Bu Blogda Ara

Salı, Mayıs 05, 2020

Yer Demir Gök Bakır be Çeto


 

Yazışıyorduk gün boyu... Corona musibetinden herkes ev hapsinde, neyse ki telefonlar akıllı akıllı! çalışıyor, hatır da soruluyor, karikatür de geçiliyor, üşengeçlikten, ruh halimizi yazmak yerine, hemen yapıştırıverdiğimiz  emojiler de cabası... 

 

Çetodan bahsediyorum, namı diğer Çetin F, tam adıyla Çetin Fıratlı, 43 yıl olmuş birbirimizi tanıyalı... Feyzan’ımın can dostu, kardeşi.

 

12 Eylül sonrası, ben genç, hevesli gazeteci... Haber diye kıvranıyorum, Feyzanla Çetin  aynı evi paylaşıyorlar, bir gün çıktı geldi:

 

-Yahu arkadaşlar benim paralar gitti...

 

O sıralar bir banker furyası almış başını gidiyor, millet paraları götürüp, “bir masa bir sandalyeden menkul bankerlere” yatırma hevesinde, neymiş? Bankerler aylık yüzde 10 faiz veriyormuş


Meğer bizim ÇETO da (o sıralar Ziraat Fakültesinde genç bir asistan) kenardaki parasını bankere kaptırmış. Bir haberde onun anlattıklarına da yer vermiştim ama soyadını kullanmamıştım, bizim için Çetin F olup çıkmıştı


Feyzanla aralarında bir lacivert elbise meselesi vardı çok güldüğümüz... Aynı elbiseyi birbirlerinin dolabından yürütüp giyiyorlardı, o kadar teklifsiz bir dostlukları vardı. 


Çeto bazen bana da  gulahlarıma ceryan verdiler” dedirtir, taklit yaptırırdı, kahkahayı patlatırdık...

 

Onun mor lahana salatasını, barbunyasını kim yapabilir? 

Ne güzel rakı içerdi, dert ortağıydık, sırdaştık, birbirimizin girdisini çıktısını bilir, bilmezden gelirdik.

 

Aynı tarihlerde evlendik, Nilgün Pamuk Prenses gibiydi, neredeyse her gün birbirimize giderdik, biz Hanımeli sokakta, onlar Kolej tarafında... Bir keresinde gidip, kapılarını çalmıştık, evde kimse yoktu, kös kös geri döndük, aaa ne görelim? Onlar da o anda bize gelmemiş mi?

 

Sonra Meriçle (Fıratlı), Ali doğdular.  Biri yürür, biri emekler, Çeto bize kızar:

 

-Yahu şçocuğun (Ali Erel)  nüfus kağıdını bir türlü çıkaramadınız, amma ihmalkarsınız...  Verin kağıtları ben gidip nüfus idaresine başvurayım... 

 

Ali 5 aylık,  biberonunu tutamaz, ağzı yerine gözüne götürür,  oysa Meriç çoktan öğrenmiş, elinde biberon,  cuk cuk emiyor, Çetin:

 

-Yahu amma ilgisiz ana babasınız, şuna biberonu bile tutturamadınız...

 

Kimi neşeli, kimi gözyaşlı neler neler paylaştık yıllar içinde...  


Sonra Aynur’a bağlandığındadünyanın en mutlu adamıydı, Aynuröyle çok sevdik ki, hepimiz bağrımıza bastık. SanırıÇetonun yaşamının en parlak yıldızıydı Aynur... O kadar sevecen, ihtimamlı ve aşık...

 

Bir ara  Çetoyla küstük, nedeni aklımda değil şimdi... Pişman oldum,  bir akşam evlerine baskın yaptık, ben maskeliydim,:

 

-O maske ne

dedi, 

-Kapıyı çaldığımda beni görüp de açmazsın diye

dedim... 


Sarıldık birbirimize...

 

Ne kadar güzel bir babaydı, Meriçle çok yakındı, iç içeydi kızıyla, onunla hep gurur duydu... 

 

Ziraat Fakültesinin en seçkin profesörüydüöyle ki, emekli olduğunda odasını bozmadılar, hoca bize lazımsın” dediler,  sık sık gider oldu fakülteye...

