Bu Blogda Ara

Pazartesi, Şubat 06, 2023

Deprem cephesinde değişen bir şey yok!


 

 

 

 

 

 

Deprem haberi size ulaştığında ne yapıyordunuz? 

 

Büyük olasılıkla sıcak yatağınızdaydınız çünkü “büyük felaket”sabaha karşı yaşandı. Oysa “depremzedeler” kim bilir ne haldeydiler? Ölülere sormak imkansız ama göçük altında kalanlar korkunç sarsıntının etkilerini acaba nasıl yaşadı?  Yıkıntıların altında, yaraların acısıyla, gecenin ayazında saatlerce kurtarılmayı beklemekten daha beter bir kabus olabilir mi? Sağ salim kurtulanlar peki? Belki ilk anda şükretmişlerdir sağ kaldıklarına ama sonra? Yakınlarını kaybetmenin acısı? Sığınacak sıcak bir yer bulamamak, bir lokma ekmeğe, bir bardak sıcak çaya özlem duymak? 

 

Hepimiz önce bölgede yaşayan yakınlarımızı aradık, kiminden haber alabildik, kimine ulaşamadık. Acaba hangi haldeydiler? Televizyonlar radyolar açıldı, haberleri izliyoruz,  elimizde telefon sağdan soldan bilgi almaya çabalıyoruz… 

 

Ve görüyoruz ki Deprem Cephesinde! değişen hiçbir şey yok…Neden yok peki, neden?

 

Japonya’da, Şili’de daha şiddetli depremler yaşandı, kimsenin burnu bile kanamadı da biz niye bu durumdayız? Bütün bu  yaşananlar neden bizi yönetenlere asla ders olmaz?

 

Bu sorulara kafamda yanıt ararken, aklımda 23 yıl önce yaşanan o  iki büyük depreme ilişkin fotoğraflar canlandı, çabalasam da hayalimden hiç silemediğim, asla unutamadığım o fotoğraflar, beynime kazınmış, hafızama sinmiş olan o kokular, duyduğum hıçkırıklar, sesler… 

 

Anlatayım: 

 

İZMİT: Ölü sayısı o kadar fazlaydı ki… Enkazdan çıkarılmaları günler almıştı, bu durum salgın hastalıklara kapı açabilirdi, o yüzden ölüler (dokunulmadan-yıkanmadan) kireçlenip bir torbaya konularak, greyder  kepçesinde çukurlara indiriliyordu, imamlar onlarca ölünün aynı anda gömüldüğü toplu mezarların başında,ağızları-burunları maskeyle kaplı, hepsine birden, isimlerini bileanmadanhengamede ölüleri uğurlayacak cemaat filan da olmaksızın dualar mırıldanıyordu.

 

GÖLCÜK: İnsanlar günlerce yakınlarını aradılar, dirisine ulaşamadılarsa, ölüsüne razı oldular. Sokaklardan zaman zaman, bir askeri kamyonet geçiyordu kasasında siyah ceset torbalarıylabir yol ağzında durduğundaaskerin biri megafonlu alıp  çevresine sesleniyordu:

 

-Ölüsü olan gelsin…

 

Siyah ceset torbaları bir bir, yavaşça indiriliyordu kaldırıma. Bir genç adam koştu geldi, yüzü acılı, bitkin, gözlerini sabitleyip küçük siyah torbanın açılmasını beklediincecik bir kol göründü fermuar açılınca, bileğindeki siyah plastik kordonlu dijital saat hala çalışıyordu, genç adam gözyaşlarına boğuldu… -Kardeşim-dedi… -O saati doğum gününde ben hediye etmiştim… Babaannesinin yanında kalmak istemişti gece, depremde apartman olduğu gibi yıkılıp suya gömülmüş. 10 gündür bulmaya çalışıyorduk…- Hıçkırarak anlattı bunları.

 

Koku nasıl anlatılır peki? Çok zor, ama kokuyu anlatmazsam olmaz, o tablo tamamlanamaz…

 

Anlatamam ki, belki de anlatmasam daha iyi… O güzelim sarışın çocuk, belli ki saç traşı yeni, kolundaki dijital saat hala çalışıyor, ama kendisi sessizce tam 10 gündür suda yatıyormuş

 

O günlerde Kanal D televizyonunun Ankara’daki haber merkezinde birlikte çalıştığımız kameramanım Ali Berber’le deprem bölgesini karış karış geziyor, bu manzaraları haberleştiriyorduk, büyük felaketin, acının, gözyaşının, çaresizliğintam göbeğindeydik.

