Bu Blogda Ara

Perşembe, Ağustos 26, 2021

HAZİNE BULDUM!


İsmet Köker’in yeni  kitabı elime geçtiğinde “hazine bulmuş” gibi oldum, hatta daha ötesinde duygular yaşadım. Kitabın adı “Hazine,” Andres Yayınlarından bir kaç ay önce çıkmış, İsmet Köker bana ve eşime imzalı olarak göndermiş.

“Bismillahirahmanirahim…” sözüyle başlattığı ilk sayfada, İsmet Köker bu kitabı yazmayı 11yıldır kafasında kurguladığını ve geçen yılın Mayıs ayında, kendisi 95 yaşında iken ortaya çıkardığını anlatıyor, ve “Allah bana, bir kula verebileceği bütün nimetleri verdi diye düşünüyorum ve buna şükrediyorum” diyor.


Yalnız İsmet Köker’in okurlarından bir isteği var:


-Bu kitabı okumadan önce bir ricam olacak. Lütfen okumaya başlar başlamaz, kendi dillerinde bir adet Tevrat, bir adet İncil ve bir adet Kur’an-ı Kerim edinsinler…


Tam koltuğuma yerleşmiş ve “Hazine”yi elime almışken bu cümleleri okuyunca kitabımı “şimdilik” başucuma koymaya ve Tevrat ile İncil’i edindikten sonra okumaya karar verdim. Kur’an-ı Kerim ise tam da İsmet Köker’in dediği gibi, yani Yaşar Nuri Öztürk’ün mealinden zaten kitaplığımızda var. “Hazine”yi, tekrar ele alıp okuyacağım ve hatta hem sizlerle hem de İsmet Köker ile aklımdakileri paylaşacağım. 


Yalnız, kitabın ilk sayfalarında yaralan şu alıntıyı şimdi aktarmasam olmaz:


“…Üçüncü kitabı (Tevrat ve İncil’in ardından Kur’an) da okumayı bitirdikten sonra siz de kemale ermiş olursunuz. Böylece dünyayı ve bütün kainatı yaratanın ulu tanrı olduğuna ve gerçek varlığın yaratan olduğuna inanacaksınız. Bu inanç sizi huzurlu ve rahat yaşatacak.Ne zaman olursa olsun, Allah’a inanancaksınız, çünkü dünyadaki tek gerçek Allah’tır. Her şey gelir geçer. O bizim aklımızın alamadığı ezelden gene aklımızın varamadığı  ebede kadar her yerdedir, her şeydedir ve bütün kainatı yarattığı gibi yaşamına devam etmektedir…

…Sizin yapacağınız tek şey Allah’a inanmak ve ona sadece şükretmektir. Allah’a güveneceksiniz. O ne yaparsa iyisini yapar, o ne ederse iyisini eder. Kendinizi Allah’a teslim ettikten sonra çok huzurlu, çok rahat, çok iyi bir hayat yaşayacaksınız…

…Bugüne gelmiş bir insan olarak izafi yaşınız yüzlerce yılı geçecektir. Benim yaşım 95, ama ben yüzlerce yıl yaşamış kadar kendimi Allah’a şükrederek getirmiş bulunuyorum. Darısı bütün insanların başına…”



Şimdi sizi biraz geriye götürmek istiyorum, İsmet Köker kimdi?


O Ankara Hukuk Fakültesinin en başarılı mezunlarından biriydi. Aslında sanırım “armut, ağacının diline düşermiş” sözünü de kanıtlayan bir isimdi, çünkü 42 yıllık hakimlik yaşamını belki de babası eski Yargıtay Başkanı Bedri Köker’in (**)  dillere destan mesleki deneyiminden etkilenerek seçmişti.