 

Yıllar içinde birbirimizin acısına sevincine hep ortak olduk, sağlığı son zamanlarda bozulmuştu, önemli ameliyatlar geçirdi, Aynur her an yanındaydı, onun şans meleğiydi...

 

Dün yazıştık, espriler birbirini kovaladışu Corona illetinden iki aydır birbirimizin yüzünü göremiyorduk... Birgün bahçede uzak uzak oturup hasret giderelim diye sözleşmiştik...

 

Akşam saatlerinde Aynurdan bir telefon geldi, Çetin beyin kanaması geçirdi hastanede...”  


Ankara Hastanesine götürülmüş. Bu Corona, sağlık düzenini öylesine alt üst etmiş ki, ambulans, Çetinin bütün sağlık geçmişine vakıf olan İbn-i Sina Hastanesi yerine ötekine götürmekte ısrarcı olmuş... 

 

Herkes seferber oldu, sonunda Çeto İbn-i Sinaya nakledildi... Müdahale edilse de anlaşılan o ki, veda kaçınılmazdı, Aynurdan sabah gelen telefon hepimizi yıktı... 


Kaybettik” diyordu gözyaşları içinde... 

 

Gidemedik, yanında olamadık, son anlarını paylaşamadık, hele hele ateşin düştüğü yerde yanıp kavrulan Aynura sarılamadık... 


Cenaze töreni lafı ona hiç uymasa da Mehmet’le oradaydık. Yıllar önce babasını uğurladığımız o küçük, sevimli, yemyeşil Cimşit Mezarlığı artık betonlaşmış kocaman olmuş, Çeto’yu şimdi bizden alacak...


Dostları sevdikleri, Aynur, Nilgün, Metin, Serpil hele hele Zennure Anne gözyaşları içinde birbirimizde teselli aradık.


Ya Meriç? Gurbet ellerde, aileden uzak, tesellisiz... 


Ne musibetmiş bu Corona salgını...


Çeto, yer demir gök bakırmış meğer sen giderken... Bir el bile sallayamadık arkandan...

 

Seni asla unutmayacağız ama bunu bilesin...

Perşembe, Nisan 30, 2020

Ah bi kurtulsak...

Hayatımızın bu döneminde Corona denen musibeti yaşamak da varmış. Resmen “mapusluk.” Yıllarını cezaevinde hele hele hücrede geçirenler bıyık altından gülüyordur ama ne yapalım ki insan bu, her daim “ben benci”...  Gerçi çok sevdiğim Ertuğrul Kumcuoğlu’na göre bizler hiç olmazsa bahçede gezebildiğimiz için “yarı açık cezaevi mahkumu” sayılırmışız... 

Şaka bir yana, saçma sapan kurallar var... 

-65 yaşın üstündekilerle 20 yaşın altındakiler dışarı çıkamazmış.
-Neden efendim? 
-Onlar kendilerini koruyamazmış!

Sanki diğer yaştakiler koruyabiliyor da... Korku dağları bekliyor:

-Ya bulaşırsa? Çok mu ağır geçiririm? Ya evdekilere de bulaştırırsam? Ay o Covit 19 geçirmiş doktor neler anlattı öyle? Nefes alamamak. Ciğerlerin kösele gibi oluşu, ateş, dur durak bilmeyen ishal, bilinç kaybı... Of of of... Ölmek bile zor anlaşılan...

Yaş sınırlamasına takılmasan da dışarı çıkmak öyle zor ki, maske ve eldiven takacaksın, arabaya başkası da binecekse arkada oturacak. Markete pazara filan gidiyorsan sıranı  bekleyeceksin... Dün acil bir durum için doktora telefon ettik:

-Efendim biz hastaneden doktordan uzak durmaya çalışıyoruz ama, durumumuz da şu şu...
-Yok yok gelin ben hastaları yarım saat arayla alıyorum, dezenfekte kurallarını eksiksiz uyguluyoruz...

Kalktık gittik, elimizde epikriz dosyamız... Yolda polis çevirirse diye...

