Bu Blogda Ara

Pazar, Kasım 21, 2021

Cem Karaca’yı silemezler!






Cem Karaca
yı kim unutabilir, nasıl unutturabilirler Allahaşkına? O nezle görmemiş” ama ne yazık ki sigara dumanıyla tütsülenmiş kendine özgü davudi sesiyle İşçisin sen işçi kal” diye haykırışınıBu son olsun” sözüyle dünyaya sitemini ve belki de canına tak edip artık yeter” diyerek bizlere veda etmek istediğÇok Yorgunum” şarkısını hangimiz unutabiliriz? 

Kimi zaman düşünüyorum da, Türkiyede zaman zaman zorbaların eline geçen devlet gücü nasıl bu kadar acımasızca kullanılabildi, kendi aydınından, aydınlıktan korkan o zorbalar Türk aydınını ürkütmek, uzaklara sürmek, yok etmek için nasıçabalayıp durdular? Karanlık güçlerin pençesine kimleri kimleri kurban vermedik bugüne kadar? Say say bitmez

Cem Karacaşarkılarında kendimizi bulduğumuz, önümüze yeni ufuklar seren, bu böyle gitmez, gitmemeli” diye haykırarak fikrimizi aydınlatan bir dev değil miydi? Ne acı ki 12 Eylül’ün darbecileri onu da silip yok etmek istemediler mi? 

Geçtiğimiz günlerde Gazeteciler Cemiyetinde son derece ilginç bir söyleşi izledim. TRT Ankara Radyosunun 30 yıllık programcısı Sibel Nart, radyoculuğu, radyo tutkusunu” dile getirdi. Söyleşiyi genç, başarılı meslektaşım Yıldız Yazıcıoğlu yürütüyordu, sohbet döndü dolaştı 12 Eylül Sürecine geldi. Sibel Nart o yılları anlatırken, Cem Karacanın bir şarkısını programında kullanmak için TRT Diskoteğine (arşivine) indiğini ve Karacanışarkılarına bir türlü ulaşamadığını, 12 Eylül yönetiminin yasaklı kıldığı” sanatçının bütüşarkılarının arşivden meğer silinip yok edilmiş olduğunu fark etmemiş mi? 

O an, acıyla, isyanla doldum inanın… Böyle bir acımasızlık nasıl yaşanabilirdi? Ama o yıllarda faşizmin dişlileri arasında ezilenler gerçekten de öyle çoktu ki… Türkiyeye hizmet için yaşamını ortaya koymuş Demirel, Ecevit gibi politikacılar, o dev protesto mitinglerinin kahramanları, hapislerde çürütülen sendikacılar, 1402lik ilan edilip üniversitelerinden koparılan hocalar, yazarlar, gazeteciler, neredeyse aydınların tamamı “kara listelerde yer almıştı da, darbecilerin bir de cüret edip  müziğin, sanatın” üstünden silindir gibi geçmeye kalkışmaları nasıl bir hoyratlıktı?

-E, ne oldu şimdi peki?

-Nerede o bir emirle demirleri kestiren” takım? Yüzde bilmem kaç oyla kabul ettirdik” deyip böbürlendikleri Anayasayaları, yasaları, kararnameleri dürülüp bükülüp bir kenara sokuşturulmadı mı? Hepsi ahalinin yüzüne bakamayacak duruma gelip, itibarlarını sıfırlayıp, gıyaplarında yargılanıp cezalara mahkum edilip yok olup gitmediler mi?

TRTnin başarılı ismi Sibel Nartla (ne yazık ki o da erken emekliliğe zorlanmış aydınlardan!) yapılan bu söyleşiyi izlemenizi öneririm. Gazeteciler Cemiyetinin Demokrasi için Medya, Medya için Demokrasi programının linkini (*) tıklamanız yeter.

Zoom programı üzerinden sanal ortamda yayınlanan söyleşiyi ben fiziki olarak aynı salonda” izleyebilen şanslılardandım, aaah ah!” diye hayıflandım:

-Ne güzelmiş meğer pandemi kabusundan önce elimizle tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz gerçek insanlarla karşı karşıya gelebildiğimiz buluşmalar?

