Bu Blogda Ara

Salı, Aralık 01, 2020

Fırtınada uçan defter (Japonya 1)





Virginia Woolf’un kadınlara unutulmaz tavsiyesidir : “Kendine ait bir odan ve biraz paran olmalı”

Aslında Woolf bunu “yazmak isteyen” kadınlar için söylemişti ama “gezmek isteyen kadınlar” da yok muydu? Bal gibi vardı, bunlardan biri de bendim. 


Gazetecilik yaşamı, “işini hakkıyla yapmak isteyen biri için” bunaltıcıdır. Ne gecesi vardır ne gündüzü. Hele bizimki gibi asla şeffaf olmayan ülkelerde eziyettir.  Bilgi alabilmek için debelenir durursun, çünkü “bilgi aslanın ağzındadır.” Kuşkular, tehditler, yasaklar ve  Demokles’in kılıcı gibi sallanan cezalarla donatılmış bir Şark Toplumunda (!) bu normal değil midir? Gölgesinden korkar herkes... Eh, haydi bunu başardın diyelim, zamanla yarıştığın engelli koşunun sonunda bakarsın haberin yayınlanmıştır da, nedir eline geçen? O sayfayı gördüğün anda engel olamadığın bir tebessüm, hızla çarpan bir kalp, bir kaç tebrik telefonu... O kadar... Bununla kalsa iyi. Kime dokunduysa haber, tehditler başlar hemen. Yalanlama çabaları, davalar, psikolojik baskılar ve daha neler neler. Cabası da şudur:  Haber yayınlandığında  ömrünü tamamlamıştır, yankılarını boşverecek olursan kelebeğin ömrü gibidir, suya yazmak gibidir, bir kaç saatte tükenir gider.  Yarın  hep başka bir gündür ve “Sishypus’un kayayı sırtlaması” (*) gibi sen her gün yeniden başka bir “haber” peşine düşeceksindir.


Onun için zordur diyorum gazetecilik için.


-Hep mi zordu? 


Evet Ankara’da hep zordu. Sabahlanan meclis oturumları, her kelimesinden ayrı istihbarat alınan karizmatik liderleri gece gündüz takip, işkence edercesine zor randevu veren kaynaklar, bilgiyi saklayıp demeçle kendini parlatma çabasındaki politikacılar... 


Bunların üstüne kadın oluşunu ekle, ailen ve çocuğunu da kat, hala ayakta kalkabiliyorsan “bravo” diyeyim...Evet, hemcinsim olan gazetecilere “bravo” diyorum gönülden... Müyesser Yıldız’dan (**)  başlayayım da hangi birini sayayım size?


-E, sen Japonya diyordun ama nerelere saptın?


Haklısınız, gezmek, dünyayı tanımak arzusundan söz ediyordum tam. 


Yine aslanın ağzından sökülen bilgilerle, zor koşullarda şekillendirilen bir çalışmayı geride bırakmıştık. 1974 Kıbrıs Harekatında kendi hava kuvvetlerimiz tarafından bombalanıp batırılan, 274 deniz subayının yaşamına mal olan TGC Kocatepe faciasına (***) dairdi günlerce süren yayınımız. 


“Bu hata nasıl yaşanmıştı? Neden onca yıl gizli tutulmuştu? Genelkurmay olayın araştırılıp tüm detayları ile ortaya çıkarılması yerine neden üstünün kapatılması tercihini kullanmıştı?” Bu sorulara belgelerden, kayıtlardan yola çıkıp cevap aramıştık. 


O güzel büromuzda ! (****) haberin devamı üzerinde çalışıp, her kafadan çıkan ayrı seslere cevap yetiştirme çabasındayken bir telefon geldi:


-Nursun Hanım, her yıl bir genç gazeteciye Japonya daveti yapılıyor, bu yıl sizi düşündük. 1 ay boyunca Japon ekonomisi, siyaseti, sosyal yaşamını içeren seminere katılmak ister misiniz? Seminer önceleri Tokyo’da sürecek, sonraki haftalarda da çeşitli kentleri gezdirecekler size...


İstemek ne kelime, havalara uçmuştum tabii. Ama aynı anda da “suçluluk duygusu” yüreğime karabasan gibi  çöreklendi:


-Ben oralara bir ay gidebilir miyim? Ailemiz bu ayrılıktan yara almaz mı? Hele küçücük oğlum, Ali?


Hemen aile meclisimizi topladık ve karar verildi... Böyle bir fırsat hayatta bir daha ele geçmezdi, her zaman desteğini gördüğüm eşim, hele de çocuğumuzu bağrına basan annem ve halamın şefkatli desteği ne güne duruyordu?


Hazırlıklarımı bir kaç günde tamamladım ve kendimi bir anda Japon Havayollarının (JAL) Tokyo seferini yapmakta olan dev uçağında buluverdim. Çantamda not defterlerim, fotoğraf makinem ve arkadaşlarımın not ettirdiği upuzun bir sipariş listesi vardı. E tabii, elektronik Japon’lardan sorulmaz mıydı?  Ses kayıt cihazları, fotoğraf makineleri, mini televizyonlar, saatler de oradan alınacaktı doğal olarak. 


-Nursun yahu, güzel bir Kimono bulursan al, bana bir şişe sake getir, incileri meşhur diyorlar, paramın yettiği kadar bir sıra inci alsana bana


Diyen arkadaşlarım da olmuştu tabii...


1987 yılının sıcak bir  Ağustos gününde indim Tokyo’ya, hostesler uçağın kapısını açtığında fırının kapısı açılmış da yüzümüze cehennem ateşi üfleniyormuş gibi hissettik...


Beni Narita Havaalanında gazetemizin temsilcisi Yavuz Donat’ın elçilikte görevli bir arkadaşı karşıladı... Buz gibi soğutulmuş arabasına bindik. Gözüm, adamın pırıl pırıl saçlarına takıldı. 


Yolda okuduğum havayolu dergisinde Japon mutfağının ana girdisi olan “nori-yosun”  çok detaylı anlatılıyor ve deniliyordu ki:


-Nori, deniz yosunu, envai çeşit minerali barındırır. Sofralarından yosunu eksik etmeyen Japonların saçları bu nedenle plastik gibi sert ve parlak olur. Hatta Japonya’da uzun süre bulunan yabancıların da saç yapısı değişir, sertleşir, pırı pırıl hale gelir... (****)


Bu benim gibi “saç tellerinin inceliğinden şikayet eden” biri için bulunmaz bir nimetti. 


Arabada önümde oturan adama sordum hemen:


-Ah sizin saçlarınız ne kadar gür ve parlak... Yoksa siz de yosun yediğiniz için mi böyle oldu?