Klinikten içeri girmeden ateşimiz alındı, maske ve eldivenlerimiz tamam zaten... Dezenfektanları sürdük... Doktorumuz da maskeli, ne dediği anlaşılmıyor, derinden geliyor sesi... Hım hım hım konuştuk, iğnemizi yaptı, bazı tahliller istedi, çıktık.  

-E, peki tahliller için hastane ortamına nasıl gireceğiz?

Neyse ki kolayı var, bir laboratuvarla anlaşıyorsun, sadece taksi parasını ödediğin hemşire, tam teçhizatlı (maske, eldiven, özel kıyafet tedarikli) gelip kanını alıp gidiyor...  Şimdi bekle dur sonuçları...

Ah şu Corona belasını bir atlatsak, neler yapacağım neler...

-Ne mesela?
-Belki Tunalı’ya inerim. Önce caddeyi boydan boya rüzgar gibi yürür geçerim. Sonra bakarım, eğer benim büfe açıksa “yap bir karışık tost” derim, yanında da nar suyu... Sonra çıkar,  karşıdaki pastanenin bahçe masasına kurulur, bir sade kahve isterim. Hatta bir dilim de piramit pasta. 
-Bu mu yani bütün hayalin?
-Yok canım daha çok şey var kafamda ama, hangisini öne alsam? 

-Yoksa atlayıp İstanbul’a mı gitsek? Leyloş’u öpüp, koklasam, çocuklarımla hasret gidersem... Arkadaş ziyaretleri? Park bahçe gezileri... Gençlik Parkı açılmış mıdır? Dönme dolaba binsem? Kale’ye çıksam, kuş bakışı Ankara’yı seyretsem, Gramofon Cafe’ye oturup bir çay içsem... 
Bütün dükkanları tek tek gezsem, kalaycıya bile uğrasam...

Sonra geceyarısına kadar sokaklarda avare avare dolaşsam. Karşıdan gelen insanlarla, tanımadıklarımla bile sarılıp öpüşsem. 

Sonra havalara sıçrayıp yuppiiiii diye haykırsam...

Pazar, Nisan 26, 2020

Hocam Türkkaya Ataöv


Hocam  Türkkaya Ataöv (*) üniversite yıllarımın unutulmazlarındandı... Yıllar sonra kitap fuarında rastladığımda hiç değişmediğini görmek ne hoştu. Yine papyonlu, koyu renk takım elbiseliydi, oturduk, biraz sohbet ettik,  birbirinden değerli kitaplarını aldım, imzalattım,  o kadar ilginçti ki imzalayış tarzı... Renkli kalemlerle çiçekli bir vazo çiziverdi, sonra da imzasını attı.



Düşünüyorum da, insanı bugünkü hayat çizgisine, yaşam boyu süren başarısına, ulaştığı inanılmaz entellektüel düzeye getiren nedir? Ailesi mi? Aldığı eğitim mi? Arkadaşları mı? 


Yoksa onu “koyun sürüleri gibi yaşayan diğer insanlardan farklı kılan”, kendi yetenekleri, duyuşu, dehası mı?


Aslında “arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim” derler değil mi?


Kitabının ilk sayfasında ithafta bulunduğu isimlere ve yazdıklarına bakar mısınız:


On-bir  yaşımdan bu yana birlikte olduğum, yerleri doldurulamaz, aklımdan hiç çıkmayan, çok sayıda sınıf arkadaşlarımdan, amcası eşsiz  Mustafa Kemal’le  16-19 Mayısta Samsun yolcusu, kendi ödün vermez yurtsever, ilk televizyon uzmanımız Mahmut Tali Öngören,


Boğazlar Komutanı Amiralin oğlu, kısa pantolonluyken aruzla şiirlerini dinlediğim, tüm Shakespeare sonelerinin başarılı çevirmeni Talat Sait Halman,


Ve Romanya Türkü, yollarca sanıklarda yan yana oturduğum, son günlerine değin görüşüp yakıştığım, örnek aktöreli Şükrü Server Aya’nın 

Unutulmaz anılarına...”