Ama benim için İsmet Köker, çocukluk yıllarımın en mutlu zamanlarının geçtiği Gaybi Yatır Apartımanı”ndaki sevgili komşumuz, “Hakim Amca” idi. Oğlu Mehmet Köker benim oyun arkadaşlarımdandı, kızı Fulya Köker ise henüz okuma yazmayı bilmediğim yıllarda okuldan dönüşünü özenerek izlediğim, kızıl saçlarına hayran olduğum ve yaşamımdaki ilk İngilizce sözcüğü, bana ezberleten Fulya idi, “Nursun bak elimdeki çiçeğe, buna İngilizcede flower deniyor, hadi tekrarla” demişti.


O yıllarda Hanımeli Sokak’taki huzurlu yaşamımız 1960 Darbesi (***) ile kesintiye uğradı. Küçük bir çocuk olarak yaşananları anlamaktan uzak olsam da halam Şadiye Alev’in holde bir şiltenin altında sakladığı gazete kupürü hala hafızamdadır. Aylarca süren Yassıada Yargılamalarının (*****) ardından Başbakan Adnan Menderes (****)  ve iki bakanının asılarak infaz edildiklerini gösteren fotoğraflar gazetenin ilk sayfasını boydan boya kaplıyor, ben gizlice bu kupüre baktığımda tüylerim diken oluyordu.


Tam o günlerde, sokakta oyun oynadığımız sırada, biraz sertçe iterek Mehmet’i alçak bir duvardan aşağı yuvarladım, o ağlarken beni aldı mı bir korku?


-Ben ne yaptım? Hakim Amca buna benim sebep olduğumu öğrenirse ne ceza verir? Asmazlar mı şimdi beni?


Hemen koşup bodrum katta, karanlık bir köşeye saklandım, yukarıdan gelen sesleri dinleyip, beni asmaya götürecekleri anı beklerken, dakikalarca korku içinde ter döktüğüm bugün gibi aklımda. Sonunda sesler kesildi, ben de eve dönmeye cesaret ettim. Sofraya oturduğumuz sırada, kapı çalındı ve aynı apartmanda oturduğumuz sevgili arkadaşım Ayşegül Köker (Mehmet’in kuzeni)  seslendi:


-Nursun, İsmet Amca seni çağırıyor, çabuk gel…


İşte infaz anı gelmişti, kaşığımı  kenara bırakıp, boğazımda kocaman bir yumruk, gözümde yaşlarla çaresiz Ayşegül’ü takip ettim, İsmet Amca bizi görüp, yüzümün de bembeyaz kesildiğini fark edince durumu anladı:


-Nursun, bak güzel kızım, sen Mehmet’i isteyerek düşürmedin mutlaka  ama bunun ne kadar tehlikeli olduğunu fark ettin mi? Ya düştüğünde bir yeri kırılsaydı? Hatta ölebilirdi de. Bir daha sakın böyle tehlikeli oyunlar oynamayın olur mu? Haydi bakalım, şimdi evlerinize…


İsmet Amca bu öğüt sonrasında bir de başımı şefkatle okşamaz mı?


İdamdan son anda!  kurtulan mahkum gibi, derince  bir “oh” çekip, omuzlarımdan  tonlarca yük kalkmış da rahatlamışcasına sevinçle koşarak evimize döndüm… 


İşte yaşamımda hakim karşısına ilk çıkışım bu oldu…


(*) https://www.kitantik.com/product/EMEKLI-HAKIMDEN-ANILAR-VE-DUSUNCELER_0z8kgltjyzt77ns11ny


(**) https://www.yargitay.gov.tr/documents/acilisKonusma/1953-1954.pdf


(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/27_May%C4%B1s_Darbesi


(****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Adnan_Menderes

(*****) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Yass%C4%B1ada_Yarg%C4%B1lamalar%C4%B1

Salı, Ağustos 24, 2021

Okluk’a yanaşana “vur emri”

 



Okluk Koyuna öyle elinizi kolunuzu sallayarak tekneyle, hatta yüzerek bile girmek yasak biliyorsunuz değil mi? Koyun girişini kapatan koskoca askeri gemi, hücumbotlar, bu yasağı kimseye deldirmemek amacıyla demir atmış durumda…


Derken, geçen haftalarda son süratle koya yanaşan bir tekne fark ediliyor… Hem de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın orada bulunduğu günlerde. Korumalar, güvenlikten sorumlu tüm kadro tabii ki “alarm” durumuna geçiyor. Bakıyorlar ki, tekne asla sürat kesmeden, o hızla koyu hedefe almış, suları yara yara geliyor… 


-Yapma yahu? Herkes biliyor Okluk’a tekne mekne sokulmadığını, kimmiş bu cengaver?