Fakat sonradan dost olduğumuz görevli biraz mahçup bir ifadeyle ve hatta kızararak başını elleriyle kavradı ve sessiz kaldı. 


Arabadan inerken farkettim, adamcağız pırıl pırıl parlayan, simsiyah bir peruk kullanıyordu. Neyse ki şakayı seven biri olduğu anlaşılan adamcağız bunu mesele yapmadı.


Baltayı taşa vurmuştum. Tabii ki plastik gibi sert ve parlak saçlara kavuşma hayalim de son buldu. Eğer yosunla bu iş olabilseydi, adamcağız peruğa başvurur muydu?


..........


Şimdi Japonya seyahatimin son günlerinden bir anektod paylaşacağım sizinle... 


-Dur yahu, daha peruk ve yosundan başka şey anlatmadın ki...


Dediniz duydum, ama bu olay yaşanmasa sizlere bu izlenimlerimi aktaramayacaktım. 



Tokyo Borsasını incelemiş ve binadan ayrılmıştık. Fırtınalı bir gündü, Pasifik Okyanusuna bakan bir kaldırımda yürüyordum, birden elimdeki defterler ve notlarım sert rüzgarla uçtu, peşinden koşayım dedim, yakalayamadım, defterler uçtu uçtu ve köprü altında demirli bir teknenin branda kaplı tepesine kondu... Ne yapacağımı şaşırmıştım, not defterlerim benim için o kadar değerliydi ki, haftalardır süren seminerlerin notları, yazacağım haberlerin, röportajların taslakları hep onlardaydı... 


Bir genç belirdi yanımda...


Fırtınaya filan aldırmadan, ceketini çıkardı, koşarak aşağıya, rıhtıma indi, iğreti tahtalardan yapılmış iskeleden önce bir kayığa geçti, oradan da teknenin tepesine tırmandı, benim dosyalarımı, not defterlerimi getiriverdi.  Ayaküstü konuştuk, lisedeymiş, okuldan dönüyormuş, benim yaşadıklarımı görünce hemen yardımıma koşmuş.



Teşekkür üstüne teşekkür ettim tabii... Bu notlarımı ve fotoğrafları kütüphane düzenleme çabalarım sırasında tozlu evrakımın arasında buldum ve Japonya izlenimlerimi yazma fikri buradan doğdu. Sıkılmazsanız, devam edeceğim...


Ağustos 1987


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sisyphus

(**) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/M%C3%BCyesser_Y%C4%B1ld%C4%B1z


(***) https://www.kaynakyayinlari.com/tcg-kocatepe-nasil-batti-p364584.html


(****) https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/6432477301076463276


(*****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Nori


Cumartesi, Kasım 28, 2020

O külçe külçe altınlar





ABD’ye ilk gidişim...


Washington DC’den başlayarak 1986 yılının Kasım ayı boyunca, ülkeyi boydan boya gezeceğiz, yetkililer, özel sektör, üniversite temsilcileri, gazetecilerle buluşacağız, Amerikan ekonomisinin işleyişini, son durumunu öğrenmeye çalışacağız. Amerikan Dışişleri Bakanlığı,genç ekonomi gazetecileri için özel program” başlatmış, gazetem (*) beni gönderiyor. ABD’yi eyalet eyalet gezecek grupta, dünyanın heryerinden 10 genç gazeteci var. 


Şu sıralarda “kitaplık temizliği” yapıyorum ya, o günlere ilişkin notlarımı, fotoğraflarımı buldum, ayıklıyorum ama detayları bir kenara bırakarak, bir unutulmaz “an”ı sizinle paylaşmak istiyorum. 





Şimdi New-York’tayız... Ne çok dolaştık, Time Square’den tutalım da “İkiz Kuleler”in tepesinden kuşbakışı Manhattan’ı seyretmeye, ünlü 5. Caddedeki ultra lüks mağaza vitrinlerine bakıp, “eye-shopping”le yetinmeye, China Town’a, heryeri karış karış geziyoruz... Jazz Konserleri, Harlem, Ellis Adası, BM Genel Merkezi... Oooo, ne çok resim var önümde.  Hayalimde o günlerde yaşananları birbiri ardına canlandırabiliyorum bunca yıl sonra bile... Ama en heyecanlı randevumuz yarın:


-Yarın ne var programda?

-Federal Reserve’ün(**)-Amerikan Merkez Bankası- bodrumuna ineceğiz

-Bodrumu mu? Ne göreceğiz orada?

-Evet, yarını bekle...


Manhattan’ın göbeğindeki binaya sabah erken saatlerde ulaşıyoruz, gruptaki gazetecilerden kimileri uyanamamış, kimi programla ilgilenmemiş, Federal Reserve’ün önünde bekleyen sadece üç gazeteciyiz, binaya girerken x-ray’dan geçiriliyoruz, el çantalarımızı, fotoğraf makinelerimizi rehin alıp kasalara kilitliyorlar, bizi bodruma indirecek rehberimiz geliyor, birer rozet yapıştırıyor yakalarımıza, asansöre biniyoruz. 


Sanki uzun sürüyor, hatta dakikalar alıyor bodruma inişimiz, belki de 1924 yılında yapılan tarihi binanın asansörleri de o yılın “aheste yaşam izleri”ni taşıyor... Sonunda durduk, asansörden çıkıyoruz, görevliyle birlikte upuzun koridorlar boyunca yürüyoruz, önümüzde açılan özel düzenekli ağır kapılar ardımızdan kapanıyor ve...


-Aman tanrım bu gerçek mi? 


Diye çığlık atmak istiyorum... Çünkü önümüze açılan manzaraya inanamıyorum... 





Yarım futbol sahası büyüklüğünde bir alan boyunca, yerden tavana uzanan, “külçe külçe altınla dolu odacıklar”, demir kafesli kapılardan içlerini görüyoruz. Kimilerinde ülke ismi var, rehberimiz “İran” yazılı odacığın önünde durduruyor bizi:


-Bakın bunlar İran devletine ait altınlar. Ancak şu sırada İran’a ambargo uyguladığımız için İran makamlarının bu altınlar üzerinde tasarruf yetkisi yok.


O sırada iki görevli önümüzden altınlarla yüklü bir el arabasını ağır ağır sürerek geçiriyor:






-A, adamların ayakkabıları da özel galiba?

-E, tabii, düşünsenize o külçelerden birinin düştüğünü, ayak anında kırılır. Bir külçe altın, tam 12.7 kilogram. O yüzden buraya girdiklerinde darbeye dayanıklı, sert metal kaplamalı özel ayakkabılar kullanırlar.


Tabii ki Türkiye’nin altınları da oradaki odacıklardan birinde muhafaza ediliyordu. 