Söyleşi sürerken ben de çok merak ettiğim bir konuyu sorabildim:

-84 yıllık radyo tarihimizin geçmişinde, Türk müziği yayınlarının yasaklanmasıüstelik de bu yasağın Atatürk’ün sözde! emriyle uygulanması gibi bir kara leke var mıydı? Kendisi Türk müziğine hayran, hatta keyiflendiğinde şarkılara eşlik eden, hatta ve hatta Safiye Ayla, Müzeyyen Senar gibi dev sanatçıları Çankaya Köşküne her daim davet edip sofrasında onurlandıran Atatürk gerçekten böyle bir emir vermiş miydi? Bu laf başta Mehmet Barlas olmak üzere kimi yazarlar tarafından yıllardır sakız gibi çiğnenip durmuyor muydu?

Sibel Nart, böyle bir söylentinin ortalıkta yıllardır dolaştığını ancak kendi sorgulamalarında bu durumun gerçekliğine dair bir bilgi edinemediğini anlattı:

-Bunu o yılları yaşamış, anılarını paylaşmış büyüklerimizden de sorguladım. Sanırım Atatürk kaynaklı böyle bir talimat asla olmamış, onun  -radyolarımızda kaliteli, üst düzey eserler yayınlansın- şeklindeki görüşünü yanlış yorumlayanlar olmuş. Hatta Atatürk radyolarda kendisinin de sevdiği Türk müziğinden eserlerin bir süredir yayınlanmadığından yakındığında bu durumu öğrenip tepki göstermiş ve yanlış düzeltilmiş…

Yazar Ferhan Şaylıman’ıGüncelin Batağı” sözünü çok seviyorum. Gerçekten de güncel” çoğu kez havanda su dövüp durduğumuz, kendimizi geliştirmek şöyle dursun, önümüze ardımıza bakmayı bile bizlere unutturan bir batak… Son 20 yıldır hep birlikte bu batağın içinde, Türkiyenin tüm aydınları, iş bilenleri, düzgün dürüst insanları, politikacısı, sanatçısı, işçisi emekçisiyle debelenip duruyoruz. Bir anlamda sürekli ormanı konuşuyoruz, ağaçları gözden kaçırıyoruz, oysa çözümlenmesi gereken o kadar çok sorun var ki, tek tek ele alsak iyi olmaz mı

Örneğin, TRT radyolarının arşivleri elden geçirilse, halen dev plaklarda (onları çalabilen pikapların iğnesi içeriden dışarı doğru dönüyormuş!)  hapsolmuş durumdaki kayıtlar yenilenip bugünkü teknolojiye aktarılabilse şahane olmaz mı?

 

(*)https://twitter.com/Democracy4Media/status/1461321549621903367?t=t9burmTZX0wN3of_S2AFKA&s=08

Salı, Kasım 09, 2021

Diploma soranlarınız çok olsun




Yaşamımda hayıflandığım kimi durumlar vardır. Örneğin, kimlik kartı, diploma gibi “tanımlayıcı” belgeleri benden isteyen hiç olmamıştır, buna üzülür dururum.


-Yahu sen hiç çalışmadın mı yaşamında?


Diye soruyorsanız, anlatayım:


-Çalışmaz olur muyum? Üniversiteyi henüz bitirmemiştim çalışmaya başladığımda, SBF Basın Yayın Yüksek Okulunda öğrenciydim, hepimiz gazetecilik hayalleri kuruyorduk, Milli Kütüphanede araştırmalara yönlendirildik. TRT’den bir prodüktör abimiz, 60 Darbesine giden süreci o günlerin gazetelerinden kupürler derleyerek incelememizi istemişti. Sınıf arkadaşım Sıdıka (Yılmaz) ile birlikte kışın en soğuk günlerinde, o sırada Milli Müdafaa Caddesindeki binanın tepesindeki küçük bir odada haftalarca çalıştık durduk. Nefesimiz o ayazda kalorifer filan yanmayan odada donuyor, gözlüklerimizi buğulandırıp görmemizi engelliyordu ama ne gam, çalışıyorduk ya, üstelik bizden diploma filan isteyen de olmamıştı.


Sonra mezun olduk, bir heves koştuk Foto Bil’e, Foto Güzel’e, Stüdyo L’ye, vesikalık fotoğraflar çektirdik diploma için ama bizim üniversite sekreterimiz Süreyya:


-Ooo daha çok beklersiniz diplomayı, bakalım kaç yıl sonra elinize geçer… Haydi gidin, bir kaç ay sonra gelin, şimdilik çıkma belgesi verelim


Demesin mi? Bir bozulduk ki…


Sonra herkes çil yavrusu gibi yaşamın içlerine dağıldı, Nursel’le (Baktır) Serhat (Hürkan) Yankı’ya gittiler, Işık (Kansu) Cumhuriyet’e, Fatih (Güllapoğlu) Günaydın’a… Bilmem onlardan diploma istenmiş miydi? Ben Anadolu Ajansına başladığımda diplomamı filan soran olmadı.