 

-Deprem 20 bin can aldı- dediler, o canlar gitti de geride kalanlar ne oldu? 

 

Yaralananlar, kriz geçirenler? Ameliyat olması gerekenler? İlaca, pansumana ihtiyaç duyanlar? Hastaneler, doktorlar, sağlık personeli  yetmiyordu ki… Derken bir haber ulaştı, ABD Türkiye’ye Hastane Gemisini gönderiyordu, Kearsarge Gemisi bir kaç güne kadar İstanbul’a ulaşıp, demir atacak, depremzedelere katkı sağlamaya çalışacaktı.


 


Hemen elçiliği aradım, gemiyi görüntülemek, röportajlar yapmak için randevu istedim, “olur” dediler, geminin İstanbul’a gelip demir attığı sabah bizi helikopterle kıyıdaki bir parktan alıp gemiye götürdüler… Görüntü almak serbestti, muayene odalarını, görüntüleme merkezlerini, ameliyathaneleri, hastanenin heryerini kaydettik. Tek sorun, gemiye hakim sessizlikti, bizden başka güverteye inen filan yoktu, ne gelen vardı ne giden. 

 

Gemi komutanı sessizliğin nedenini açıkladı:

 

-Bir kaç dakika önce Sağlık Bakanınız (*) açıklama yapmış, -Amerikalılara verecek tek bir hastamız bile yok, biz kendimize yeteriz- demiş… Boşuna gelmiş olduk yani, kimseye bir katkımız olamadı, yakında demir alıp ayrılacağız İstanbul’dan…

 

Günlerdir sürdürdüğümüz dur duraksız çalışmadan yıpranmıştık, o anda başıma bir ağrı saplandı, gemi komutanının yanındaki doktora sordum:

 

-Bana bir ağrı kesici verebilir misiniz? Başım çok ağrıyor…

 

Doktor, ağrı kesici ila getirtip, bir bardak suyla gülümseyerek uzattı:

 

-İşte buyrun, Türklere hiç değilse bu kadar faydamız olsun…

 

O büyük depremde, Türkiye Bülent Ecevit Başbakanlığındaki koalisyon tarafından yönetiliyordu. MHP’li Sağlık Bakanı Osman DurmuşAmerikalılar defolsun gitsin, onlara verecek tek bir hastam bile yok” demişti…

 

Hayır, Amerikalıları savunuyor filan değilim, sadece vatandaşlık hakkımı kullanıp, bunca yıl sonra başımızdakilere soruyorum:

 

-Madem kendimize yetmiyoruz, bari biraz olsun ders alabilseydik, neden yaşananlardan ders alamıyoruz? 

 

(*) https://www.milliyet.com.tr/the-others/akil-durduran-zihniyet-5241144

 

 

 

 

 

 

 

Pazar, Ocak 29, 2023

Con Ahmet’in Devr-i Daim Makinesi



 

 

 

Bugünlerin tartışma konusu, Anayasa’nın 101. Maddesi:

 

-Bir kimse kaç kez Cumhurbaşkanı seçilebilir?

 

Açıkça “İKİ KEZ” diyen bu maddeye öyle kulplar takıldı, niyetler eklendi, yapbozlar yapıldı, içeriği  öyle eğilip büküldü ki, ben pes ettim… Oysa bu pazar sabahı size kibarca soracaktım:

 

-Mahallenin çocuk parkında çocuklar uslu uslu eğlenir, salıncağa sırayla biri biner biri inerken, o civarın çakalı gelir, uslu uslu sıra bekleyen çocuklara tokadı basar, hepsini sağa sola itekleyip-tokatlayıp, lekeli-çamurlu giysileriyle salıncağa biner, sonra da  “ASLA İNMEM” diye tutturursa ne yapacaksınız? 

 

Bu soruya mahallenin muhtarı, bekçisi, zabıtası, komiseri, kalantorları, gecekondu sakini  bile yanıt verememişken ben de kim oluyorum değil mi? İşte bu “salıncak” örneği üzerinde aynen muhalefet liderlerimiz gibi kibar kibar kafa yorarken, aklıma bir soru daha geldi: 

 

-Yahu bu Cumhurbaşkanlığı işi CON Ahmet’in devir-i daim makinesi mi ki, salıncağa bir binen bir daha inmesin?  

 

Bu sorunun da içinden çıkamadım, o halde “Derdimi bari ummana pardon googıla dökeyim, belki teselli bulurum” dedim ve karşıma Cemil Biçer’in şu şahane yazısı çıktı, ben aradan çekiliyorum, siz bi okuyun bakalım, “salıncaktan inmemekte direnen mahallenin çakalına siz ne diyecek, içinden çıkılmaz bu işe sizler nasıl bir çare bulacaksınız?”  