Hatta bir tarihte eski Merkez Bankası Başkanı Cafer Tayyar Sadıklar’la bu konuyu görüşmüştük de, yanlış hatırlamıyorsam Menderes Hükümeti döneminde altınların Türkiye’ye getirilmesinin düşünüldüğünü ancak bu işlemin “sigorta sorunu” yüzünden gerçekleştirilemediğini anlatmıştı... 


-Türkiye’nin tonlarca altınının yüklendiği uçağın veya geminin Atlantik Okyanusunda kazaya uğrayıp batma olasılığı mı düşünülüp vazgeçilmişti acaba?

-Valla hayal bile edemiyorum  öyle bir olasılığı... Tüylerim ürperiyor.


Yanılmıyorsam son yıllarda bu altın varlığı (bazı kaynaklara göre 220 ton) memlekete geri getirildi.


-E, onca yıl sonra nasıl getirildi altınlar?

-Valla o konuda pek çok söylenti, bilgi, haber var. Bunlara bakılabilir tabii (***)

-Peki o altınlar şimdi Merkez Bankasının uhdesinde mi, Varlık Fonuna mı devredilmiş? (****)

-Aman dur, ağzını hayıra aç... Altınlarımızı da şimdi Katar’a filan pazarlamaya kalkarlar da...


Ne yazık ki, “o güne dair” tek bir fotoğraf karesi bile yok elimde... Başta da söylemiştim, bizi Federal Reserve’e alırken üstümüzdeki her şeyi, çantaları, not defterlerini, fotoğraf makinelerini emanete alıp kilitlediler. Bize verilen broşürün üstünde ise bir tek siyah beyaz fotoğraf vardı. 


-Hem canım, fotoğraf varsın olmasın, ben tonlarca altını -al gözüm seyreyle- diyerek görmüşüm bir kere, artık gam yemem...


İşte böyle... 


O unutulmaz bodrum katında, bize “rüyada mıydık?” Dedirten ziyaretimiz 1 saat sonra sonuçlandı ve Amerikalı yetkiliyle onca kapıdan koridordan geçip yeniden asansöre bindik. Ben soracak oldum:


-Ama burasının güvenliği nasıl sağlanabiliyor? Hiç mi soygun şüphesi duyulmaz?


Adam şöyle bir baktı bana ve yüzündeki “ne biçim soru” der gibi bir küçümseme ifadesiyle sustu.


Adamla aramızda geçen bu olay tekrar ne zaman aklıma geldi biliyor musunuz? 


11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler felaketi yaşanırken... 


Binlerce insanın öldüğü böyle bir saldırı ABD gibi bir süper gücün “hem de tam kalbinde” nasıl yaşanabildi?


Bu soruya hala cevap bulunamadı bence...Komplo teorileri acaba doğru olabilir mi? diye de zaman zaman aklıma gelmiyor değil vallahi...



(*) Tercüman 


(**) https://www.newyorkfed.org/aboutthefed/goldvault.html

(***) https://www.aydinlik.com.tr/yurtdisindaki-altinlar-turkiye-ye-getirildi-ekonomi-mart-2019

(****) https://www.mahfiegilmez.com/2019/01/merkez-bankasnn-altnlar-konusundaki.html?m=1

Perşembe, Kasım 26, 2020

Şam’da peşimize hafiye takmışlar




Öyle çok seyahat ettim ki güzel mesleğimde, “dünyayı gezdim” desem yeridir... 

Seçim propagandalarında, siyasilerle memleketin en ücra köşelerini karış karış dolaşmaktan tutalım da, liderlerin resmi yurtdışı gezilerine, özel dosya araştırmalarına, röportajlara, ülkelerden gelen davetlere kadar...


Mesleğe yeni başlamıştım Tercüman Gazetesinde, ekonomi alanında ilerlemeye çok istekliydim, dönemin Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’ı takip ediyordum, gazetecilik yaşamımın ilk yurtdışı gezisi onunla Şam’a oldu. Şam’da Türk Heyeti soğuk karşılandı. “Hatay’ı içine alan Suriye haritaları” bütün resmi toplantılarda duvarlarda asılıydı, üstelik Abdullah Öcalan da yıllardır Şam yakınlarında “misafir” ediliyordu.


Hafız Esad’ın başında bulunduğu Baas Rejiminin etnik temizlik amacıyla Hama ve Homs’ta (*) kimyasal silah kullanıp binlerce  sivili katlettiği haberlerini duyuyorduk. O sırada Hürriyet’te olan sevgili meslektaşım Saygı Öztürk’le kafa kafaya verdik:


-Yahu Nursun, Özal’ın görüşmelerinden kayda değer bir şey çıkmıyor. Zaten ajanslar da takip ediyor. Biz keşke buraya gelmişken özel bir şey yapabilsek...


İkimizin aklından aynı şey geçiyordu besbelli, “Hama ve Homs’a gidebilmek...” Orada yaşananları resimleyip haber yapabilmek... Hatta Saygı’nın planı, Hama tabelasının önünde fotoğraf çektirip haberlerine vinyet olarak kullanmaktı.


Fakat biz iki genç gazeteci bu konuşmaları, resmi geziyi takip ettiğimiz sırada bize tahsis edilmiş olan arabada yapıyorduk. Şoförümüz sözde (!) “tek kelime Türkçe bilmiyordu... Çat pat Fransızcası vardı.” Bizimle işaret diliyle anlaşıyordu.


Sağa sola danıştık, otelimizdeki bir turizm acentesinin sahibiyle konuştuk ve bizi Hama-Homs’a götürecek bir araba temin ettik. Masrafları Saygı ile aramızda paylaşacaktık.  


Programımızı yaparken, bir gün önce gezide bulunan işadamı Emin Hattat bizleri Şam’ın epeyce dışında bir restorana davet etti. Aramızda Milliyet adına geziyi izleyen Derya Sazak, Cumhuriyet’ten Sedat Ergin, Yeni Asır’dan Ercan Deva, Anadolu Ajansı temsilcisi Ekrem Aktaş da vardı. Hatta biz yemekteyken Başbakan Yardımcısı Özal, Suriye lideri Hafız Esad ile görüşmüş ve biz bu buluşmayı görüntülemeyi atlamıştık... Neyse ki ajanslar haberi geçmiş ve önemli olay kayda girmişti. Bir varsayıma göre de Özal bu randevunun gizli tutulmasını istemişti. 


Neyse işte, dönüş yolunda, “tek kelime Türkçe bilmeyen şoförümüz” arabayı aheste aheste sürüyor, biz Saygı ile  bunları konuşurken, bir yandan da sevinçten içimiz içimize sığmıyor. Hama ve Homs’tan geçeceğimiz  “atlatma haberler” hayalimizi süslüyor.