Diye soruyorsunuz değil mi?


Neyse işte, tekne son sürat koya yaklaşırken, sirenler çalıyor, korumalar, güvenlik elemanları zaten alarma geçmiş, telsizden gergin talimatlar, konuşmalar duyuluyor:


-Tekne uyarıya rağmen hız kesmezse, 100 metre kala vurun!


Herkeste bir panik bir panik…


Anlaşılan o ki, tekne koyun girişinde demirli bulunan askeri gemiden yapılan telsiz uyarısı ve hücumbotun devreye girmesi ile sinyali alıyor ve yavaşlıyor, iyice yavaşladıktan sonra hücumbot kılavuzluğunda, Cumhurbaşkanlığı konuklarının alındığı iskeleye demir atıyor… 


Konuklar tekneden çıkıyor, güvenlik görevlileri tarafından Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşecekleri kabul salonuna alınıyorlar.


İşte size Okluk Koyunda yaşanan, dakikalar süren bir panik öyküsü…


-İyi de, sürat teknesiyle son hızla Okluk’a yaklaşan bu densiz misafirler kimmiş? Az kalsın, usul erkan bilmedikleri için canlarından mı olacaklarmış?


Diye soruyorsunuz değil mi?


Evet, ben de çok merak ettim, sordum soruşturdum, ünlü misafirlerin Acun Ilıcalı ve iki kızı olduğunu öğrendim.


Hatta Ilıcalı’ya bu yaşanan paniği de sormak istedim, yazılı olarak sorumu yönelttim ama yanıt alamadım.


Köşk cenahına gelince… 


-Ayol Cumhurbaşkanına soru yöneltmek öyle kolay mı?


İşte, “Ne yapayım ne yapayım?”  derken, kendisine yakın bir kaynakla konuştum, şöyle dedi:


-Yahu ne var bunda? Bir de bunca yıllık gazeteci olacaksın. Turgut Özal döneminde de böyleydi, Süleyman Demirel döneminde de… Okluk Koyu yol geçen hanı mıdır ki, önüne gelen, hem de son hızla giden tekneyle girmeye kalkışsın? Bunu yapmak o zaman da “vur emri” verilmesine yol açardı. Şimdi de… Aynı durum Sayın Cumhurbaşkanı Dolmabahçe’de bulunduğu sırada da gerçekleşse, aynı süreç yaşanır. Bunda şaşıracak bir şey yok…


Ben de kendisine “-Turgut Özal zamanında da aynı şey olurdu- diyorsunuz ama, 8. Cumhurbaşkanı “vur emri” vermek şurada dursun, orada yüzen vatandaşlarla sohbet edip, balıkçıların teknesine bile misafir olmuyor muydu?” Diye soruyordum ki tam, uyandım…


Acaba diyorum, “Ben kabus mu gördüm? Yoksa birinci kaynaktan  “Okluk Koyunun güvenliği” ile ilgili bir şeyler duyar gibi oldum da, sizlerle paylaşmak için tarifsiz bir yazma isteğine mi kapıldım?


Siz siz olun, Okluk Koyu’na öyle izinsiz filan, hele de sürat teknesiyle son sürat girmeye sakın kalkışmayın tamam mı? 


-Efendim? Gülüyor musunuz? Gülersiniz tabii, yüzde 5’lik zam yapıldı ya maaşlarınıza… Ne demişler? -Nazar etme ne olur, çalış senin de olur…- Biraz tasarruf edin, gereksiz lambaları söndürün, porsiyonları küçültün, çarşıya elinizde liste ile ve tok karnına çıkın… Ne bileyim bir şeyler yapın artık…


Pazartesi, Ağustos 16, 2021

Nunu’dan Leyla’ya










Piticik, sen ne zaman büyüdün de “iki” yaşına geliverdin bakiim? 