Elimdeki kitabı, Amerikan Edebiyatında Muhalif Yazarlar...  Son derece  ilginç, çünkü Amerikalı yazarları baştan sona irdelemesi bir yana, yeni dünyanın Avrupalı istilacılar! tarafından keşfedilişinden bu yana yaşananlara, siyasi tarihine de eleştirel anektodlarla yer veriyor... 


Her sayfası benim için altın değerindeki kitabı okurken, “Ahh...” diyorum:


-Okumam gereken ne çok kitap var ve buna ömrüm yetmeyecek... Cahil geldim, cahil gideceğim şu dünyadan... 

Örneğin, Bryce’ın şu irdelemeleri:

“Amerika’da  büyük adamlar niçin Başkan seçilemez? Değerli kişilerin siyasete karışmamalarının nedenleri, çoğunluk istibdatı...” 


Buyurun size Trump denen ufku kıt, cahil tüccarın Beyaz Sarayı ele geçirdikten sonra yaptığı saçmalıklarının izahı, ya da Türkiye’deki benzer duruma ayna tutan gerçekler... Üstelik Ataöv ta 1962’de Bryce’ın bu kitabını çevirmiş...(**)


Yalnız Ataöv‘den bahsederken, yıllardır aklımı kurcalayan bir anektodu mutlaka anlatmalıyım.

80’li yıllarda Tercüman gazetesinde ekonomi ağırlıklı çalışıyordum... Irkçı rejimin siyahlara uyguladığı ayrımcı politikalar nedeniyle Güney Afrika Cumhuriyetine dünya çapında ticari boykot sürdürülüyordu, Türkiye de,  kurulan ırkçılık karşıtı apartheid (***) komisyonlarında yer almıştı ve ticari boykotun aktif uygulayıcısı idi...


Ticaret Bakanlığının gizli tuttuğu verilere ulaşmış ve Türkiye’nin ırkcı rejimle dış ticaret hacminin 600 milyar TL seviyesine ulaştığını ortaya çıkarmıştım... Bu haber üzerinde çalışırken tabii ki Türkkaya Ataöv ile de defalarca konuşmuştum... Nedense bende yarattığı izlenim, “Bunu herkes biliyor, zaten bütün dünya aynı yalana tutunmuş gidiyor” şeklindeki bakış açısı olmuştu, oysa hoca, Birleşmiş Milletler nezdindeki apartheid komisyonlarında Türkiye’yi temsil ediyordu... Yani bu olaya “ne var bunda?” Diye bakamazdı. Bakıyorsa da ırkçılık karşıtı komisyonlardaki görevi anlamını kaybederdi.


O günlerde birlikte gazetecilik yaptığımız arkadaşım Enis Berberoğlu demişti ki:


-Aslında Güney Afrika ile el altından ticaretin sürdüğü biliniyordu ama senin bunu resmi rakamlarla ortaya koyman şok etkisi yarattı...


O zaman kendi kendime sormuştum:


-Yaşamda ayakta kalabilmek, ancak kendimizi kandırmakla mı mümkün? Ama Türkkaya Ataöv, benim hayranlık duyduğum sevgili hocam, başucumdaki o dev Afrika’nın yazarı, bunun bir parçası olabilir mi? 

(*)https://en.m.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkkaya_Ata%C3%B6v

(**)https://m.kitapyurdu.com/index.php?route=authors/authordetail&author_id=25600

(***) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Apartheid


Salı, Nisan 14, 2020

Mehmet’imle “Kayıp Zamanın İzinde...”


Bilmem Marcel ProustKayıp Zamanın İzinde” koşuyor mu hala? Ya da bir tek o muydu kayıp zaman koşucusu?
Ooo ben bu konuda rakip tanımam, maraton koşarım, hem de kimbilir kaç tur bindiririm ona... Öyle çok ki, yakalamaya, değiştirmeye çabaladığım zamanlar.  