 

“Efendim Con Ahmet lakaplı Ahmet Eryılmaz aslen Afyonkarahisar’ın Sandıklı ilçesinden olup genç yaşlarında Afyon’a yerleşmiş ve uzun yıllar boyunca orada saat tamirciliği ile iştigal etmiş Nasrettin hoca -Hazerfen çelebi kırması Anadolu habitatına özgü bir esnaf taifesine mensup ben-i Ademdir…Afyon çarşısındaki bedestandaki köhne ahşap dükkanında saat tamiratı yapardı. Son derece zeki ve sanatkar bir insandı. Harp dolayısıyla malzeme yoktu. Gerçi saat adedi de azdı o zamanlar fakat Con Ahmet usta bulunmayan bir malzemeyi adeta icat ederdi; küçük saatçi tornasında şemsiye telinden saatin direğini tornada yapar ve takardı. Ömrünün son yıllarında devri-daim makinesifikrine takıldı. Hatta bu makinenin icadı onda “fikr-i sabit” bir obsesif kompülsif bozukluk (OKB) haline dönüştü.

İlerleyen zamanlarda bu makineyi icat etmek için kısıtlı imkanları ile ve saatçi tornası yardımıyla yaptığı parçaları birbirine ekleyerek sonsuz enerji üreten bu devridaim makinesini yaptı.

Con Ahmet ustanın yaptığı bu makineyi 1926 yılında Cumhuriyet Gazetesinin yayınlaması ile bütün Türkiye duydu. Lakin içimize “mason ve siyonizm” virüsü girmiş dedik ya -her nedense bu virüs en çok sevdiği yer ise okumuş müderris beyinlerdir. Yobaz ve karanlık beyinleri hiç sevmez. Belki de bu virüsün tercihi yobaz ve karanlık kafalarda beyin olmayışı ile doğrudan ilişkilidir.

Üniversite yetkilileri bu makineyi yapmanın mümkün olmadığını; çünkü mekanik bir makineye verilen enerjinin zamanla sürekli sürtünme dolayısıyla kaybolacağını ve tek bir enerji ile bir makineyi devamlı çalıştırmanın mümkün olmadığını savundular ve İstanbul’da üniversitede halk huzurunda yapılan bir denemeyi bile ilgiyle takip etmediler.

Böyle bir aletin yapılması halinde Beyazıt Meydanı’nda kendilerini asacaklarını söylediler.

Bakın cumhuriyetçi zındıklarda ki kararlılığa… Ahhh ulan ah sultan vahudittin efendimizin devr-ü saltanatında olacaktı ki Beyazıt meydanında bu ziyonistleri eftal yurdu peşkürleri gibi sıra sıra asacaktık.

Daha sonrasında İtalyanlar Con Ahmet Usta’ya müracaat ederek O’nu İtalya’ya davet ettiler ve özel labaratuvarlarda bu makineyi daha modern ve hassas aletlerle yapmasını istediler. Patentine yüklüce bir para vereceklerini ısrarla belirtmelerine rağmen Con Ahmet Usta bunu kabul etmedi. “Bu makineyi müslüman bir ülkede yapamazsam balyoz ile parçalayıp yakarım” diyecek kadar da milli ve mukaddesatçı bir yüreğe sahipti. Allah nur gölünde yatırsın…

Con Ahmet ustanın sonsuz enerji üreten devir-daim makinasının esbab-ı mucibesinin özeti:
‘Saat nasıl zembereği boşalırken bir enerji meydana getirirse o enerji ile bir zembereği kurmak ve tekrar boşalan bir saat zembereği ile yeni bir zembereği kurarak ilk başlatılan bir hareketi devamlı bir hale getirme düşüncesi idi.’

Son derece zeki ve zanaatkar bir insan olan Ahmet Usta buluşunu çalıştırmayı başaramadı ama adının nesiller boyu sürmesini başardı.

Türk dilinde işe yaramayan böylesi fantini finton buluşlar için ‘’Con Ahmet’in Devir Daim Makinesi‘’ deyimi kullanılır oldu.

Küfür ve argo bir dilin özünü oluşturur ve başka kültürlerden etkilenmeme gibi de bir lengüistik özelliği vardır.

Con Ahmet’in bu durumunu tek bir cümle ile özetle deseler hiç düşünmeden,

“Osuruktan tayyare,
Selam söyleyin o yare…”

derim…

 

(*)https://www.kitaptansanattan.com/con-ahmetin-devir-daim-makinesi-cemil-bicer-yazdi/

 

Cumartesi, Ocak 07, 2023

Nobel ve “Bizim Kasımpaşalı!”