Derken otelimize döndük, Hafız Esad-Turgut Özal buluşması haberine ufak tefek ilavelerle durumu kurtarmaya çalıştık ve odalarımıza çekildik. Planımız hazır, sabah erkenden yola çıkacağız, istikamet Hama...


Ben kim bilir kaçıncı uykumdayken, odamdaki telefon çaldı, saate baktım 03.00, “hayırdır inşallah?” Diyerek açtım:


-Aloo, Nursun Hanım, merhaba, ben Türk Büyükelçiliğinden arıyorum. Otelinizin lobisindeyim, lütfen aşağı inebilir misiniz?

-A, ne oluyor? Ne için?

-Telefonda konuşmak istemiyorum, lütfen aşağı inin, önemli bir konu var, mutlaka görüşmeliyiz.


Apar topar giyinip, aşağı indim, baktım bizim elçilikten genç bir diplomat ayakta bekliyor, direkt konuya girdi:


-Nursun Hanım,  Hama ve Homs’a gitmeyi planlıyormuşsunuz Saygı Beyle birlikte... Rica ediyoruz bunu yapmayın. Orada çok tehlikeli bir ortam var, hatta kimyasal silah kullanıldığına dair duyumlar geliyor, Türk Büyükelçiliği olarak hayatınızı garanti edemeyiz. Tavsiyemiz, bu plandan vazgeçmeniz. Hatta tavsiye de değil, can güvenliğiniz için ısrarlıyız bu konuda. 


Ben şaşırıp kalmıştım, “herkesten gizli tuttuğumuz” bu plan nasıl olup bizim büyükelçiliğe kadar ulaşmıştı da gecenin bir yarısında elçilik bize telkinde bulunmak için otelimize görevli yollamıştı? 


O saatte hemen Saygı’yı telefonla arayıp durumu anlattım, şaşırdı, bu haberin nasıl sızdığı sorusuna önce yanıt bulamadık ama, sonra ikimizde de jeton düştü... Bu işin arkasında  büyük olasılıkla bizim “tek kelime Türkçe bilmeyenSuriyeli şoför vardı, besbelli bu ajan-şoför arabadaki konuşmalarımızı günlerce dinleyip durmuş, sonra da durumu Suriye makamlarına jurnal etmişti, onlar da bizimkilere tabii...


Böyle ciddi daha doğrusu “hayati” bir uyarı alınca planımızı rafa kaldırdık, ertesi gün Özal’ın Şam’daki muhatabı olan Başbakan Yardımcısı Abdülkadir Kaddura ile röportaj randevumuz vardı, haberlerimizi geçtik, hazırlandık ve Özal’ın “tarifeli uçağıyla” Ankara’ya döndük.


Dönüş yolunda, “çiçeği burnunda muhabir” olarak benim başıma yine tuhaf bir olay geldi. Uçaktaki işadamları ile tek tek konuşup, Suriye izlenimlerini alıyor ve isimlerini sorarak not tutuyordum. “Kerli ferli adam” derler ya, işte tam da öyle görünen, orta yaşlı, kilolu bir beyefendiyle konuşup, nazikçe ismini sordum. Birden kahkahalarla gülmeye başladı ve etrafındakilere seslendi:


-Aman arkadaşlar bakar mısınız? Buyrun size beni tanımayan, hem de Ankara’lı bir gazeteci...


Kahkahaları öylece sürüp gitti, bense sıkıntıdan “kıpkırmızı” olmuştum. 


-Kimdi acaba ismini sorduğum o işadamı? O kadar ünlüydü de ben bu adamı  nasıl tanımamıştım?


Yine Saygı fısıldadı kulağıma:


-O adam Nezih Dural... Hani şu dünyayı ve Türkiye’yi sarsan  Lockheed Yolsuzluğu diye bilinen olayın baş kişisi... (**)


(*) https://en.m.wikipedia.org/wiki/1982_Hama_massacre


(**) https://t24.com.tr/amp/haber/en-zengin-general-yolsuzluk-iddialari-icin-hakim-karsisina-cikmadan-oldu,302346






Salı, Kasım 24, 2020

Bir fotoğrafın gerisinde yatan...


Bugünlerde  evdeki kitaplıkta  belge-fotoğraf tarama işiyle uğraşıp duruyorum. Meğer ne zor işmiş “yaşamımızın geçmişteki izleri”ni ayıklayıp, sınıflandırmak. 

Tabii “geçmişe dalmak” insanda tuhaf duygular da uyandırıyor. Nasıl mı?


-Şu fotoğraftaki insanların kim olduklarını ben bile hatırlamıyorum. Ne diye saklıyorum ki? Bizden sonra kimin işine yarayacak? Yırt at o zaman. Ama şu fotoğraf çok şey anlatıyordu, kalsa bari... İyi de o fotoğraf sana çok şey anlatıyor, yahu, öyküsü yazılmaya değerse, arkasına not iliştir ama başkaları ne yapsın? Yırt at... Aaaa bu fotoğraf bizim derneğin açılışında çekilmişti. Ooo kimler yok ki? Amaaan iyi ki kurmuşuz derneği, şimdi yönetenlere başarılar dileyelim gitsin. Zaten fotoğraftakilerin hepsi aramızdan ayrılmış. Boş ver, saklama, yırt at. 


İşte böyle, günlerdir yırtıp atıyorum kimi fotoğrafları. Kimi zaman da yok etmeye kıyamayacaklarım çıkıyor karşıma. 


Ramallah’ta Filistin Lideri Yaser Arafat’la (****) yaptığımız röportaj. Gerçi ben bu olayı kitabımda (Hamamböceği Sendromu) (*) bütün detaylarıyla anlatmıştım ama o fotoğrafı tekrar görmek farklı duygular yaratıyor insanda.


Geçenlerde kameramanım ve bütün bu zor röportajlardaki kader arkadaşım Ali Berber aradı:


-Nursun Abla nasılsınız?

-İyiyim sevgili Ali, pandemi korkusundan evlere kapandık işte. Sen çalışıyorsun kolay gelsin.

-Geçen gün aklıma o Ramallah’a gidişimiz geldi de... Hani İsrail polisi bizi sınır kapısından Filistin tarafına almamıştı, o gün İsrail tankları işgal etmişti Ramallah’ı.

-Hiç unutur muyum Ali? Bir kaç Filistinli kadınla karşılaşmıştık da onlar bize “isterseniz bizimle gelin, madem buradan almıyorlar başka kapıdan gireriz. Yalnız ıssız bir arazide 7-8 kilometre yürüyeceğiz” demişlerdi. Hemen kabul edip peşlerine takılmıştık.