Sonra yıllar içinde gazeteden gazeteye geçtik, araya dergiler, TV’ler girdi, yine diploma soran yok…


Ah, istenseydi keşke, çat! diye çıkarıp koysaydık masaya…


Ha, aynı durum basın kartında da oldu, gazetecilik yaşamım boyunca bir kez, sadece bir kez istendi benden, hiç unutmuyorum, çömezlik günlerimdi, şefim Ceyhan (Altınyeleklioğlu) Bey, “git bir bak bakalım, Türk Sanat Kurumunda seçimli genel kurul varmış, sonuçları al gel” dedi. Bir heves gittim, elimde kağıt kalemim, kapıdaki pos bıyıklı teşrifatçı, “küçük hanım hani sizin basın kartınız?” Diye alaycı sırıtışıyla sormasın mı? Kulaklarıma kadar kızarıp,”henüz yok” diye fısıldadım, neyse ki insafa gelip aldı beni salona.


Ya işte, yıllar boyu benden ne basın kartı isteyen oldu, ne diploma… Anlayacağınız, ikisini de aldık da ne oldu? O hiç sorulmayan diplomamızı çerçeveletip, kurula kurula masamızın arkasına mı asabildik? Yok canım, halının altında yıllardır öylece durup duruyor.


Haydi bizim  Başbakanlar Cumhurbaşkanları “Nursun’un diploması var mıymış? Diye sormadı da, Beyaz Saray’a gittiğimizde sorsalardı bari yahu… E, Sirte Çöllerinde, Bağdatlarda, Ramallahlarda filan zaten sorulamazdı, ateşten, bombadan, tank taretinden daha mı önemsenecekti diploma denen kağıt parçası? Herkes can derdindeydi…


Neyse işte, “nerden aklına geldi bu diploma meselesi?” Diye söyleniyorsunuz. Haklısınız, her gün konuşula konuşula bıktırdı işte, üstelik bırakalım bizi, dünya basınında bile yüzlerce habere konu olmadı mı?


Var mı yok mu? O zaman o fakülte açılmış mıydı ki? Soğuk damga diplomaya basılır mıydı basılmaz mıydı? Koskoca fakülte taşınırken  bir O’nun diploması mı kaybolmuş? İlk diplomada filancanın imzası var, sonrakinde niye imza değişmiş? Aaa, şu  sınıf arkadaşlarıyla üniversite girişinde  poz verdiği resim de mi montajmış?” 


Soruları sorulup durulmuş da, sonuç ne olmuş? 


Yeter yahu, koca koca adamlar yalan mı söyleyecek? Hem, “Atı alan çoktaaaaaan Üsküdar’ı geçmedi mi?” Siz neyin peşindesiniz? Üstelik “geçen dönemde diploması sayılırdı, ama yeniden aday olmak isterse sayılmaz” mı diyeceksiniz? 


A, bu diploma meselesini kurcalarken bir baktım, sanal ortamda sayısız ilan var:


 “İstediğiniz üniversiteden istediğiniz diploma tanzim edilir. Başvurun, anında kargo ile gönderelim, sadece resminiz ve kimlik bilgilerinizi yazın. Bir de, şu boşlukları doldurun. İşe mi gireceksiniz? Yurtdışına mı gitmek istiyorsunuz? Terfiniz için kurumunuzdan mı istendi? Diplomayı hangi sebeple istiyorsanız onu belirtin. Şu banka hesabına şu kadar yatırın, gerçeğinden ayırt edilemeyen diplomanız aynı gün elinizde…


“Diplomam yok” diye hayıflananlara, “kız istemeye gideceklere”, “işe gireceklere”, “kimi makam”lara talip olmak isteyenlere duyurulur…

Pazar, Ekim 17, 2021

Hep bu Ayşegül yüzünden…






Paris’lerde yaşayan arkadaşımı çok özlemiştim, neyse ki Eylül ayında gelmişti, iki gün görüp döneyim dedim, kalktım İzmir’e gittim, buluştuk, İpek’le Togan da bize eklenince “muhteşem dörtlü” olduk, dedi ki:


-Ankara’ya dönüp n’apacaksın, dönme bize takıl…


Ben zaten dünden razı, “tamam” dedim, yollara düştük, ver elini Çeşme, Foça, Cunda Adası, Ayvalık, Bodrum… Yollar boyu konuştuk, gülüştük, dertleştik, eski dostlarımızla, akrabalarla buluştuk, bi sohbet bi sohbet…


Derken veda vakti geldi, bi burukluk, bi yalnızlık, bi terkedilmişlik duygusu… 


Benim bu kardeşten ileri arkadaşımın özelliğidir, kati surette laf dinlemez, asla eli boş gelmez, bana da “tam zevkime göre, hem de üstüme tıpa tıp uyan” (nasıl beceriyorsa!)  bir pantolon getirmiş sağolsun… 


Güzelim seyahatimizin anıları aklımda, Ankara’ya dönünce, “taaa Paris’lerden gelen son moda” pantolonumun paçasını biraz kısalttırmak için, terziye götürdüm… Götürüş o götürüş… Unuttuuuum, gitti! Aradan günler geçti, bu arada İstanbul’a iki kez gittik geldik, dün aklıma geldi:


-Aaaa, benim güzel pantolonum nerede? Yahu onu terziye götürmemiş miydim? Gidip alayım… 


Günlerden Cumartesi… Tadilatçı terzi çok kalabalık, giren- çıkan, soru soran, düzelttirmek için etek, pantolon bırakan… O hengamede terzi bana, “Buyrun, siz ne için geldiniz?” Diye sorunca, “Pantolon bırakmıştım” dedim, başladı aramaya… Bütün raflara baktı, soruyor:


-Ne renkti?

-Mavi, ama yanlarında taba rengi çubukları vardı

-Ne zaman bıraktınız?

-Valla, tam hatırlamıyorum on on beş gün önce…

-Şu mu acaba?

-Yok yok, onlar eski benimki yeniydi…

-Bu mu peki?

-O mavi değil ki, yeşilimsi, hem baksanıza o elinizdeki tirfillenmiş,  benimki hem trikoydu hem de  yepyeniydi


Derken ben de adamcağıza yardıma giriştim, raflardaki torbaları açıp açıp bakıyoruz, yok, benim güzelim hem de “Parizyen pantolonum” yok… Adamcağız ter içinde kaldı, sırada bekleyenlerin de sabrı taştı, “bir dakika patronu da arayayım, belki o başka bir yere koymuştur” dedi, patronunu da aradı, sordu, yok… Benim pantolon yok, sırra kadem basmış…


Kös kös eve döndüm. Gece yarısı uyandım, aklımda o kadar çok şey var ki:


-Çocuklardan hiç ses çıkmadı, aramadılar. Leyloş ne yapıyordur acaba? Ne yapacak mışıl mışıl uyuyordur tabii… Aaaa yarın pişirmek için nohut ıslatacaktım, tuh unuttum, e kalkıp suya koyayım bari… Aaaa pantolonum? Pantolonum nerde? Terzide olmadığına göre evde olmasın?


Mutfakta nohutu ıslatıp gardropta aldım soluğu, elbiseleri karıştırıyorum, askıları indirip kaldırıyorum. Pantolon yok… Feyzan mırıldandı:


-Ne yapıyorsun yahu bu saatte?

-Hiiiç bişey arıyorum

-Yahu yarın arasana, bak beni de uyandırdın


“Tamam” dedim ama pantolon aklımdan çıkmıyor! “Ay İstanbul’a mı götürdüm yoksa?” Diye telefonumu elime alıp, “resimlere tek tek bakayım, belki orada giymiş unutmuşumdur” düşüncesiyle telefonumla uğraşmaya başladım, o sırada saat ikileri, üçleri buldu, Feyzan yine söyleniyor:


-Yahu telefonunun ışığı gözümü alıyor, ya gece moduna çevir ya da sonra yap şu işi… Hem, yarın erken kalkıp Covit aşısı olmaya gitmeyecek miyiz?


Çaresiz “peki” dedim, pantolon aklımda, “tuh ya bulamazsam? Daha hiç giymemiştim bile” düşüncesiyle dertlenirken , güç bela uykuya daldım… Sabah alarmın ziliyle uyanıp fırladım, saat dokuzu geçmiş, on beş dakika sonra aşıya gideceğiz…


Alelacele giyinme telaşıyla gardrobun önünde aldım soluğu… Tabii gecenin bir yarısı, askıları boşaltırken ortalığı darmadağın etmişim, aaaa bir de ne göreyim, benim Parizyen pantolonum uzak bir köşeye atılmış, bana oradan mavi mavi göz kırpmıyor mu? 