 




 

 

Seçim atmosferine girdik bir kere… 

 

Vaadlerin bini bir para, hem muhalefetten hem Beştepeden! Emekli maaş zamları bir gün açıklanıyor, ertesi gün, Beştepeden “olmaaaz yüzde 5 de benden” haykırışı geliyor. Hani Anadolu’daki kimi düğün törenlerinde “takı merasimi” sırasında çığırtkanın çığırdığı gibi:

 

-Gelineee halasındaaaaan bir çelik tencereeeee

 

Bu arada, seçimlerde iktidara talip olan “altılı masa” liderleri, bol bol “demokrasi, ifade özgürlüğü vs.” vaatlerinde bulunsalar da nedense HDP için çalan tehlike çanlarına (*) hiiiç değinmeyip, milyonlarca seçmeni “görmezden gelmeyi” demokratlıkla bağdaştırabiliyorlar. Doğrusu, “DEVA Partisi lideri Ali Babacan altılı masanın dokuz saat süren son toplantısında bu konuda bir kelime olsun konuştu mu acaba? Konuştuysa neden bu yaklaşımı sonuç bildirgesine yansımadı?” Sorusu kafamda dönüp duruyor. (**)

 

Yolda giderken radyoda duydum geçen gün, Pakistan senato başkanı Muhammed Sadık Sanjrani, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, “Rusya-Ukrayna Savaş sürecindeki çabaları nedeniyle”  Nobel Barış ödülüne aday göstermiş. Aklıma, bizim TBMM Başkanı Mustafa Şentop geldi;

 

“Benim başvurum var. Farklı ülkelerden meclis başkanları ve milletvekillerinin başvuruları da olacak” demişti ya Nobel Barış Ödülü için… Eh artık,  Pakistan’dan sonra pek çok Afrika ülkesinin Erdoğan jestini de doğrusu ben bekliyorum…Nijerya, Kongo, Somali, Cibuti, Moritanya liderleri, haydi sıra sizde…

 

Ukrayna-Rusya savaşı hala devam ederken onlarca insan halen ölüyor olsa da  barış ödülüne aday gösterilen Erdoğan, umarım Nobel’i alır. Sonra da sıra, burnumuzun dibinde binlerce insanın öldüğü, şehirlerin, köylerin, kasabaların, binaların, köprülerin, yolların tahrip edildiği Suriye Savaşına gelir inşallah… 

 

Bu arada Fatih Altaylı’nın Nobel ödülünün Türkiye’ye verilmesine dönük ezeli çabasını da takdir etmek gerekir, ta ne zaman aday göstermemiş miydi Erdoğan’ı barış ödülüne:

 

“Yıllarca küçümsediğimiz -Kasımpaşalı- Dışişlerine güvenerek, kendi sıcak tavrını kullanarak ve hepsinden önemlisi -cesaret ederek- bence büyük iş başardı. Bence bu yılın Nobel Barış Ödülü, Recep Tayyip Erdoğan’ın hakkıdır.” (***)

 

Aaa pardon, eğer barış ödülü Erdoğan’a verilirse ödül törenine gidiş konvoyunu düşünebiliyor musunuz? Bilmem İsveçliler sükunetin hakim olduğu karanlık Stockholm sokaklarından caddelerinden birbiri ardına geçen, dakikalarca bitmek tükenmek bilmeyen resmi araba konvoyunu görünce ne düşünürler?


 

—Ölüm Taciri—



 

Tabii bu tartışma sırasında Nobel Ödülüne dönük eleştirileri de bir gözden geçirmek lazım, başta bu ödülü ortaya koyan Alfred Nobel’in geçmişi olmak üzere… (****)

 

Hani insan kendinde neyi eksik bulursa sürekli  ondan söz edermiş ya, işte dinamiti icat edip sayısız ölüme sebep olan, hatta küçük kardeşinin bile kendi atölyesinde dinamit patlamasında, havaya uçarak öbür dünyaya göçmesine yol açan Alfred Nobel’den söz ediyoruz. Öldüğünde  bir gazetenin “Ölüm taciri öldü” manşetini attığı Alfred Nobel… 

 

Aman lafı uzatmayıp artık susayım, -bu ödül yerinde mi veriliyor? Yoksa başka etkilerle mi?- sorusunu artık size bırakayım, başka bir kulvara geçeyim;

 

Nobel’in beni en çok ilgilendiren “edebiyat” dalındaki seçimleri aslında bence özellikle son yıllarda pek yerini bulmamıştır. Öyle ya, sırf “İnce Memet”le bile bu ödülü binlerce kez alması gereken Yaşar Kemal dururken, Orhan Pamuk’a verilişi hepimizde buruk bir sevinç yaratmadı mı? Doğru dürüst sevinebildik mi o gece Orhan Pamuk’un konuşmasını canlı yayınlardan izlerken?