-Hah, aynen... Peki iyi hoş ama, biz nasıl oldu da onların peşine takılıp onca yolu yürüdük değil mi? Ya mayın olsaydı o arazide?

-Vallahi hiç aklıma gelmemişti Ali... Gerçekten, ya mayın döşemiş olsaydı İsrail askeri oralara? Yapmadıkları şey mi?




Düşündüm de gazetecilik tutkusu böyle bir şeydi demek ki... Aklımızın ucundan bile geçirmemiştik o işlerin içindeyken “ölüm tehlikesini.” Oysa o günlerde bir İtalyan gazeteci, tam da Ramallah işgali sırasında İsrail askeri tarafından vurulmuş, ölmüştü. Ya foto muhabirimiz Mustafa Pekcan? (***) Bağdat’ta bulmadı mı ölüm onu? Hem de 38 yaşındaydı, 9 aylık bebeği vardı doyamadığı...


Bizim şansımız ise o gün Ramallah’ta yaver gitmiş, onca ateşin altında bir televizyon şirketinin binasına sığınmayı başarmıştık. (**) Binanın üst katında tam 48 saat mahsur kalmıştık. Bir ara, İsrail tankının namlusu bizim bulunduğumuz kattaki televizyon şirketini bile hedeflemişti üstelik... Bu şartlarda sürdürmüştük yayınlarımızı. Sonunda bir baktık, Türk bayrağı flamalı bir zırhlı araç dayanmış kapıya... Tel-Aviv Büyükelçiliğimiz ve Dışişleri Bakanlığımızın çabası sonuç vermişti de, çıkabilmiştik ateş altındaki Ramallah’tan .


O koşullarda, dünyanın gözü önünde halen yaşamaya devam eden insanlara yazık değil mi peki? Arafat’la görüşmeye gittiğimizde ev-ofisinin tepesinde dönüp duran İsrail helikopterlerinin tacizi... Filistinlilerin yokluk, umutsuzluk ve yarın endişesi içinde geçen yaşamı.


Geçmişte kendilerine yapılan zulmün üstünü bu kadar kolay kapatıp, şimdi insanlara sırf Filistinli diye bunca eziyet çektiren İsrailliler acaba kendilerini vicdanen çok mu rahat hissediyor?



İşte o günlerden başka bir resim. Kudüs’te, El Aksa’nın önündeyiz Ali ile birlikte. Müslümanların kadim, en kutsal ibadet merkezindeyiz,  İsrail polisi bizi caminin avlusuna almamak için bin dereden su getiriyor:


-Siz kimsiniz?

-Gazeteciyiz, buyurun İsrail makamlarından aldığımız izin belgeleri.

-E ama Türkmüşsünüz siz... Müslüman mısınız peki? Haydi bir dua okuyun da görelim...


Şımarık, tepeden bakan, elindeki otomatik silahla kendini dünyanın hakimi sanan bir asker... Bu kadar mı zor acaba onlara biraz “anlayış” ve “düzgün davranış” öğretmek...


Ya işlerimizi tamamlayıp ayrılırken havaalanında yaşadığımız işkence? Görevli bizleri tepeden tırnağa arayıp, bir sürü ahiret suali sorduktan sonra lütfediyor:


-Bir şartla


Diyerek...Neymiş? Kameramızın tripotuna el koyacakmış... Neden mi? Onu uçağa alamazlarmış çünkü içinde gizli patlayıcı filan olabilirmiş... Dilimizde tüy bitiyor Ali Berber’e zimmetli o değerli kamera ayağını vermemek için. Adam sırıtırken “Nuh deyip, peygamber demiyor” ısrarımıza...


Oysa bir gün önce İsrail kabinesinin önemli isimleriyle röportajlar yapmışız, hemen aklıma geliyor. Dışişleri Sözcüsünün cep telefonu var bende, arıyorum, durumu anlatıyorum...


Sözcü telefona görevliyi istiyor, aralarında İbranice geçen tartışmadan sonra kıpkırmızı olan görevli tripotumuz teslim ediyor, bir oh çekiyoruz...


E, nerede kalmıştım? Ayyy, o kadar çok taranacak belge, ses kaydı, fotoğraf var ki, daha bir arpa boyu yol gidemedim. İmdaaat...


(*) https://www.nadirkitap.com/hamambocegi-sendromu-nursun-erel-kitap10406671.html


(**) https://mobile.tgrthaber.com.tr/gundem/38268.html


(***) https://eksisozluk.com/mustafa-pekcan--1072837


(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Yasser_Arafat


Pazartesi, Kasım 23, 2020

EVLİLİKTE İDEAL YAŞ FARKI

 



Kitaplıkla ilgili düzenleme uğraşım devam ediyor, ancak her geçen gün işler daha da Arap Saçına dönüyor. E, kolay değil geride kalan 30 yıllık gazetecilik yaşamımızın notları, belgeleri, ses kayıtları, fotoğrafları derken,  “o anlar” beni içine çekiyor, yaşanmışlıklara kapılıp gidiyorum. 


İşte bir anı... 12 Eylül Harekatı sonrasında feshedilmiş hükümetin eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ile konuşuyoruz. Bir ara soruyor:


-Evli misiniz Nursun Hanım?

-Hayır efendim, henüz değil ama yakında evleneceğim.


Hemen nişanlımla yaş farkımızı soruyor ve diyor ki:


-Bakın küçük hanım, erkekle kadın arasındaki yaş farkı ideal evlilikte 7 olarak hesaplanır. Ama benim buna küçük bir ilavem olacak. O da şu... Erkekle kadın arasındaki ideal yaş farkı, erkeğin yaşının yarısına 7 ilavesiyle bulunur. 


Şöyle bir düşünüyorum, “Eh, bizim Feyzan’la yaş farkımız gayet uygun...” gülümsüyorum. Çağlayangil, “Çok memnun oldum, demek ki birbirinize  uygun bir çiftsiniz. Şimdiden tebrik ederim. “ diyor ve bıyık altından gülerek devam ediyor:


-Yalnız bu hesabı ileriki yıllarda da yapmak lazım... Ne de olsa hayat durağan değil, sürekli değişiyor.


O gün Çağlayangil’le gündemdeki bir siyasi meseleyi konuşmak için 

görüşmüştüm, fakat salonun duvarlarını süsleyen dev goblen tablolar dikkatimi çekti:





-Efendim ne kadar güzel tablolar bunlar


Diyecek oldum, şunu söyledi:


-Aman Firuzende Hanım duymasın da, çok sıkılıyorum şu kalabalık duvarlara baktıkça... Baksana, hanımın goblenlerinden boş yer kalmamış. Bir ara karşımızdaki daire boşalmıştı, hanıma dedim ki, kiralayalım da ben çalışma ofisi olarak kullanayım, ne dersin? Hem gelip gidenlerim çok oluyor, seni de rahatsız etmemiş oluruz.