-Eh Ayşegül, senin alacağın olsun… Eğer şu pandemi olayları bir gün geçer de Paris’e filan gelirsem sana bir hediye getirip, evinin en olmayacak yerine saklamaz mıyım? Haydi bul da görelim…


Sonra daha kötüsü aklıma geldi:


-Peki bir dahaki gidişimde terziye ne diyeceğim ben şimdi?








 


 

Perşembe, Ekim 07, 2021

Ayşe Hanımın becerisi






Sabahın erken saatinde yollara düştüm, istikamet İstanbul…


-Yahu son günlerde amma çok seyahat ettin, hem de karayoluyla, sıkılmıyor musun?


Diye soracak olursanız, “tam tersine, heyecan dolu, hem de çok eğlenceli bir yolculuk geçiriyorum” diye yanıt vereyim ve sizlerle de heyecanımı hemen paylaşayım… 


“Pandora Papers” (*)  belgelerini inceliyorum…


Hani 117 ülkeden 600 gazeteci, 12 milyon belgeyi, tam 2 yıldır inceliyordu ya… Dile kolay 12 milyon belge! Türk basını yine işin içinde yoksa da, Türkiye’den iki değerli isim (Pelin Ünker, Serdar Vardar)  bu kapsamlı çabanın içinde yer aldı ve “Pandora Papers” diye anılan belgeler  sonunda tasnif edilip, gün ışığına çıkarıldı. 


-“Ortaya ne çıktı?” Diye soruyorsunuz… 


Hangi birini anlatayım? Örneğin, 90 ülkeden 330 siyasi liderin gizli servetleri, Avrupa’daki çeşitli ülkelerde edindikleri milyarlık mülkler ortaya çıktı, inanılmaz rakamları bulan bu varlıkları gizlemek için bu siyasilerin kurdurdukları off-shore şirketlerinin isimleri ortalığa saçıldı… Hangi işadamları, yasa dışı olarak kimi siyasi partilere inanılmaz rakamları bulan bağışlar yapmışlar? Adı sanı bile duyulmamış kimi adamlar, para aklama, paravan şirketler kurma yoluyla ülkelerinden hortumladıkları paraları hangi hesaplara aktarıp “mültimilyarder” olmuşlar? Bunların hepsi tek tek belirlenip kayda geçirildi. 


-Yahu bize ne onlardan, sen Türkiye’den bahset… Zaten bu tablo bize hiç yabancı gelmiyor. Sanki tanıdık olaylardan, kişilerden bahsediyorsun.


Diyorsunuz değil mi?


“Vergi Cenneti” diye anılan adalarda kurulu off-shore şirketlerinden 600’ü Türkmüş meğer. Hani eskiden İsviçre moda olmuştu ya, birikimlerini “gözden ve vergiden kaçırmak isteyen” kimi zenginler oradaki bankalardaki gizli hesaplarına aktarırlardı. Gel zaman git zaman, “yolsuzlukla mücadele için para aklamayı önleme” fikri Avrupa’da da ağır bastı ve bizim MASAK’ın da kapsama alındığı çeşitli önlemler geliştirildi. Bu durumda “aklayacak ve saklayacak parası olanlar” başka adresler bulmak zorunda kaldılar. İşte bu yüzden Cayman, Mann, Virgin Adalarına akmaya başladı servetler.


Ya, o Pandora’nın Kutusu açılınca, isimleri ve gizli hesapları ortalığa saçılan Türk şirketlerini ben de inceledim… Hepsi tanıdık bildik isimler… İşte adresi veriyorum (**) siz de istiyorsanız bakın, fakat şirketlerden çok, “neden böyle oluyor?” Sorusunun yanıtı daha önemli değil mi sizce de? Gül gibi ülkemiz şurada dururken, koskoca holdingler, adı sanı yıllardır bilinen işadamları, politikacılar, hatta eski Merkez Bankası Başkanları filan neden kalkıp da paralarını ta oralara taşısınlar? Acaba bizde vergi oranları haddinden çok mu yüksek? Yoksa içinde bulunduğumuz siyasi ve ekonomik ortam giderek bozuluyor, istikrar yitiriliyor, ülke yönetimine güvensizlik mi ağır basıyor dersiniz?