 

Şimdi de bu ödül Fransız yazar Annie Ernaux’a verildi. 



 Rastlantı eseri uzunca süredir Ernaux’u okuyup duruyordum. Aslında pek de sadık kalamamıştım kitaplarına, örneğin, “Seneler” uzun süredir elimde, araya pek çok kitap girip çıkıyor, ben yeniden en başa dönmek zorunda kalıyorum.

 

Hatta geçen gün bilmem kaçıncı başa dönmelerimden birinde şu paragrafı okurken;

 

Evlerde ne var ne yok, hepsi savaştan önce alınmıştı. Tencerelerin dibi kararmış, sapları düşmüş, kap kacakların emayesi  dökülmüştü, delinen ibriklere suyu sızdırmasın diye bir tahta parçası sıkıştırılırdı. Ceketler paltolar onarılır, gömleklerin yakası tersyüz edilir, eskiyen bayramlıklarla gündelik kıyafet yapılırdı. Boylarımızın uzamaya devam etmesi, bir şerit kumaş ekleyerek etek boylarını uzatmak, her sene bir numara büyük yeni ayakkabı almak zorunda kalan annelerimizi yılgınlığa sürüklerdi. Yazı hokkası, Lefranc boya kutuları, pötibör bisküvi paketleri, her şey bir işe yaratılırdı. Hiçbir şey atılmazdı…”

 

—Ayfer Tunç—

 

İşte tam da bu satırları okurken, “Ayol dedim, bizim Avrupa nezdindeki itibarımız 20 yıldır gerileyip durmamış olsa, şimdi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın barış ödülüne aday gösterilmesi ile mi sınırlı kalırdık? Yıllar önce bu ödül Nobel edebiyat dalında Ayfer Tunç’a verilmiş olmaz mıydı?


 

Buyrun Ayfer Tunç’un “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” kitabından alıntı:

 

“Tutumluluk çağıydı. Yanan iki lambadan biri söndürülür, eller sabunlanırken musluk kapatılır, bayat ekmekler biriktirilip papara yapılır, günlük pantolonların dizlerine yama dikilir, kaçık çoraplardan paspas yapılır; ama gecede on portakal yiyen ailelerin çoğu bunu beşe düşürmezdi. Tutumluluk meziyetti, takdir edilirdi, ama marifet yiyecekten kısmak değil, israftan kaçınmaktı. Varlıklı olduğunu belli etmek, soylu ailelere yakışmazdı. Gösteriş ayıptı. Ama sıra misafir ikramına gelince sunulan yiyeceklerin bolluğu gösterişe, varlığını ortaya koymaya değil, misafirperverliğe yorulurdu.”

 

Bence boş verelim ödülü mödülü… Okumaya devam edelim, kitap bizler için en güzel  sığınaktır, sizce de öyle değil mi?

 

(*)https://www.trthaber.com/haber/gundem/hdpnin-hazine-yardimi-hesabina-gecici-bloke-koyuldu-735940.html

(**)https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/ali-babacan-hdp-ile-bizim-bir-diyalogumuz-var-1959966

(***)https://www.hurriyet.com.tr/erdogan-nobel-baris-odulu-nu-hak-etti-214553

(****)https://onedio.com/haber/olum-taciri-olarak-anilan-alfred-nobel-ve-nobel-odulleri-nin-bir-hayli-sasirtici-hikayesi-1012821

 

 

 

 bennursunerel.blogspot.com

Pazartesi, Ocak 02, 2023

Bu Cumhurbaşkanı O Cumhurbaşkanı mı?

 

 


 

Epey oldu, eski bir arkadaşım aradı, uzun süredir haberleşememiştik, dedi ki:

-Nursuncuğum seni görmek istiyorum, müsaitsen yeni eşimle birlikte ziyaretine geleceğiz.

