bilgiyi iletiyor ve heryeri alarma geçiriyorlar, ancak büyük felakete 6 ay kalmış olmasına karşın, karar ve yetki tek elde, “Başkan Orlean”ın (Meryl Streep) elinde, dolayısıyla bizimkiler heyet halinde Beyaz Saray’a götürülüyorlar. Oval Ofis’e (Başkanlık katına) kadar çıkıyorlar. Ancak Başkan Orlean çok meşgul, özel kalem müdürü olan oğlu, bizimkileri 7 saat kadar aç-bilaç beklettikten sonra “bugün görüşme olmayacak” diye kestirip atıyor, onları otele yolluyor.

-Görüşme neden olmuyormuş peki? Madem ki bu kadar acil bir durum var?

-Ayol Başkanın başında bir sürü dert var, yolsuzluk, yalan haber sızdırma, büyük bağışçılarına çıkar sağlama filan gibi... Onlarla ilgili haberleri yalanlama, gazetecileri filan başlarına çuval geçirtip yıldırma, hatta yok etme derdinde...

-Yani görüşmüyor mu astronomlarla?

-Görüşüyor ama ertesi gün, üstelik Başkan Orlean duyduklarına önce inanamıyor, sonra seçim kampanyasında bu işten çıkar sağlayabileceği nasıl bir değişiklik yapması gerektiğini düşünüyor filan... Hatta bu haberin yayınlanmasıyla, hakkındaki yolsuzluk iddialarının üstünün örtüleceğini bile hayal edebiliyor...

-Aaa, bu kadar acımasız ve bencil yani...

-Evet evet, ne yazık ki öyle.

-E, sonra ne oluyor?


 -Bizim astronomlarla NASA’nın planı gereğince, giderek yaklaşan meteor, uzaya fırlatılacak bir füze ve eşliğindeki çok sayıda uzay dronuyla meteora indirilecek, nükleer patlayıcılarla onu parçalayıp, yörüngesinden çıkaracak. Böylece dev meteorun dünyaya çarpması engellenecek.

-Çok güzel, sonra?

-Öyle olmuyor, bu plan yarıda kesiliyor, uzaya gönderilen filo geri döndürülüyor.

-Aaa, neden?

-Çünkü başkanın yakın dostu ve büyük bağışçısı milyarder CEO (Mark) meteorda çok değerli metaller olduğunu keşfediyor, onları ele geçirme planı yapıp yürürlüğe koyuyor.

-Ayol dünya yok olacakken adam para peşinde mi koşuyor?

-Valla büyüklerimizin dediği gibi “kefenin cebi yok!”muş meğer, tabii bu plan da başarısızlığa uğruyor.

-Ya, merakta bıraktın şimdi, sonuçta ne oluyor?

Bak istersen bu filmin sonunu anlatmayayım ama madem ısrar ettin, sadece başlıktaki “faşistler nereye?” Sorusuna cevap istiyorsan bir ipucu vereyim:

-Başkan Orlean ve büyük bağışçısı Mark, dünyayı kendi kaderiyle baş başa bırakıp, meteorun eline teslim ediyorlar. Başkan Orlean, oğlunu bile dünyada terkettiğini “sonradan” fark ediyor, Mark’la birlikte uzay gemisine binip, dünyadan kaçarak “yaşanacak başka bir gezegen” arayışına çıkıyor. -Yani yeni bir gezegen bulup hayatta kalıyorlar mı ikisi?

-Onu söylemeyeceğim, sadece gittikleri yerde, Bronteroc adlı dinazorla karşılaşıyorlar... Başkan Hanım onu okşamak istiyor ama...

-Hmmm, anladım, tuh be, keşke Başkanlar bu kadar egoist olmayıp biraz bizleri de düşünselerdi, meteoru bilmem, bana biraz fantastik geldi ama hiç olmazsa şu Paris Anlaşması bütün maddeleriyle uygulamaya konulabilseydi, dünyamızı kurtarabilirdi değil mi?

-Evet, bence de, ama tek sorun Paris Anlaşması mı? Ne fahiş hatalar yapılıyor farkında mısın bilmem... Son haftalarda yaşadıklarımıza baksan yeter.

-Sus sus, biliyorum da, telaffuz etmeyeceğim.