İşte aradığım, peşinde koştuğum zamanlardan biri, 13 Nisan 2002, elimden kayıp gitti, yakalayamadım... Türkiye bilmem kaçıncı ekonomik krizini yaşıyordu da, yeni ekonomik paket açıklanacaktı hani... Ben de zamanı durdurup fotoğrafını çekmeye çalışanlardan biriydim... Fotoğraf çekilecek, rötuşlanıp Türk halkına sunulacaktı:

-Bakın, işte sizi iyileştirecek, bütün dertlerinizi yok edecek ekonomik paket... Bundan böyle maaşınız enflasyona yenik düşmeyecek, ev sahibiniz insafa gelip artık kiranızı artırmayacak, evinizde cilalı yepyeni mobilyalar pırıl pırıl parlayacak, mutfakta bonfilenin en alası pişecek...

Yok canım, tam da öyle değildi aslında... Politikacılar hele de ABD’den bulup getirileni (*) “Türk halkı bu acı ilacı içmeli” deyip duruyordu... 

Oysa o gün benim sevgili oğlumun, Mehmet’imin 13. Doğum günüydü, ben pastalar hazırlayıp, evi konfetilerle donatıp, arkadaşlarıyla geçireceği neşeli saatleri hazırlamalıydım, bunun yerine, dedim ki:

-Bugün işi es geçebileceğim bir gün değil, art arda basın toplantıları var... Doğum gününü gelecek hafta kutlasak? 

Ne desin çocuk? Ses çıkartmadı.. O gün gazeteciler için tam bir hengameydi, atlatıldı...

Evde ertesi hafta için hazırlık yapıldı, özel davetiyeler hazırlanıp bilgisayardan çıktı alındı, Mehmet’e teslim edildi, arkadaşlarını çağırsın diye. Çantasına koyup, okula gitti...

Ben de işe gitmek için evden çıktığımda  ne göreyim? Davetiyelerin hepsi bahçeye fırlatılıp atılmış, rüzgar önüne katmış kimini, savuruyor yola... 

-Neden?

Diye sorarken mahcuptum, biliyordum vereceği cevabı:
        
-Benim doğum günüm geçti, geçen haftaydı...

Ey felek, kimine kavun kimine kelek... Ah,
bir ele geçirsem seni, neler yapacağımı çoook iyi
biliyorum... Kaybettiğim bütün zamanları geriye sardıracağım sana... En güzel pastaları ısmarlayıp, havai fişekler atacağım havaya,  sevdiklerime yüzlerce kez sarılacağım, özürlerimi ayaklarına sereceğim gözyaşlarımla...

Mehmet’im, doğum günün kutlu olsun. İyi ki dünyama geldin, yaşamımı şenlendirdin, beni mutlu ettin... Sen de çok yaşa, hep mutlu ol, hayata biraz boşver, bak kayıp zamanları yakalayabilmek imkansız... 

Ama kusura bakma olur mu? Pasta yok yine...Bu kez de Corona’dan yasaklıyız...




 (*) https://m.ensonhaber.com/kemal-dervis-2001-yilindaki-ekonomik-krizi-anlatti-2014-05-22.amp

Çarşamba, Nisan 01, 2020

Nerde o şampanya tepsileri?



Anadolu Ajansında mesleğe başladığım yıllardı, sabahları bir heves koşardım İbrahim Çıngay’ın yönettiği büroya... İşlerin biraz durulduğu anlarda Çıngay bir sohbet başlatır, hayranlık duyduğum kıdemli gazeteciler pası alır, neler neler anlatırlardı... Ağzım açık dinlerdim... 

O günlerin unutulmaz isimlerinden biri genel müdür Atilla Onuk, diğeri iç haberleri yöneten Ajlan Akıncı idi. Atilla Bey için, kendi yazdığı abartılı bir haberle Başbakan olduğu yıllarda Süleyman Demirel’e “masaya yumruk attırdığı” efsanesi dolaşıyordu. Ajlan Bey ise şık giyim kuşamı, muhabirlere mesafeli ama nazik yaklaşımı ile hepimizi etkiler, habere objektif bakışı, liberal tutumu ile saygı uyandırırdı. 

Biz Ümit Zileli ile birlikte Ajansın en yenileri, daha doğrusu “çömez” muhabirleriydik. İç Haberler Müdürü İbrahim Çıngay’ın redaksiyon yeteneğine hayrandım, bir kelimeyi değiştirir, bir virgülü kaldırır, farklı bir başlık koyar, metni bambaşka bir hale sokardı. Yazılan haberler, redaksiyona muhabirin parafıyla gider, son şekli veren şef de paraf atardı. 