“Buyrun” dedim ama “Kimle gelecek acaba?” diye merak etmedim değil, çünkü arkadaşım uzun süre önce, kendisini yok saydığı, değer vermediği, hatta sözlü şiddet bile uyguladığını söylediği eşinden boşanmıştı Aceleyle bir ikram hazırladım, çay demledim, birazdan kapı çalındı, açtım ama yüzümdeki şaşkınlık ifadesini gören arkadaşım güldü:

-Ay evet, yeni eşim işte… Boşanmıştık ama yeniden evlendik, eskisi sayılmaz diye “yeni eşim” diye tanıtıyorum, Mustafa’yı, çünkü çok değişti…

Şimdi diyeceksiniz ki, “bize ne yahu senin arkadaşının özel durumundan?” Evet, haklısınız memlekette pek çok şey yaşanırken buna takılmamı garipsediniz ama benim haklı bir sebebim var, günlerdir şu soruya yanıt arıyorum:

-Eğer seçimler er ya da geç yapılırsa, 13. Cumhurbaşkanlığına kimler aday olacak? 12. Cumhurbaşkanı aday olursa, adaylığı kabul edilecek mi? 

Üzerinde kafa patlattığım makaleleri yerlere sersem eve değil, sokağa sığmaz… 

Neyse işte, artık hepimiz ezberledik, Anayasa’nın 101. Maddesinin 2. Fıkrası; “Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıldır, bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” diyor, yani şimdiki Cumhurbaşkanı iki dönemdir görev yaptığı için, üçüncü kez Cumhurbaşkanı olamıyor. Ancak bunun bir istisnası var, Anayasanın 116. Maddesine göre 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 13. Cumhurbaşkanlığına aday olabilmesi ancak TBMM’nin  “beşte üç” çoğunlukla “erken seçim kararı” almasıyla mümkün. (*) 

Bunun için de seçim yasalarında öngörülmüş takvime uyulması gerekiyor, yani seçimler en geç 16 Nisan 2023 günü yapılırsa “erken” sayılacak, bunun mümkün olması için de 60 gün koşulu var, yani TBMM erken seçim kararını en geç 15 Şubat 2023 gününe kadar almak durumunda… Sonuç olarak  12. Cumhurbaşkanı Erdoğan ancak bu şekilde 13. Cumhurbaşkanlığı için aday olabiliyor. Olaylar bu şekilde cereyan ederse, kimseye söz hakkı, itiraz etme yolu filan kalmıyor…

—-Erdoğan’ın 3. Adaylığı—

Peki ama, diyelim ki muhalefet “erken seçim”e sıcak bakmadı, TBMM de 15 Şubat’a kadar bu kararı alamadı, o halde seçimler normal süresinde yapılacak olursa, yani 18 Haziran 2023 günü sandık ortaya konulursa ne olacak?

Anayasanın 101. Maddesine göre, Cumhurbaşkanı ancak “iki kez görev yapabiliyor”, o halde Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığı mümkün olur mu? 

“Olmaz olur mu? Tabii ki mümkün,” diyenler var, işte şu andaki TBMM Başkanı ve de bu kritik Anayasa değişikliklerinin yapıldığı TBMM Anayasa Komisyonunun başındaki isim, Mustafa Şentop Ona göre, şimdilerde 12. Cumhurbaşkanlığı dönemini sürdürmekte olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, daha önceki Cumhurbaşkanlığı dönemindeki Cumhurbaşkanlığı “sayılmıyor!” Çünkü o tarihteki Anayasa, Erdoğan’ı bugünkü yetkilerle donatmamış, Erdoğan eksik yetkiyle donandığı için, Cumhurbaşkanlığını adeta “tribünden seyirci” gibi yönetmiş…Ne var ki,  bu yaklaşımla Erdoğan’ın  “az yetkili” Cumhurbaşkanlığı öncesindeki tam yetkili  Başbakanlık görevi de “yok” sayılıyor… Acaba birisi Şentop’a şu soruyu sorsa ne der?:

-İyi o zaman, Cumhurbaşkanı yetkisizmiş madem, o dönemi sayılmıyormuş, peki bütün bu hukuki altyapıyı hazırlattığı, Anayasa değişikliğini (parlamenter hükümet sistemini değiştiren)  gündeme koydurttuğu, Türkiye’yi  tam otorite ile yönettiği Başbakanlık dönemine ne demeli? Onu da yok saymış olmuyor muyuz bu mantıkla?

-Neyse o soruyu boşver, o zaman iş daha da karışıyor, sen Erdoğan’ın 3. Kez seçilebilmesi şeklindeki kanıya nereden vardığını söylesene Şentop’un?

-Ah, onu hiç sormayın, kendisinin bu konuda kaleme aldığı makaleyi baştan sona okumanızı öneririm, o makalede Şentop, Anayasa’daki Cumhurbaşkanı tanımının aslında ne olup, ne olmadığını bize yeniden öğrettiği gibi, Anayasa değişikliklerinin TBMM’deki müzakereleri sırasında ana muhalefet partisi olan CHP’nin hiçbir itirazı olmadığını, muhalefet şerhi bile düşmediğini ima ediyor ve bundan da güç alarak Erdoğan’ın tekrar aday olabileceğini savunuyor.  (**)

—Mülkiye-TAAD düellosu—

-Peki buna karşı çıkan hukukçular ne diyor?