Salı, Aralık 21, 2021

TOKAT…





Habertürk’ün Ankara Temsilcisi Muharrem Sarıkaya’nın Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin ile yaptığı röportaj sırasında İHA kameramanI Ahmet Demir’e tokat atması olayı son günlerin “1 numaralı” gündem maddesi. O kadar ki, “doların TL’yi ezerek şahlanışının, sonra aniden düşüşünün, ekonomik krizin, TUSİAD’ın cibiliyetsizliğinin (!)”  bile önüne geçip, Twitter’da TT (trend topic, en çok konuşulan) oldu. 


Tabii olayın boyutları var.


1-Muharrem Sarıkaya’nın affedilmez terbiyesizliği… Yayın sırasında üst üste yaşanan teknik aksaklık gerekçesiyle kameramana feci bir tokat atıyor. Oysa bu korkunç davranışla karşılaşan kameraman o sırada kan ter içinde aksaklığı gidermek için uğraşıyor. Sarıkaya bu saldırganlığı yapma gücünü nereden alıyor? Neden kendine, hakim olamıyor? Kimlere karşı güç gösterisinde bulunuyor?Bu aşağılayıcı tutum sonrasında da özür dilemek yerine neden o sinirli hallerle sağa sola tehditler savurmaya, kendisinin ekranda görünmediğini bilerek bir takım kağıtlar yazıp, göstererek sağı solu taciz etmeye devam ediyor? Olayın ardından lütuf yaparmışçasına  genç kameramandan özür dilemesi yeterli olabilir mi?


2-Peki Gaziantep Belediye Başkanı Fatma Şahin’e ne demeli? “Tokat terörü” yaşanırken en ufak bir üzüntü, şaşkınlık belirtisi bile göstermeden, hatta duraksamadan konuşmaya devam etmesi, bir zamanlar aileden, kadından sorumlu olmuş bir bakana yakışıyor mu sizce? Orada yapılması gereken yayını kesip, Muharrem Sarıkaya’nın davranışını “kabul edilmez bulduğunu” ifade edip, kameramana üzüntüsünü belirterek o alandan ayrılması değil miydi? 


Acaba dedim, 18 yıldır süren söylentiler doğru mu?  Başkan, bir zamanlar, Ankara’da bulunduğu sıralarda kimi kabine arkadaşlarının da benzeri davranışlarla karşılaştıklarına pek çok kez tanık olmuş da “tokat” olayını sıradanlaştırmış mıydı kafasında?


Bilmem? Belki de…


Bu olayla ilgili olarak önceki gece Twitter’da kurulan ve bir anda binlerce konuşmacı-izleyici toplayan sohbet odasına ben de dinleyici olarak katıldım. Tabii tahmin edersiniz, herkes aynı görüşte birleşti:


Muharrem Sarıkaya’nın davranışı, oradaki  herkes tarafından “kabul edilmez”  diye nitelendirilip en sert sözlerle kınandı, hatta işine son verilmesi istendi.


Onun dışında da öylesine ilginç konuşmalar yapıldı ki, örneğin kısa süre önce Muharrem Sarıkaya, akademisyen Şengül Hablemitoğlu’nu bir programa davet etmiş, bu daveti önce kabul eden Hablemitoğlu, sonra covit olduğu için katılamayacağını bildirince Sarıkaya tarafından adeta tehdit edilmiş. Habertürk’ün bir çalışanı bağlanıp, Sarıkaya’nın Ankara bürosunda çalışanlara dönük aşağılayıcı tavrının sürekli olduğunu anlattı ve “bu olay iyi ki ortaya çıktı, inşallah cezasını bulur” diye konuştu.


Sohbete katılanlardan biri de Fox TV sunucusu İsmail Küçükkaya’nın olaylı biçimde boşandığı, sonradan konuşma yasağı getirdiği eşi Eda Demirci idi. Genç kadın, evliliği sırasında çektiği eziyeti, ünlü gazeteci eliyle uğradığı aşağılama ve tacizi anlatırken sesini hiçkimseye duyuramadığını, gazeteci camiasının bu olayda tümüyle Küçükkaya’nın arkasında adeta “etten duvar gibi” durarak gerçeklerin ortaya çıkmasını engellediğini anlattı. Çektiği üzüntü nedeniyle sonunda göğüs kanserine yakalandığını söyleyen Demirci, “kadın derneklerinin bile yanında yer alamadığına” dikkat çekti. Demircinin söylediğine göre, “Kadın Dernekleri Federasyon Başkanı  Canan Güllü bile anlattıklarına kulak asmamış.


Yayına bağlananlardan biri de Halk TV’nin akşam haberlerini sunan İrfan Değirmenci idi, o da ima yoluyla bu konuya değindi, “meslektaşlarımız arasında karısına şiddet uygulayan bile var” diye konuştu.