İbrahim Bey, bana, “Nursun Alev, sizin parafınız NRS olsun” demişti..


12 Eylül arefesindeydik, Ümit Zileli ile ikimize gece nöbeti düştü.  Ajans nasılsa sadece rutin haberleri takip ediyordu ve yöneticiler olağanüstü bir durum yaşanmayacağını düşünerek bize gece sorumluluğunu vermişlerdi. Nöbeti aldığımız gece, Ümit heyecanla geldi:


-Nursun, Süleyman Demirel açıklama yapacakmış benim Başbakanlığa gitmem gerekiyor. Telsizi alayım, sen de telsizle daktilonun başında dur, gerekirse haberi oradan yazdırırım.

-Haydi o zaman kolay gelsin...

-Ama tuh, böyle gidemem ki Başbakanlığa... Üstümde blucinle, ceketsiz...


Sonra bir koşu Ajansta arayışa çıktı, baktım beyaz bir ceketle kravat bulmuş, giymiş,  geldi:


-Nasılım ama


Diye soruyor, bir yandan da kahkahalarla gülüyor... Beyaz ceketin yakasında boydan boya uzanan lacivert mürekkep lekesine gülüyormuş, 


-Olsun, lekeli mekeli ama ceket kravat var ya üstümde


Diyor. 


Biraz sonra Başbakanlıktan döndü ve haberi bana daktiloda yazdırdı. Ben bir yandan hayranlıkla Başbakanın sözlerini, soruları cevapları dinleyip yazıyor ve ortamı gözümde canlandırmaya çalışıyorum... Haberi tamamladık,  birlikte redakte ettik, paraflarımızı da gururla atıp masada kenara koyduk. Ben o arada sorup duruyorum Ümit’e


-Demirel’in yaklaşımı nasıldı? Sorulara kızdı mı? Kaç gazeteci vardı toplantıda?


Derken sohbeti koyulaştırdık, Ümit alt katta şoförler çay demlemişler, gitti, birer bardak getirdi, gece yarısına kadar oyalandık, sonra o  beni,


- Artık pek fazla iş kalmadı sen evine git, ben de yavaş yavaş toplanır çıkarım


Diye gönderdi.


Ertesi gün nöbete geldiğimde ne göreyim, bizim İç Haberler Servisinde kıyametler kopuyor, müdür yardımcısı Atila Girgin bas bas bağırıyor:


-Ajans tarihinde ilk kez bakanlar kurulu haberi verilmedi, başbakanın açıklamaları bültende yer almadı... Büyük bir skandala imza attık, nedir bu başımıza gelen?


Meğer biz haberi yazdıktan sonra kenara koyup sohbete daldığımız için haber metnini borudan atmayı tamamen unutmuşuz... O yıllarda ajansın üst katlarındaki servislerden alt kattaki teleks odasına uzanan borular vardı. Haber metinleri yuvarlanıp silindir yapılarak o borudan atılır, aşağıya giden metin, teleksçiler tarafından alınıp, dizilerek servise konulurdu...


Müdürümüz İbrahim Çıngay iyi ki çok anlayışlı bir insandı  ve işlediğimiz bu büyük hatanın üstünü kapattı...


Akşam, Ümit Zileli ile  epeyce mahçup, suskun bir halde çalıştık... Fakat geceyarısına doğru Başbakanlıktan bir açıklama geldi, heyecanlandık:


-Aman şunu hemen yazalım da servise koyalım... Yoksa kovuluruz vallahi.


Haberi yazdık, paraflarımızı attık, borudan gönderdik... Gece itibarıyla önemli başka bir gelişme olmadığı için de mesai bitiminde, paşa paşa evlerimize döndük.


Ertesi gün sabah saatlerinde çalan ev telefonuyla uyandım, arayan Ümit Zileli’ydi:


-Uyuyor musun hala Nursun?  Çabuk kalk, ajansa gel... Müdür bizi acele çağırmış, sekreter -çok sinirli- dedi. İkimiz birlikte gidelim, kim bilir ne olduysa artık...