Hukukçular arasında çok ilginç tartışmalar yaşanıyor. Şimdilerde adeta Mülkiye ile Türkiye Adalet Akademisi (TAAD) arasında makaleler düellosu var. Şentop, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili görüşlerini TAAD’da dile getirmişti, karşı çıkanlar ise çok sağlam gerekçelerle Şentop’un görüşlerini  Mülkiyelilerin Dergisinde kaleme aldıkları makalelerle çürütüyorlar, işte onlardan biri, Kemal Başak’ın görüşü:

Cumhurbaşkanlığı seçimlerini hükümet sistemi değişimi temelinde birbirinden ayırmaya çalışan görüşlerin hukuksal ve teknik dayanaklarının oldukça zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Bu koşullar altında Anayasanın 101. maddesinin ikinci fıkrasındaki bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” kuralının, hükümet sistemi ayrımı gözetmeden tüm Cumhurbaşkanlığı seçimleri birlikte ele alınarak uygulanması gerekmektedir. Kanun koyucunun iradesinin farklı yönde olduğu düşünülüyorsa, uygulamanın bu doğrultuda gerçekleştirilebilmesi için, bu yöndeki iradenin Anayasa hükmüne yansıtılmasından başka seçenek görünmemektedir. Bunun için yapılması gereken ise bellidir: Anayasaya geçici bir madde eklenmeli, yani bir Anayasa değişikliği yapılmalıdır.” (***)

 

-Sen bunları söylüyorsun ama bakalım Yüksek Seçim Kurulu (YSK)  ne diyecek Erdoğan’ın adaylığına? Malum, son söz onda…

 

-Ben de merakla bekliyorum, çünkü önümüzde çok kritik bir süreç var, 10 Ocak’ta YSK’nın 5 üyesi değişecek, yani başkan dahil gidecek, yerlerine yeni isimler atanacak. İşte AKP cenahı bu konuda biraz tedirgin,- ya yeni üyeler bize aykırı durursa- diye.   Gerçi karar sürecini de kendilerine göre değiştirdiler, eskiden YSK’da karar sadece asıl üyelerle alınırken, şimdi yedek üyeleri de karar sürecine ortak ettiler. Yani 20 yıllık AKP sürecini devam ettirmek uğruna  bütün kuralları eğip büktüler… Mühürsüz oylar bunun en somut örneğidir. 

 

-Desene bu işler çok karışık…

 

Evet aynen öyle, ama dur,  unutmadan ekleyeyim, o eski eşiyle yeniden evlenen arkadaşım vardı ya, beni yine aradı şunu söyledi:

 

-Ah sorma Nursun, dava açtım Mustafa’dan boşanıyorum

-A, ne oldu yine?

-Meğer eskilerin dedikleri çok doğruymuş, bizim evde durum aynı, eski tas, eski hamam… Kırk yıllık Sani olmazmış Kani…

 

(*)https://www.politikyol.com/en-gec-hangi-tarihte-yapilacak-secimler-yenilenme-olarak-kabul-edilebilir/

(**)https://dergipark.org.tr/tr/pub/taad/issue/69059/1093105

(***)https://mulkiyedergi.info/wp-content/uploads/2022/12/10-Kemal-Basak.pdf

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Pazar, Aralık 18, 2022

Toplumsal mobbing ve TAR





Şu mobbing sözcüğünün karşılığını  bir türlü bulamadık, oysa aslında en önce Türklerin bulması gereken bir sözcüktü bu. Yok işte, tam karşılığı bizim dilde yok…


Karşılığı olmasa da anlamı şu:


“Bireyi pasifleştirmek, yıpratmak ve yıldırmak gibi amaçlar için huzursuz etme, aşağılama, dışlama, önemsememe gibi bilerek ve belirli bir şekilde yapılan baskıcı yönetim ve psikolojik şiddet”


Hepimiz bu durumun mağduruyuz öyle değil mi? Yoksa siz bunun farkında değil misiniz?


Ayol yıllardır uğradığınız mobbing alışkanlık yarattı, deriniz kalınlaştı da artık hissetmez mi oldunuz üstünüzdeki baskıyı? Söylesenize, ne zaman uyandınız da -ohh ne güzel bir gün- diyebildiniz? 