Bir başka ilginç bağlantı ise  İsmail Saymaz ile yapıldı:


-İsmail Bey, yayındasınız neler söylemek istersiniz bu tokat olayı için?

-Ben bağlanmayayım çünkü şu sırada balık almaya gidiyorum.


Oturumu yöneten, Saymaz’a sormaz mı?


-Ne balığı almaya gidiyorsun? Sen Rize çocuğusun, balıkları gözünden tanırsın…


Tam bir vodvil anlayacağınız…


O anda sohbeti dinleyen bir meslektaştan şu mesaj geldi:


-Yahu İsmail Saymaz haktan hukuktan yana değil miydi? Madem yorum yapmayacaktı, ne diye bu sohbete katıldı? Üstelik son günlerde o da Sarıkaya ile birlikte Gaziantep’te değil miydi?- Meslek büyüğüm, Muharrem Ağabey- deyip duruyordu, yani ağabey sevgisi mi ağır bastı da bu barbarlık karşısında sustu?


Doğrusunu isterseniz bütün anlatılanlar ve yaşanan olay  beni hiç şaşırtmadı. O kadar çok skandalın tanığı olduk ki meslekte. “Biz Bir Aileyiz” (*) “Meslek Yarası” (**) “Cumhuriyeti Çok Sevmiştim” (***) “Kovulduk Ey Halkım Unutma Bizi” (****) gibi kitaplar boşuna mı yazıldı?


Neler neler olmuştu, gazete patronunu eline geçirdiği belgeyle tehdit edip inanılmaz paralarla o patronun gazetesine transfer olan muhabirlerden tutun, karısı tarafından gazetedeki odasında sekreteriyle basılan temsilcilere kadar… 


Neyse ki (!) “meslek ve erkek dayanışması”  sayesinde bu rezaletlerin hepsi hasır altı edilebildi.


Bana sorarsanız bu olay da hemen unutulacaktır. Hatta Muharrem Sarıkaya veya Fatma Şahin, “kişilik hakkım zedelendi” diye mahkemeye başvursa bu haberlerin yayını 24 saat içinde derhal  durdurulur, linkleri geriye dönük olarak sildirilir ve “olay hiç mi hiç yaşanmamış” gibi oluverir… Örnekleri o kadar çok ki… 


Merak ediyorsanız, gazeteciler cemiyetinin “Özgürlük İçin Basın” projesi kapsamındaki aylık raporlarına bir bakıverin. 


NOT: Tabii ki hem gazeteciliğin gereği olarak, hem de Ankara’da yıllara uzanan meslektaşlığımız çerçevesinde dün Muharrem Sarıkaya’yı aradım, yazıştık, ancak yazışmamızın yayınlanmasını istemedi. Anladığım kadarıyla çok üzgündü, herhangi bir savunmaya dayanmadan, yaptığının yanlış olduğunu kabul ediyor, defalarca özür dilediğini söylemekle yetiniyor. 


(*) Zeki Saral

(**) Zeynep Oral

(***) Hasan Cemal

(****) Emin Çölaşan

 (*****) http://media4democracy.org/public/uploads/reports_1577425.pdf

Cumartesi, Aralık 11, 2021

 





Eskiden okullarda hepimize öğretilen bir marş vardı hatırlar mısınız? 


“Ankara, Ankara, güzel Ankara. 

Seni görmek ister her bahtı kara. 

Senden yardım umar her düşen dara. 

Yetersin onlara, güzel Ankara” (*)



Ankara’da doğmuş, okumuş, meslek yaşamını Ankara’da sürdürmüş, çoluk çocuğunu bu şehirde yetiştirmiş biri olarak burada yaşamaktan asla pişman olmadım. Tam tersine, dünyanın hiçbir metropolü beni bu kadar mutlu etmedi. 


-Ha, kıskandıklarım olmadı mı? Oldu tabii, New-York’un göbeğindeki Central Park’tan tutalım da, Tokyo’nun metro ağına, Rio’nun Ipanema-Copacabana’sında kilometrelerce uzanan plajlarına, Paris’in müzelerine, Londra’nın konser salonlarına, Atina’nın gözü gibi koruduğu Akropol’üne, Bağdat’ın Dicle kıyısındaki salaş balık lokantalarına, Singapur’un huzur adası Sentosa’ya, Yeni Delhi’nin Kızıl Kale’sine, Moskova’nın metro istasyonlarına, Berlin’in doğu yakası galerilerine, Sydney’in o güzelim Camdan Operasına, Floransa’nın artizanı koruyan dükkancıklarına… Ooo say say bitmez, Evliya Çelebi’ye inat, -seyyah oldum şu alemi gezdim- desem yeridir…

  

Evet kentleri kıskandım ama o gezip gördüklerimin kimilerini hep Ankara’da istedim.