Ha, tanınmış isimler dedim de, tanımadığım isimler de çok o listede… Mesela Ayşe Ilıcak Hanım… Hani şu Külliyeyi, Şehir Hastanelerini ve pek çok dev projeyi tek başına gerçekleştiren Rönesans Holding’in patronu Erman Bey’in annesi… Meğer o da, geçtiğimiz yıllarda yurtdışında kurduğu iki şirket aracılığı ile (Dolmine Int, Covar LTD) o adalardaki off-shore hesaplarına 210 milyon dolar transfer etmemiş mi? “Hayır işleri ile ünlenen Ayşe Hanım acaba bu serveti hangi yatırımlarından edinmişti?” Diye çok merak ettim doğrusu.


Aklıma şu da gelmedi değil. Hani Erman Ilıcak’a bir tarihte Akit Gazetesi sormuş ya:

Bu kadar kısa sürede bu serveti nasıl edindiniz? Diye… Yanıtı şu olmuş o zaman:


“Bir işverene bağımlı çalışmak her zaman risktir. Basketboldan öğrendiğim bir şey var: Son saniyeye kadar mücadele etmek, takımla hep paslaşmak zorundasın. Tek başına istediğin kadar yıldız ol, hiçbir şey yapamıyorsun. Basketin ilkelerini işte hep kullandım.”


Erman Bey’in “işveren”den kastı Cumhurbaşkanımız olmasın?

 

(*)https://mobile.twitter.com/BBCWorld?ref_src=twsrc%5Egoogle%7Ctwcamp%5Eserp%7Ctwgr%5Eauthor

(**)https://www.icij.org/investigations/fincen-files/

Perşembe, Eylül 30, 2021

İstanbul’da başıma gelenler!




İstanbul’un en  kalabalık caddesinde (Büyükdere), üstelik de günün en civcivli zamanında, farkına bile varmadan cüzdan kaybetseniz, dakikalar sonra “altın kalpli insanlar” tarafından bulunan cüzdan size teslim edilse “bu ne şans?” Demez misiniz?


Dün başıma gelen olayı sizinle paylaşayım: 


24 saatliğine İstanbul’a gitmiştim, bir yakınımın cenaze törenine katılacak, ardından meslektaşlarımla  buluşacaktım. Cenaze töreni Büyükdere Caddesindeki camide, davetli olduğum yer ise 1.5 km ötedeydi. Akşamüstü adeta kilitlenen trafikte ne taksi bulmak mümkündü, ne de bulsam bile kim bilir oraya kaç saatte varacaktım? Yürüyerek gitmek en mantıklısıydı, elimde telefon, verilen adresi arıyordum, 15 dakika sonra telefonum çaldı:


-Nursun Hanım?

-Benim?

-İsmim Uğur Derviş, cüzdanınızı kaybettiniz sanırım, kızımla birlikte bulduk, siz neredeyseniz getirelim…


Tam deyimiyle şok geçirdim, çünkü henüz, cüzdanımı düşürdüğümden haberim bile yoktu, telefonumdaki sistemle adres ararken telefonumu çantama bir koyup bir çıkardığım sırada cüzdanım düşmüş olacaktı, içinde bütün kimliklerim, kredi kartlarım, ehliyetim biraz da param vardı. 


Böyle durumlarda hızlı düşünüyor insan:


-İyi de, cüzdanımı bulanlar benim telefonuma nasıl ulaşmış?Aman aman, ya bu işin içinde bir iş varsa?


Telefonum tekrar çaldı, bu kez öfkeli bir sesle konuşuyordu arayan:


-Nursun Hanım biz hırsız olsak size cüzdanınızı vermeye kalkışır mıyız? Güvenlikçiler buradan ayrılmamıza izin vermiyor, cüzdanı size teslim etmemiz için polisin gelmesi gerekiyormuş…Siz buraya gelemez misiniz?

-Geleyim ama siz neredesiniz?

-Terkedilmiş durumda iki siyah gökdelen var, Tatlıcı Binaları. Onların girişindeki merdivenlerde bekliyoruz.