Bir kere kış aylarında hep zifiri karanlıkta kalktınız, çoluk çocuğu o karanlıkta okuluna gönderdiniz, kendiniz de göz gözü görmeyen karanlıklarda yollara düştünüz, neden? Damat Beyin kaprisi veya kim bilir kimlere ne için verdiği sözler nedeniyle yaz saati uygulaması kaldırıldı da ondan.


E, işe gideceksiniz, -dur yolda haber dinleyeyim- dediniz radyoyu açtınız ne duyuyorsunuz? 

Hep O ses, öyle değil mi? Bilmem kaç desibel üzerinden bağıran, azarlayan, küfür bile eden, tehditler savuran aynı ses, O ses… Ne anlatıyor peki? Ne çok iç ve dış düşmanımız olduğundan, herkesin ya hainlik ya hinlik peşinde olduğundan dem vurmuyor mu? Meğer bu ülkede bir tek kendisi her şeyi bilir, ancak kendisi yapabilirmiş.


A, yoksa geç mi kaldınız yola çıkmaya?- Aman bir taksi çağırayım- dediniz de bulabildiniz mi? I-ıh, yok… Zaten halkı düşünen mi var? Küçük hesaplar peşindeki siyasetçilerin yönlendirdiği kavgalar ve rant oburluğuna tutulmuş işletmeciler yüzünden  kentte taksi de bulunmaz oldu öyle değil mi? Hoş, bulunsa da istediğiniz yere sizi götürecek mi bakalım?


Zaten işiniz varsa şansınıza şükredin, binlerce, milyonlarca vasıflı insan hak ettiği işlerde değil, tepedekinin yakınları, onların yakınları filan, ahbap çavuş ilişkileriyle hep birlikte  ahtapot gibi yayılarak heryeri  ele geçirmiş, onlardan olmayana asla yer yok.


-Kahvaltı yaptınız mı?- diye sormuyorum, pul olan paramız sayesinde geldiğimiz noktaya bakın, simit-çay neyimize yetmiyor?


Niye yüzünüz asık? Yoksa bugün kira günü mü? Yandınız desenize! Biliyorum maaş ayın ilk haftasında eridi, aman, sağdan soldan bulup buluşturun kirayı verin gitsin yoksa bu zamanda ev sahibi çıkarırsa mümkün değil aynı rakamlara ev bulamazsınız.


Peki her yerde mantar gibi biten onca bina ne işe mi yaradı?  Ekonomistler bu durumu “parayı betona gömmek” diye özetlemedi mi? İş yaratmak şurada dursun, yap-satçıları zengin etmekten, ev uğruna milleti boğazına kadar borca sokmaktan bir de üstüne üstlük kiraları füze gibi fırlatmaktan başka ne işe yaradı?


-Bari yürüyeyim metro durağına kadar- dediyseniz, nelerle karşılaştınız kim bilir yolda… Elinde “karnım aç-yardım edin” yazılı kağıt tutan göçmenler, bir kenarda çocuk yüzündeki ağır makyajla “beni bu duruma düşüren utansın” der gibi duran genç kadın yüreğinizi sızlattı değil mi?


Oysa önünden geçtiğiniz büfenin standına dizili gazeteler size neler neler müjdeliyordu:


-EYT’de sorun çözüldü, Batman’da petrol fışkırıyor, gelecek yıl doğalgazımız hazır. Uçağımız semalarda, TOGG’umuz yollarda… Mısırla barıştık, Suriyeyle masaya oturuyoruz, şehidimiz görkemli törenle toprağa verildi, babası,-öbür oğlum da feda olsun- dedi, Arap ülkeleri kesenin ağzını açtı Türkiye’ye milyarlar yağıyor, enflasyon düşecek, tarikatçı tecavüzcüler tutuklandı, başörtüsü anayasa garantisine alınıyor… Daha neler neler…


E, bütün bunları yıllardır yaşasak da  da hala mobbing sözcüğünün karşılığını bulamadık mı? Ben size söyleyeyim:


-TAR…

-O ne ya?

-Tek Adam Rejimi


“TAR’la Nasıl mücadele ederiz?” Sorusunu ben de kendime sordum ve bu kavramı ilk ortaya atan isim, Heinz Leymann’ın pek çok önerisi arasında dikkatimi çeken şu oldu:


-Kendinizi kurban gibi görmekten vazgeçin…” (*)


Bilmem anlatabildim mi?


Pardon, bir de Türk Dil Kurumuna (TDK)  çağrımdır, TDK sözlüğünde mobbing sözcüğünün karşısına TAR’ı koysunlar…


(*) aes.org.tr









 


Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...