Oysa dün gibi aklımda, annenle babanın bize “bebek geliyor” müjdesi verdiği günler… 


Sen annenin karnında mışıl mışıl uyurken üçümüz Bodrum’da denize girmiş de, paparazziye bile yakalanmıştık.


Hele, İstanbul’da yaşama gözünü açtığın o 16 Ağustos 2019 günü nasıl da heyecanlıydık. Pespembe gülümsemenle minik yatağına koyuverdiler seni de, hepimiz sevinç gözyaşlarına boğulduk… Yaşamımıza mucize gibi girdin.


Sonra günler, aylar geçti, birlikte ne hoş, nasıl sevgi dolu zamanlar geçirdik di mi? 


Sen “babaanne” diyemiyordun da “nunu” ismini takmıştın bana, plajdaki kocaman şezlongda neşeyle zıplayıp dururken “pis sinek” (*)  şarkısını çaldırıyordun. Kumsaldaki  kedileri, “kopak”ları (Enecan Ablan köpeklere böyle diyordu!)  sarılıp sarılıp öpüyordun, ne çok sevdik seni, bağrımıza sıkıca bastık.


Dilerim yaşamın hep aydınlıklar, mutluluklarla geçsin Leyloş, gölgeler karanlıklar senden uzak olsun. Benim dileğim bu… 


Seni çok seviyorum ve senden 100 yıl önce doğmuş bir “büyük dede”, Kurt Vonnegut’un öğütleriyle sesleniyorum sana… Time Dergisi ondan 2088 yılı için bir mektup yazmasını istemiş, o da bunları yazmış. (Sen iki yaşında, olanlardan habersizdin Leyloşum, o sırada ülkemizde pek çok yangın ve sel yaşanıyordu!)


“2088’in bayanları ve bayları…


Umarım kör cahil optimistleri lider konumuna getirmekten vazgeçmişsinizdir. Şu an ihtiyacımız olan liderler, inatla yaşama tutunarak doğaya karşı nihai bir zafer kazanacağımızı iddia edenler değil, doğanın hırçınlığını ve makul ateşkes koşullarını dünyaya gösterecek kadar cesur ve zeki olanlardır.


Ateşkes koşulları şunlardır:


1. Nüfusunuzu azaltıp sabitleyin.

2. Havayı, suyu ve toprağı kirletmekten vazgeçin.

3. Savaşa hazırlanmayı bırakıp gerçek sorunlarınızla ilgilenin.

4. Hala yapabiliyorken çocuklarınıza ve elbette kendinize etrafınızdakileri öldürmeden küçük bir gezegende nasıl yaşayabileceğinizi öğretin.

5. Bir trilyon dolar harcarsanız bilimin her şeyi çözeceğine inanmayı bırakın.

6. Siz ne denli yıkıcı ve savurgan olursanız olun, torunlarınızın bir şekilde başka gezegenlere göç edip düzgünce yaşayacağını düşünmekten vazgeçin. Bu hem zalimce hem de aptalca.

7. Ve bunun gibi falan işte.”


Leyloşum, seni çok seviyorum.



(*)  https://youtube.com/watch?v=e8LMmqk6NZs&feature=share

Perşembe, Ağustos 12, 2021

DAMIZLIK DANALAR

 


Çocukluğumu anımsıyorum, çok küçüktüm, babam güncel gelişmeleri hiç kaçırmazdı, salondaki büfemizin üstünde duran radyo gün boyu açıktı. Babam kimi zaman radyonun ibresiyle Hilversum’dan Sydney’e kadar pek çok istasyonda gezinir, farklı dillerden yayınlara kulak verir, ben de o yayınları  “anlamadan dinlerkenJules Verne’nin “80 Günde Devr-i Alem”inin sayfalarında hayali gezilere çıkardım. 