Tam o sırada yağmur başladı, telaşla koşar adım yürürken “bir bu eksikti” dedim, neyse ki oğlumdan ödünç aldığım şemsiye çantamdaydı, çıkarıp açtım,  birer hayalet gibi göğe yükselen simsiyah kulelere ulaştım, baba-kız, binanın güvenlik görevlisiyle birlikte oradaydı, selamlaştık, isimlerini öğrendim, “nasıl oldu, cüzdanımı nerede buldunuz?” Diye sordum, Uğur Bey anlattı:


-Kızımı okuluna götürüyordum, baktım yerde yeşil bir şey, önce kumaş parçası sandım, elime alınca cüzdan olduğunu farkettim. Kızımla içine baktık, kartvizitinizdeki telefon numarasını görünce sizi aradık. Fakat o sırada binadan çıkıp yanımıza gelen  bir başka güvenlikçi, “Sen Suriyeli misin? O cüzdanı ne yapacaktın?” Diye bağırarak sormasın mı? Adeta beni hırsızlıkla suçladı, işte o sırada sizi tekrar aradım. Cüzdanı ancak polis ekibinin tanıklığında teslim edebileceğimi söylediler, ekibi çağırdılar, bekliyoruz…


Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim. Benim için “yaşamsal önem taşıyan” kimlikleri, ehliyeti, kredi kartını yeniden çıkartmak kim bilir ne kadar zor olacaktı. Üstelik İstanbul gibi yerde, akşam saatlerinde cebimde 5 kuruş para ve kimlik olmadan ne yapabilirdim?



Bekleyiş 15-20 dakika sürdü, sonra polisler geldi, kimliğimi görmek istediler, olayın detaylarını öğrendiler ve “cüzdanınıza bir bakın eksik var mı?” Diye sordular… Hayır, her şey tamamdı. Uğur Beyin kızına okul için bir şeyler alsın diye küçük bir harçlık vermek istedim, kesin bir dille reddetti.


O anda onların boynuna  sevinçle, minnet duygularıyla sarılabilirdim ama kendimi tuttum, ne de olsa pandemi ortamındaydık, art arda teşekkürler ettim. Benim için onca zahmete girmişler, üstelik hırsızlık suçlamasıyla bile karşılaşmışlardı. Güvenlikçiye tartışmaları ve gidecekleri yere geç kalmaları da cabasıydı…



Ne mutlu, insanlık ölmemiş daha değil mi?


Bazen durup düşünüyorum, “dünyanın şanslı kuluymuşum” diyorum kendi kendime… Dün bir kez daha bunu yaşamış oldum. 


Ha, unutmadan söyleyeyim, meslektaşlarımla sohbet sonrası eve metroyla döneyim dedim, çünkü trafik hala kilitlenmiş durumdaydı. O sırada yağmur yeniden başladı, metroya binip bir kaç istasyon  sonra indim, yağmur iyice şiddetlenmişti, “nasılsa şemsiyem var” diye seviniyordum, çantama baktım ama yoktu… Sanırım onu da metroda unutmuştum…


Ne olacak yahu benim bu halim?

Cuma, Eylül 24, 2021

Yahşi’deki İslami Külliye ve çocuklarımız

Bodrum’un “en güzel plajları”nın yer aldığı Yahşi Sahilinde devam eden İslami Külliye inşaatını  başından bu yana yakından izledik. Önceleri “küçük bir mescid!” diye başlanan, sonra “dev! binalara dönüşen yapılar grubu”Bodrum halkının yasal yollarla itirazlarına ve protestolarına rağmen bitmek üzere.  İnşaat yasağının devam ettiği günlerde bile, hatta yaz boyunca beton pompası sahilde “harıl harıl” çalışıp, resmi adıyla “İslam Tanıtım Merkezi” (*) olarak bilinen külliyeyi tamamlama telaşındaydı… 



“Tanıtım Merkezi” deyince insanın aklına ne geliyor? 


-Yöre insanı İslamiyet üzerine hiçbir şey bilmiyormuş da onlara mı tanıtılacakmış İslam?

-Yoksa başka ülkelerden gelen turistlere, şu hiç bilmedikleri İslam, denize girip güneşlenmeye ara verdikleri sırada külliyede mi öğretilecekmiş?


Başka ne gibi bir nedenle böyle bir merkezi “kumsalda” inşa ederler diye düşünmez misiniz?