-Mümkün mü peki?


-Tabii ki değil ama bir şehir turu yaptığınızda, eski ile karşılaştırdığınızda  Ankara’nın neler neler yitirdiğini, hele Atatürk’ten kalan o güzelim mirası nasıl çar-çur ettiğini görünce yürek sızlıyor. Kentin o tarihi dokusunun üstünden silindirle geçildi, Atatürk’ün kendi parasıyla satın alıp bizlere miras olarak bıraktığı Atatürk Orman Çiftliği arazileri bile yıllar içinde talan edildi ve halen de bu talan sürmekte… Gazi Orduevi, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve pek çok kamu kuruluşu eliyle  milyonlarca ağaç kesilerek betonlaştırılan o güzelim arazi şu anda bile kilometrelerce uzanan çevre yolları aracılığı ile yeni işgalcilere göz kırpıyor.


Kentte dün bir gezi yapayım dedim de inanın gördüklerim içimi kararttı. Örneğin Ankara’nın göbeğindeki “Eski Hipodrom” arazileri üzerindeki korkunç yapılaşma… O ne gökdelenler, o ne AVM’ler yahu? Millet Bahçesi denen, aslında yeşillikleri betonlaştıran uygulama kimi teselli edebilir? İnsanın içinden haykırmak geliyor:


-İmdaaat, bu binalar sayesinde kente karabasan gibi çökecek trafik keşmekeşini hiç düşündünüz mü?  Bir zamanların “büyük köyü!”  Ankara’da  o yıllarda bile nefes almayı zorlaştıran, hava kirliliği kabusuna şimdi bizi geri mi döndüreceksiniz?


Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki  Devlet Denetleme Kurulunun Raporlarına  dün bir bakayım dedim de, ona buna peşkeş çekilip yitirilen milyonlarca metrekarelik Atatürk Orman Çiftliği arazisi tek tek detaylarıyla kayda geçirildikten sonra yer alan şu ibare çok dikkatimi çekti:


“Ancak, özellikle hipodrom yöresindeki gelişmeler, daha büyük boyutlu girişimlerin önlenmesinin zor olacağının işaretlerini vermektedir. Atatürk Orman Çiftliği alanının plânlanması çalışmalarına bir an önce girişilmezse, Atatürk’ün öteki çiftliklerinin uğradıkları sonuçla karşılaşılması kaçınılmaz olacaktır.”


İşte şimdi Ankara o “kaçınılmaz sonu” yaşıyor. 


Yıllardır metropoller üzerine çalışan mimar  ve ulaşım planlamacısı Erhan Öncü’ye bu konuları danıştım, şunları söyledi:


-Ne yazık ki kentler planlı gelişmiyor, kentleri planlayanlar müteahhit ve rantçılar, belediye meclislerinde alınan kararlara bakarsanız yüzde 85 düzeyinde imar planı değişikliklerinden ibaret olduklarını görürsünüz ve ne yazık ki bu plan değişiklikleri sırasında ulaşım etüdü yapılmıyor, yani şehir planları boşuna yapılmış oluyor. Ankara’da da betonlaşma böyle başladı, önce hobi bahçeleri dediler, sonra o bahçeler 1-2 katli villalara dönüştü, o villaların yerini de 30 katlı gökdelenler aldı. Bu durumla mücadele sonradan yargı eliyle yapılmaya çalışılsa da yargının gücü yok. İşte Ata’nın mirası Atatürk Orman Çiftliği… Külliye dokunulmaz… Orduevi dokunulmaz… Yapılaşma o arazide inşa edilen yollar aracılığı ile de halen devam ediyor,  ODTÜ ormanında, İncek yönünde binlerce araç kesilerek yollar yapılırken kim engel olabildi? Bizler sadece bu durumu izliyoruz… 

Ya, işte Ankara’da da durum ne yazık ki bu… (**)


A, o size hatırlattığım o marş nasıl devam ediyordu?


“Burcuna göz diken dik başlar insin. 

Türk gücü orada her zoru yensin. 

Yoktan var edilmiş ilk şehir sensin. 

Var olsun toprağın, taşın Ankara.”