Radyonun ibresi, arada bir, akşam saatlerinde Moskova’dan Türkçe! yayın yapan “Bizim Radyo”ya denk düştüğünde, kadın spiker,  madeni sesi, zor anlaşılan tuhaf Türkçesiyle konuştukça tüylerim ürperirdi. Kadının anlaşılmaz anonslarından, arada bir “geliyüür, gidiyüür, yapıyürler” gibi tanıdık sözcükler çalınırdı kulağıma…


Babam bir gün radyoyu dinlerken sinirle söylenmeye başladı:


-Yine yapacaklar… Memleketle oyun oynuyor bu yobazlar…


Radyodaki yayın üzerine yorum yapan babam, bilmediğim bir olaydan, “Milli Nizam Partisi” diye bir partinin kapatılması sonrasında kurulan yeni partiden söz ediyormuş meğer. O parti kapatıldıkça ardından yenileri kuruldu, bugünlere geldik.


2000 yılı başlarında, Refah Partisi için kapatma davası açılmıştı, yerine bu kez Fazilet Partisi kurulsa da onu da aynı son bekliyordu. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Paris’ten, “güncel gelişmeler” üzerinde röportaj için randevu istemiştim, televizyonda (Kanal D haberleri)  için çalışıyordum, bir sabah erkenden telefonum çaldı:


-Nursun Hanım, Büyükelçi size randevu vermeyi kabul etti, çekim de yapabileceksiniz…

-A, öyle mi? Hangi gün?

-Yarın, fakat randevuyu size İzmir yakınlarındaki bir Devlet Üretme Çiftliğinde veriyor, gelebilir misiniz?

-Evet ama bu adresin seçilmesinin sebebi, anlamı nedir?

-Büyükelçi, ABD’nin sperma hibesiyle üretilen damızlık danaları görmeye, çiftliğe gidecek, sizinle de orada görüşmek için 1 saat ayırdı.


Böyle fırsat kaçırılır mıydı? Tabii ki kameramanla birlikte yollara düştük, İzmir’e uçakla gidip oradan bir taksiyle Menemen’deki çiftliğe ulaştık, biraz sonra büyükelçi Paris de geldi, selamlaştık, düvelerin (dana yavrusu) beslenip bakıldığı bölmeleri gezmeye başladık. Puslu mavi gözlerle (yavruyken gözleri bu renk olurmuş!) bize bakan düveler bana ne kadar sevimli görünmüştü, betonlaşmış şehirlerde doğadan uzak yaşayan bizlere büyükbaş hayvanlar çok yabancıydı çünkü.


Neyse, biraz sonra Büyükelçi Paris, “ABD hibesi spermle” yetiştirilen düvelerden mutlu, bana döndü:


-Buyrun, sorularınız neydi?


O sırada siyasi ortam çok çalkantılıydı, 28 Şubat’a gidişin ayak sesleri duyuluyordu, Refah Partisi için kapatma istemiyle dava açılmıştı, sorularımı bu konular üzerinde yoğunlaştırdım, Büyükelçi, özellikle Refah Partisinin kapatılması üzerinde son derece sert söylemlerde bulundu, hatta “Gerçek demokraside parti kapatma filan olamaz, insan hakları, ifade özgürlüğü, siyasi özgürlükler açısından böyle bir gidişatı çok sakıncalı buluruz” şeklinde konuştu. Mark Paris’le söyleşimiz o akşamki TV bülteninde yayınlandı, çok da yankı buldu. 


Şimdi biliyorum:


-Bu olay aklına nereden geldi? 


Diyeceksiniz…


İran sınırından her gün akın akın Türkiye’ye gelen genç (ne hikmetse eşleri, çocukları, yakınları olmaksızın art arda sökün eden!)  Afgan’lıları gördükçe kabus görür gibi oluyorum da ondan…


Çünkü ABD hep bunu yapıyor, “hibeler, krediler, vaatler” yoluyla avucunun içine aldığı ülkelere, kimi zaman, “mal varlığını açıklarım haa!” Diye tehdit ettiği liderleri aracılığı ile kabul edilemez planlarını dayatıyor. 