Hanım ne dese beğenirsin?


-Ah ne güzel olur. Sandıklarda beklettiğim diğer goblenlerimi çıkartır çerçeveletir onları da oradaki boş duvarlara asarım.


Çağlayangil, bunu duyunca hemen vazgeçmiş o daireyi tutmaktan. 


Evden ayrıldıktan sonra gidip bandı deşifre edip haberimi yazdım ama bir yandan da aklımı, Çağlayangil’in “evlilikte yaş formülü” kurcalıyor, bunu Feyzan’a anlattığımda baktım gülüyor. Sonra ben de kafamda bir hesap yaptım ki, yaş olayı yıllar geçtikçe nedense (!) hep kadının aleyhine dönüyor... İşte buyurun, bu formüle göre bir kaç hesap:


Erkek 20 ise 20/2=10 artı 7 Kadın 17 olmalı.

Erkek 30 ise 30/2=15 artı 7 Kadın 22 olmalı.

Erkek 50 ise 50/2=25 artı 7 Kadın 32 olmalı.

Erkek 80 ise 80/2=40 artı 7 Kadın 47 olmalı.


Aaaaaa, bu nasıl hesap yahu? Buna göre erkek her 10 yılda bir karısını bırakıp genç bir kadın bulacak... 


-İtiraz ediyorummmmmm.


Peki dostlar, söyleyin bakalım, sizde hesap nasıl?


Cumartesi, Kasım 21, 2020

Küvette Bir Kırmızı Gül



Şu Covit 19 denen menhus salgın bizi evlere hapsetti ya, alacağı olsun... E, ne yapalım? Teslim olacak değiliz. Kitaplığı alt üst ediyorum, yazarları büyüteç altına alıp, kitapları kelimelerine kadar inip analiz etme çabasındayım. Vaktimiz nasıl olsa bütün bunları yapabilecek kadar bol. Eskiden olsa öyle miydi ya?


-Alo, ne var ne yok?

-Ne olsun, kitap var elimde

-E koy onu şimdi kenara, çok iyi bir film gelmiş, alıyorum biletleri, kalk gidelim...


Hemen ayağa fırlayıp evden çıkmalar, koşa koşa 14.00 seansına yetişme çabaları, filmi izledikten sonra bir yerde oturup, kahve-çay eşliğinde film üzerine tartışmalar...


Bununla da bitmiyordu doğal olarak. Düşünsenize, “salgın hayatımıza girmeden önce” sokakta yapacak ne çok işimiz vardı. 


-A, beyaz peynir bitmiş, çıkıp alayım, sonra da Ayşe ye uğrarım, biraz laflarız. Kış da kapıda, şöyle sıcak tutacak kadife bir sabahlık mı alsam? Tunalı’ya da ne zamandır çıkmamıştım, birbirinin kopyası AVMler  insanı deli ediyor,  oradaki dükkanlara bakar, belki farklı bir şey bulurum. Hem, Tunalı’da yürürken her zaman birisine rastlanır, ayaküstü sohbet kurulur:


-Selam yahu, nerelerdesin?

-İşler güçler geride kaldı, asıl sen ne yapıyorsun?

-Gel şurada oturalım, dur, sen de Sandviç’in  karışık tostunu sevmez miydin? Paket yaptıralım, Kuğulu’da atıştırır sohbet ederiz


Derken günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar su gibi geçer gider. Kitaplar da okunur ama öylesine...


-Tretyakov Müzesi neydi


Diye sordunuz. 


Son haftalarda bir söyleşiden mülhem (!) * Doris Lessing’e takıldım. Takılmakla kalmadım “sabit fikir” haline dönüştürdüm Lessing’i. Düşünebiliyor musunuz? Bir kaç yıl önce okuduğum anılarını (Under My Skin) **  buldum ve altını çize çize, notlar ala ala okuduğum kitaba bir baktım ki, onu okuyan meğer ben değilmişim. 


-Nasıl olur yahu? Alzheimer dedikleri bu mu yoksa?


Diye kendi kendime sora sora yeniden başladım okumaya. Bu kez altını çizdiğim yeni satırlar neredeyse bütün sayfaları birer karalamaya dönüştürdü... Lessing’in, dikkatimden kaçan ya da unuttuğum öylesine ilginç notları yer almış ki kitapta.



Örneğin Tretyakov Müzesi ile ilgili bölüm. 


Doris Lessing, kendisini “komünist” diye tanımladığı gençlik yıllarında, bir grup batılı yazarla birlikte Moskova’ya davet ediliyor, tam da Stalin pençesindeki Rusya’ya.  Davet tümüyle propaganda odaklı. Leningrad’a hatta Tolstoy’un köyü “Yasnaya Polyana”ya bile götürülüyorlar. Yol alırken bir çiftçi grubuna rastlayıp duruyorlar. Yaşlı bir çiftçi her türlü engeli aşıp, ölümü bile göze alıp, şunları haykırıyor:


-Size gösterilenlere inanmayın, Yurtdışından gelen ziyaretçilere yalan söyleniyor. İnanmayın. Hayatlarımız korkunç. Rus halkı-Rus Halkı adına konuşuyorum- eziyet çekiyor. İngiltereye dönüp size söylediklerimi herkes anlatmalısınız.Komünizm korkunç.


Lessing, Stalin ölmeden hemen önce gerçekleşen Moskova ziyareti sırasında ünlü Tretyakov Müzesindeki izlenimlerini de şöyle anlatmış:


“Tretyakov adında bir sanat galerisindeyiz, etrafımız otlayan ineklerin, mutlu köylülerin, güzel manzaraların resmedildiği büyük tablolarla çevrili... Anlaşılan sadece “SAĞLIKLI” resimler yapmalarına izin verilen Sovyet ressamlar bu numarayla, en azından kendi durumlarını biraz yumuşatıyorlardı, bir resmi tamamladıktan sonra kasıtlı olarak bir köpek veya orada olmaması gereken bir figür ekliyorlardı. Bu resim evet veya hayır diyecek olan görevlilerin önüne konulduğu zaman, bu görevliler, daha yukarıdan eleştiri ihtimaline karşı kendilerini korumak durumundaydılar. Bu noktada devreye sanatçı girerdi, -Yoldaşlar şimdi gördüm-köpek yüzünden. Köpeği koymakla hata ettim- “pekala yoldaş, o halde köpeği çıkar” ve resim (elemeden) geçiyordu.”