Hemen aceleyle fırladım,  giyinip, evimizin sokağındaki ajansa bir koşu gidip, nefes nefese üst kata çıktım... Müdürümüz İbrahim Çıngay ile şefler, Atila Girgin, Aysun Nebrekli ve Ceyhan Altınyeleklioğlu asık yüzlerle oturuyorlar salonda... Yüreğim pır pır atıyor.


Sessizlik bir süre devam etti, önce Atila Girgin konuştu:


-Dün Başbakanın basın toplantısını geçmeyi unutmuştunuz, size bunun ne kadar ciddi bir hata olduğunu, ajans tarihinde ilk kez böyle bir skandal yaşandığını anlattık ama ciddiye almamışsınız anlaşılan...


Ümit’le birbirimize bakıyoruz azar işitirken, “peki bunu biliyoruz da, şimdi ne oldu acaba?” diye... Sonra Çıngay aldı sözü:


-Dün gece de koskoca Anadolu Ajansı, Başbakanlık açıklamasını, üstelik de ikinci kez atlamış oldu...


-Ama biz haberi yazmıştık diyecek olduk... 


Sonra ikinci skandalın sebebi anlaşıldı... Meğer haberi yazıp borudan atmışız ama kağıt boruya sıkışıp kalmış, yani teleks servisine ulaşamamış ve yayına da verilememiş.


Neyse ki yöneticiler bu olayı araştırıp nasıl yaşandığını öğrenince bize fazla kızmadılar, belki de meslek büyüğümüz Barış Kaşıkçı’nın bizi savunan sözleri etkili oldu. Demişti ki:


-Yahu memlekette olağanüstü günler yaşanıyor, ordu yönetime el koyacak deniliyor,  siz kalkmış böyle bir ortamda gece nöbetini iki çömeze veriyorsunuz. Bu onların değil sizin hatanızdır...


Bizi hemen o gün, gece nöbetinden alıp, gündüze verdiler... Aslında ben bundan çok mutlu olmuştum çünkü gündüzleri, çok fazla haber takip ediliyor ve başımızı kaşıyacak zaman bulamıyorduk, tam aradığımız şeydi bu. 


O günlerde okullu olmanın güvenini taşısak da  mesleği icraatta öğrenmenin demirden leblebi yutmaktan farksız olduğunun da bal gibi farkındaydık. Önceleri bize “en rutin” işlerin takibi verildi. Örneğin Dışişleri Bakanlığındaki anlaşma imzalarını izlerdik. Fas’la ekonomik ve ticari işbirliği anlaşması mı imzalanacak? Ya da Tunus’la. Koş Nursun. Almanya ile çifte verginin önlenmesi anlaşması var, haydi çömezler, yürüyün bakalım. 


Tatlı bir heyecanla koşar giderdik. Yabancı büyükelçi ile Dışişleri yetkilisi, anlaşma metnini imzalar, basın bülteni dağıtılırdı. Sonra toplantı salonunun kapıları açılır içeri ellerinde kocaman tepsilerle kavaslar girerdi. 

Tepsiler silme şampanya kadehleri ile dolu olurdu... Aman ne keyifle yudumlanırdı o şampanyalar, bazen sabah saatlerinde, bazen akşamüstü... Ne gam... Mutlaka içilirdi o şampanya, basın bülteni koltuğumuzda bakanlıktan keyifle çıkar ajansa dönerdik.

Sonraları elimiz biraz kalem tutunca, kıdemli muhabirlerin yanında dışişleri sözcüsünün haftalık brifinglerini izler olduk, o günlerden aklımda kalan isimler, Armağan Anar, Ünal Menderes, Leyla Çambel, Mithat Sirmen,  Nilüfer Yalçın, daha genç kuşaktan Nur Batur, Sedat Ergin, Ufuk Güldemir.


Düşünüyorum da resmî yemeklerde bile alkolün a’sının yasak olduğu bugünlerde Dışişlerinde işler şimdi nasıl yürüyor? 

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...