Bugün plajda güneşlenip, tam karşımda çalışan beton pompasını izlerken aklımdan bunlar geçiyordu. Şezlongda uzanmış Cumhuriyet’i okuyordum, Erdal Atabek,(**) “Diyanetin yeni girişimi” için diyordu ki:


“Yeni girişim şuymuş: 4 ile 6 yaş arasındaki yuva çocuklarına Kuran kursları ve değerler eğitimi yoluyla dinini öğretmek, bu eğitimi alan çocuklara da okul öncesi eğitim almış olma hakkını vermek…Şimdi Diyanet İşleri Başkanlığı bu yaş çocuklarını hedef alıyor, gelişmek üzere çalışan çocuk zihinlerine dinsel kalıp yargılarını yerleştirmeye çalışıyor. Dinsel kalıp yargılar, günah-sevap,haram-helal,cennet-cehennem kavramlarını çocuk zihinlerine yerleştirerek onları koşullandırmayı hedefliyor. Bu yaş çocuklarının bilinçaltına yerleştirilecek kalıp yargılar artık oradan çok zor çıkarılır. Böylece koşullanmış zihinler, bu çocukları geleceğin düşünmeden , sorgulamadan inanan yetişkinlerine dönüştürecek. Onlar da şeyhin, emirin, imamın her dediğine itaat edecek, yap dediğini yapacak, yapma dediğini yapmayacak kulları olacak…


-Çocuklarla İslami Külliye’yi nasıl mı bağladım?

-Bir ara okullarda başarılı çocuklar, hatta kimi ana okullarından çocuklar “yarıyıl armağanı” olarak “Hac farizası” için Mekke’ye Medine’ye de götürülmemiş miydi? Artık Suudi’ler Türkiye’yi bu kapsamdan çıkardıklarına göre, Diyanet belki Külliye tamamlandığında Mekke Medine yerine başarılı çocukları burada ağırlayıp “İslam tanıtımı” yapabilir diye düşündüm.


Bodrum Kaymakamlığınınİslam  Tanıtım Merkezi” başlıklı sayfasına girdiğinizde, hem dev külliye projesinin fotoğrafını hem de merkezde yer alacak bölümler, 10 maddede detaylı biçimde anlatılıyor:


1-Görsel eğitim ve uygulama mekanları, 

2-Çeşitli konularda yapılacak çalışmaların eğitim mekanları,

3-Camii ve müştemilatı,

4-Konferans Salonu,

5-Çeşitli Türk İslam eserlerinin görsel olarak tanıtılacağı küçük cep sinemaları,

6-Seyir mekanları,

7-İdari Binalar,

8-Turizm tanıtma mekanları,

9-Halk Eğitim Kurslarının uygulanacağı mekanlar (el sanatları, tezhip,hat, kilim)

10-Türk İslam eserlerinin sergilendiği milli müze…


Bu mekanlarda  ayrıca “lokma, gözleme, mantı, yaprak sarma” gibi geleneksel lezzetlerin yapımı yabancı misafirlere öğretilecek ve hatta  “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözünden hareket edilerek, uzun yıllar hatırda kalınması sağlanacakmış…


Peki, kumsalda inşaa edilen külliye için yukarıda sayılan 10 madde arasında unutulanlar yok mu?


Olmaz olur mu? 


Nerede tahta perde ile güneşlenmek isteyen kadın ve erkekler için ayrılmış plajlar? Nerede kadın ve erkeklerin denizde ayrı ayrı “İslami kurallara uygun içimde yüzebilecekleri” bölünmüş alanlar?

Ha, geleneksel lezzetler deyince Bodrum’da aklınıza sadece mantı ve dolma mı gelir yahu? Hem, yaprak sarma yerine bari kabak çiçeği dolması deseydiniz, Bodrum’a bu kadar mı uzaksınız? Yabancı misafir, haydi geçtik günah sayılan bir kadeh rakıyı, Bodrum’a  gelmişken çıtır çıtır ızgara edilmiş enfes bir dil balığını tatmak istemez mi?


Çocukların kampa alındığını farz edelim… Kaymakamlık açıklamasında “seyir mekanları” deniliyor ya, çocuklar denizi uzaktan o mekanlardan mı seyredecekler? Orada vızır vızır jetskilere binen, yelken öğrenen, denizde özgürce kulaç atan diğer çocukları gördükçe, “ben de, ben de” demeyecekler mi?


Bir zamanlar Boğaziçi’nde “İslam Felsefesi” dersleri vermiş olan bir sevgili Hilmi hocamıza bunu sorsam acaba ne derdi?” Diye düşündüm de, sanırım şöyle derdi:


-O çocuklara, -siz sakın onlara özenmeyin, size her şeyin en iyisi öbür dünyada bahşedilecek… Haydi Arapça surelerin ezberine devam- diyeceklerdi tabii…


(**)https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/erdal-atabek/dusunmeyi-engellemek-1870214

(*)http://bodrum.gov.tr/islam-tanitim-merkezi

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...