Ne kadar ilginç ki, Lessing’den yarım yüzyıl sonra Moskova’ya gittiğimizde ben de Tretyakov’u gezdim, hem de saatlerce... Ama ben Ayvazovski tablolarını arama telaşındaydım. Hatta Ivan Shishkin’in  hasat, orman, hatta ayıları resmeden tablolarına bayılmıştım. Ama bu tabloların o dönemin Rusya’sını güzel, bereketli, özgür, neşeli, hayat dolu göstermek gibi bir amaçla, daha doğrusu “baskıyla yapıldıkları” aklımın ucundan bile geçmemişti.


Düşünüyorum da, Lessing’i “komünist” kimlikten vazgeçiren, “komünizm” sevdasından koparan acaba  bu ziyaret mi olmuştu?


Moskova’ya ben de ilk kez, “Glasnost” *** öncesinde bürokratlar ve gazetecilerden oluşan bir heyetle gitmiştim. Karşılamada, Vnukova Havaalanının özel bir salonuna alındık ve öyle bir sofrayla karşılaştık ki, şaşırdım. Şampanya su gibi akıyor, havyarlı bliniler (kanepeler), o sırada Moskova’da nadir bulunan tropik meyveler filan ikram ediliyordu. Biz hanımlara karşılamada uzun saplı birer kırmızı gül bile  armağan edildi.


Kızıl Meydandaki otelimize geçtik, bir elimde küçük valizim, öbür elimde uzun saplı gülüm, upuzun, buz gibi, ürkütücü koridorları katedip odama ulaştım. Odamda vazo bulamadığımı ve yorgunlukla hemen yatıp uyuduğumu anımsıyorum. Ertesi gün işlere güçlere dalmış, günün tamamını  dışarıda geçirmiştim, odama döndüğümde ne göreyim? Odanın temizliğini yapan görevli, benim uzun saplı kırmızı gülüme kıyamamış, solmasın diye küvete biraz su ekleyip gülü içine yatırmıştı. İşte bu resim o günden kalma.



Yıllarca “sözde devrim”in ezip geçtiği Rusya’yı Glasnost ve Perestroyka *** bir anda nasıl değiştirebilirdi ki? Yokluk heryerde hissediliyordu. Banyomuzda sadece küçücük sert bir el havlusu vardı, sabun bile yoktu. Bir arkadaşım bana yanındaki sabunu kırıp bir parçasını verdi.


Ertesi gün kahvaltı salonunda, iki kıdemli gazetecinin sohbetine tanık olmuştum:


-Mehmet Bey (Barlas), sizin yıllarca bize övüp durduğunuz komünizm bu muymuş?

-Sen ne diyorsun Kenan (Akın)? Övmekle kalmadım, baksana Rusya uğruna kan bile döktüm... 


Barlas sargılı elini gösterdi. Meğer o da zor bulduğu bir  sabun kalıbını arkadaşlarına pay edeyim derken, bıçakla elini kesip yaralamış.


Sohbete nokta koyan ise (rahmet olsunŞarık Tara **** idi:


-Beyler şu anda durum o noktada ki, buraya getirebilseniz, bir kasa limonla neler neler yapabilirsiniz... Mesela bir yıllık oda kiranızı karşılar, muhtemelen üniversite mezunu güzel bir kızı oda arkadaşı alır, hatta ona banyoda sırtınızı bile sabunlatabilirsiniz...


NOT: Daldan dala konduk ama Moskova’ya gitme sebebimiz, Şarık Tara’nın ENKA firması tarafından restore edilen tarihi Petrovski Pasajının hizmete açılması idi. https://www.turkrus.com/1341791-miladimiz-petrovski-pasajiydi-xh.aspx



*TDK Mülhem: Birisinin içine doğmuş. Esinlenmiş. 


**https://en.m.wikipedia.org/wiki/Under_My_Skin_(book)


***https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/glastnost-aciklik-ve-perestroyka-yeniden-yapilandirma-379

****https://en.m.wikipedia.org/wiki/%C5%9Ear%C4%B1k_Tara

Salı, Kasım 10, 2020

Zarif bir hanımefendi Dânâ (Dana) Noyan...



O zerafet timsali hanımefendiyi gençlik yıllarımda tanımıştım, onun şen şakrak kahkahaları ile renklenen muhabbetimiz yılllarca devam etti.

Dânâ Noyan aslında diş hekimiydi fakat anlattığına göre çok kısa bir süre Ereğli’de (Demir Çelik fabrikasında mıydı yoksa?)  görev yaptıktan sonra “diplomasını duvara asıp,” evlenip, Ankara’ya yerleşmişti. Son derece şık giyinen, dikiş nakışını kendi yapan, örgüleriyle ünlü, unutulmaz sofraları hep konuşulan bu güzel kadın, tanıştığımız sırada, gazetemizin Müessese Müdürlüğünü yürütüyordu.

Güneri Civaoğlu’nun (*) Genel Yayın Müdürlüğünde tirajı 1 milyon aşan, ünlü yazarlarının vurucu makaleleriyle etkili olan muhafazakar gazete Tercüman (**) 80’li yıllarda basın sektöründe büyük atak yapmıştı. Civaoğluözel haber”e çok değer verdiği için farklı görüşlerden gelen gazetecileri el üstünde tutar, iyi koşullarda çalışmalarını sağlardı. Anadolu Ajansının en yeni muhabiri, asgari ücretle çalışan bana, dört kat maaşla Tercüman’dan teklif gelince “hayatta okumadığım” bu gazeteye geçmekte çok tereddüt etmiştim ama Barış Kaşıkçı:

-Gazetecilikte imza sahibi olacaksın, sen boşver siyasi duruşunu, Güneri Bey için haber çok önemlidir... Mutlaka kabul etmelisin

Deyince, Tunus Caddesindeki büroda (Nur Batur’la birlikte)  çalışmaya başladık. Bence büromuz o yılların “en güzel gazete bürosu”ydu. Muhabirlerin ve istihbarat şeflerinin birlikte çalıştıkları salonumuz Büyük Ankara Otelinin Havuzuna bakardı. Yaz aylarında havuz çevresindeki şezlongların pek çok ünlü ziyaretçisi olur, Güneri Bey Ankara’ya geldiğinde randevularını otelde verirdi. Ne yazık ki çok değerli meslektaşımız ve çalışma arkadaşımız Mevlüt Işık da otelin lobisinde korkunç bir suikaste (***) kurban gitti. Salonun diğer ucundaki pencereler ise Rus Ticari Ataşeliğinin küçük koruluğunu görüyordu. 

Binamızın girişinde sol tarafındaki bahçe içindeki villayı bir ara mafya lideri İnci Baba (****) kiralamıştı. Leopar yavrusu hatta ceylan  beslediğini gözlerimle görmüştüm. Birgün oğlum Ali’yi iş çıkışı ana okulundan almıştım, kestirmeden otobüs durağına ulaşmak için, İnci Babanın bahçesinden geçelim dedim fakat yarı yolda aklıma leoparlar geldi, ‘Ya bize saldırırlarsa?” Diye ecel teri döktüm, koşarak geçtik bahçeden.