(*) https://youtu.be/azRpn0tKbrQ 

(**)http://www.aocmucadelesi.org


DAKTİLO

 


Bu sabah televizyonda bir film seyrettim, bir aşk hikayesi, 50'lerde geçiyor...

Filmin nostaljik ortamı harika, herkesin elinde birer sigara, saçlarda bigudiler, kıyafetler konfeksiyon değil, evde ya da terzide özenle dikilmiş, herkesinki biricik... Daracık, sımsıkı tayyörler, japone kollu ipek bluzlar. Erkeklerin saçları briyantinli. Kadınlar ev hanımı, çocuklar bahçelerde sallanırken mutlu. Haberler radyodan dinleniyor...

-"Eee ne var bunda? Alelade bir sabun köpüğü, nostalji sömürüsü” diyeceksiniz biliyorum...

-HAYIIIIIIIIIIR, değildi, çünkü filmin ana teması, “daktilo” evet yanlış duymadınız DAKTİLO üzerinde şekilleniyordu. Çok hızlı daktilo yazan bir genç kız ile onun çevresindeki kıskançlıklar, arka planda dönen dolaplar ve aşk... Dünya şampiyonası bile yapıldı New York'ta ve bizim kız kazandı... Hem de dakikada 515 vuruşla!

Biliyorum şu ana kadar sizde hiç bir etki uyandırmadı bu hikaye... Bir de bana sorun.

Ah o mesleğe başladığım yıl, ah o Anadolu Ajansı, ah o hayran olduğum gazeteciler, Barış Kaşıkçılar, Muazzez Emel Akantlar, Ceyhan Altınyeleklioğlular... Nasıl coşkuyla dolu yıllardı... Koşarak büyük bir sevinçle gelirdim ajansa, verilen işleri hevesle hatta aşkla yapmaya çalışırdım... O koskoca salonda daktilo tıkırtıları arasında çalışmak o kadar büyük bir keyifti ki...

Biz okulda F klavye ile yazmayı öğrenmiştik, sevgili daktilo hocamız Melahat  Oral (SBF-BYYO öğretim üyesi) kağıdı makinaya taktırır, haydi yazın bakalım derdi:

-Kara kara kartallar kararan kırlarda kanat kırdılar...Doktor çocuklara süt verdi...

Bu ilk yazılar klavyede üst-alt satırlara alışmak ve farklı parmakları kullanmayı öğrenmek içinmiş!

Önceleri tık tık tık deyip aralara reklam alırken, sonra hızlanır oldum, AA’ya adım attığımda artık bayağı hızlı yazıyordum, ajansta benden kıdemli meslektaşlar ise Q klavyeli daktilo kullanırdı...

Müdürümüz İbrahim Çıngay ne çalışkan, ne yaratıcı ve ne kadar adil bir yöneticiydi... Ümit Zileli ve Oktay Onuk'la aynı günlerde başlamıştık mesleğe... Haftada birkaç gün Esenboğa'ya gidiş işi çıkardı... Elimizde telsiz, bir önemli konuğun basın toplantısını izlemeye, kaydetmeye giderdik... Ne günlerdi.

Bir gün ajansta istihbarat şefinin odasına doğru hızla seyirtirken ceketim, masalardan birinin üstünde duran dev bi daktilonun şaryo koluna takıldı, hoooop yere düştüm, daha doğrusu yere yuvarlanan daktilo beni de aşağı çekti... Üstümdeki kadifeden ceket ve pantolon sayesinde bu küçük kazadan zararsız kurtulmuştum ama daktilonun yere düşüşüyle salonda yankılanan ses adeta bomba etkisi yaratmıştı.

Ne kadar utandığımı, günlerce ajansa nasıl mahçup mahçup gelip gittiğimi anlatamam... Meslek hayatımın çok güzel bir sayfasıydı...

Bir film ve filmin “baş objesi daktilo” bana bunları anımsattı ve sizlerle paylaşmak istedim... Bilmem daktiloyla aşinalığınız olmuş muydu? Keşke paylaşsanız... Bakın, Behçet Necatigil ne güzel yazmış:

DAKTİLO

Bana pek sert vurmuşlar bir yerlerim ağrıyor Ya günboyu bastıran bir uyku

Sevincin sesi çıkmıyor.

Evlerinin önü çeşme, sularım alınıyor

Bu çok tuzlu çöreği hangi kalpsiz yedirdi Bağrım fena yanıyor.

Kimlerin elinde, herkes benden biliyor Ne hoyrat kullanmışlar

Sevincin sesi çıkmıyor 

Behçet NECATİGİL


Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...