Büromuzun her yerini süsleyen makramelerle tavana asılı saksılar Dânâ Noyan’ın el emeğiydi. O güzelim süs bitkileri stresli çalışma saatlerimizi renklendirirdi. Dânâ Noyan onca hobisinin yanında Ankara’da defalarca “briç şampiyonu” olmayı başarmış, Türkiye çapında da dereceler almıştı. Bir gün bana “arkadaşlarını ikna et, size briç öğreteyim” dedi ama kimse istekli olmayınca vazgeçtik.  Çekişmeli tavla partilerimiz ise Ankara’da da Bodrum’da da keyifle devam etti. Bir sohbetimizde anlatmıştı:

-Biliyor musun? Bana bir şarkı yazılmıştı.

-Aman ne güzel. Hangi şarkı?

-Pek sayılmaz, daha doğrusu şarkı güzel olabilir ama sözleri çok sitemkar, baksana:

Sen kimseyi sevemezsin
Sevmeyeceksin sevmeyeceksin
Rüzgarlarin önünde
Kuru bir yaprak gibi
Sürüklenecek sürükleneceksin
Sefkat nedir ask nedir
Ömrünce bunu bilmeyeceksin
Rüzgarlarin önünde
Kuru bir yaprak gibi
Sürüklenecek sürükleneceksin

https://youtu.be/5CC8W0NMbYE


Belli ki güftekar Dr. Doğan Işıksaçan bu sözleri, aşkına karşılık alamadığı için yazmış, Kamuran Yarkın notaya dökmüş. Şarkı enfes ama, haksızlık etmemiş mi Dânâ Hanıma?

Bir keresinde (1989) yılbaşı yaklaşırken, Ankara Büromuzdaki bir grup arkadaşımıza imkan doğdu, Uludağ’a gidilecekti... Fakat, Dilek Akerdem’le birlikte  aldı mı bizi bir düşünce:

-Yahu tam da kayak mevsimi, iyi peki Uludağ’a gidince hoca tutar, ders mers alırız da, doğru düzgün kıyafetimiz yok ki, neyle kayacağız?

Dânâ Noyan bizi duymuştu:

-Aa, hiç düşünmeyin, benim kıyafetlerim ne güne duruyor? Yarın hepsini getiriyorum. 

Ertesi gün gelen son moda kayak takımlarını, hele benim ayağıma tam gelen tilki kürkünden apreskilerin güzelliğini unutamam, bütün şıklığımızla Uludağ’a gidip, düşe kalka kahkahalara boğulduğumuz kayak denemelerini, oğlum Mehmet’in diş çıkarırken yeni yeni emeklediği (7 aylıktı)  gecelerde bize uykuyu haram edişini de. Orada da haberciliği bırakmamıştık, bir bakanla (Yusuf Bozkurt Özal) karşılaşıp yaptığımız röportajın bandını çözerken, Mehmet daktiloya asılıp duruyordu.

Yıllar içinde Dânâ Hanımla dostluğumuz hep sürdü. Bir ara Başbakan Yardımcısı  Tansu Çiller’in danışmanı idim.  Dânâ Noyan da ekipteydi. O yılları, Ali Bilge ile kaleme aldığımız “Tansu Çiller’in Siyaset Romanı”nda anlattık, hala bulunuyor kitapçılarda. Dânâ Hanımın Tansu Hanımla ilgili gözlemleri, anekdotları ise bende saklı kaldı. 

Dânâ Hanım’la bir gün Bodrum’da sohbet ederken:

-A, bak sana ne göstereceğim. Şu sayfalara bakar mısın? Nazlı’nın (Ilıcak) benim için 13 yaşındayken yazdığı şiir...

Gözlerime inanamadım, “Nazlı Çavuşoğlu” imzalı, uyaklı şiir Dânâ Hanımı çok iyi anlatıyordu. Resmini  de çektim:







Geçen zamanda Dânâ Hanım zerafetini hiç yitirmedi ama şen kahkahası soldu sanki. Olayları, isimleri hatırlamakta zorluk çektiği anlaşılıyordu. 



Onu yitirdiğimizi öğrendiğimde ne kadar üzüldüm...  İlk aklıma gelen, kendisine yazılan şarkı oldu ama ben onun sözlerini değiştirdim:

Rüzgarla sürüklenip aramızdan bir yaprak gibi ayrıldınız belki ama şefkati de aşkı da umarım  gittiğiniz yerde bulmuşsunuzdur sevgili Dânâ Hanım”


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Terc%C3%BCman_(gazete)

(**) https://www.biyografi.info/kisi/guneri-civaoglu

(***) https://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/192/sayfa/1988/6/2/10.xhtml

(****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Nabi_%C4%B0nciler

Pazar, Kasım 08, 2020

İstifa üzerine notlar...


-Ülke ekonomisinin sorumluluğunu üstlenmiş bir Damat! Pardon Bakan (Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak) Instagram hesabından istifa ettiğini duyuruyor...

SAATLER GEÇİYOR SESSİZLİK

-Aynı anda resmî Twitter hesabı kapalı, ne kendisine, ne bürokratlarına ulaşılamıyor.

SESSİZLİK

-Amiral Gemisi (!) dahil, ana akım medya sus pus...

SESSİZLİK

-Bakanın istifa açıklaması korkunç imla hatalarıyla dolu... Acaba doğru mu bu istifa olayı? Yoksa hesap hacklendi mi?

SESSİZLİK

Peki bir devlet adamının kamuoyuna açıklama yaparken “At izi it izine karıştı” cümlesini kullanması, hele hele bizlere “ümmet” diye hitap etmesi nasıl değerlendirilebilir?

SESSİZLİK

-Muhalif TV’lerde yayınlar yapılıyor ama körün fili tanımlaması gibi... Konuşmacılar kem küm etmekte! Acaba haber doğru mu? Bir dönem AKP hükümetinde ekonomi görev alan, şimdi CHP’de milletvekili Abdüllatif Şener’e bağlanıyorlar:

-Efendim sizde bilgi var mı?

-Hayır bilgim yok, ben de sizi izliyordum... 

Bir kahkaha kopuyor bizim evde... Peki sonra?

SESSİZLİK

Nihayet sağlam ama çok sağlam kaynaktan bir bilgi geliyor, Cumhurbaşkanının yeğeni istifayı doğruluyor... 

Oh, öğrendik işin aslını... Peki doğru mu?

SESSİZLİK🤣



Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...