Acaba “ABD, Afganlıları gerçekten kendi ülkesine almak istediyse neden Afganistan-Pakistan sınırındaki Hayber Geçidini veya Peşaver’i tercih etmedi?” Sorusu kafamda yankılanıyor, bir türlü karşılığını bulamıyorum.


Haydi Amerikalılardan geçtim, kendi ülkemin yetkilileri şu sorulara neden yanıt vermiyor?


“-Biz sizin tebanız mıyız? Kaderimiz için söz hakkımız yok mu?

-Bu Afgan göçü neyin nesi? Hangi anlaşmanın parçasıdır? 

-Daha kaç kişi gelecek?

-ABD’ye başka hangi gizli tavizleri verdik?

-Sizin Eş Başkanı olmakla böbürlenip durduğunuz Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Türkiye’yi yok etmeyi mi hedefliyor?”




Cumartesi, Ağustos 07, 2021

BİLMECE



-Bir bilmecem var çocuklar…



-Haydi sor sor sor?


Bir ülke düşünelim: 


Kimliği, geliş sebebi, amacı, hedefi bilinmeyen adamların baskınına uğrayıp yol geçen hanına dönmüştür. “Kime ne söz verildi de bunlar başımıza geldi?” Diye sorulmaz, yasaktır.

Güzelim ormanları, dağ köyleri, hayvan varlığı “ihmalden, kasıttan, aymazlıktan” yanar, kül olurken, müdahale etmesi gerekenler düğün dernek gezmiştir. 

O ülkeyi yönetenler sıkıya gelince  “at izi it izine karıştı” der, kaçarcasına çeker gider. Hesap veren yoktur, istenmez de. 

128 nerde?” diye soranın ağzına kürek çarparlar. 

Kıskananlar, “Ayranı yok içmeye” dese de Süvari, “atla dörtnala giderkenSomali’ye, tarikatlere, Türgev’e Mürgev’e filan nakit, yangın mağdurlarına çay saçar!

Hakkını arayan içeri atılır, asıl suçlular elini kolunu sallayarak gezer, kimse hesap vermez. 

Elde kalan son gümüşler misali tüm varlıklar Katar Katar (!)  ve haraç mezat satılır…  

Ali Mektebi mezunu Stockholmlü Süvarisine tebası hayrandır, aşıktır, asla toz kondurmaz çünkü kendisi hem kel, hem fodul ve her zaman mağdurdur. 

Hadi bilin bakalım, ünlü hukuk adamının “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” diye tanımladığı bu ülke neresidir?


Troller hep bir ağızdan: Eti, eti eti…

Cumartesi, Haziran 19, 2021

Semiha Hanıma okul yaptırmak yakışırdı




Dikmen Vadisi, başkentin yeşillikler içinde, huzurla yaşanan semtlerinden biridir. Gelgelelim son zamanlarda bu vadiye bakan binalarda huzur kalmamış. Kiminle konuşsanız yeni yapılan “Semiha Yıldırım Camii”nin hoparlörlerinden yakınıyor:


-Bizim yaşadığımız bölgede çok sayıda cami varken bir de bu eklendi. Acaba bunca camiye ihtiyaç var mıydı? Bunu sorduğunuz anda, alnınıza -dinsizlik- yaftası yapıştırılıyor...

-Caminin yarattığı sorun nedir?

-Minarelerdeki her yöne bakan sekizer hoparlörü görüyorsunuz... Sabah ezanı öyle bir başlıyor ki aman allah! böyle yüksek ses olamaz. Aynı anda bebekler ağlamaya başlıyor, çoluk çocuk, yaşlı genç, hepimiz ayağa fırlıyoruz... Kimsede ne uyku kalıyor ne huzur. 

-Bu konuda şikayette bulundunuz mu?

-Tabii ki... Çevredeki bütün binaların sakinleri olarak ortak imzayla Diyanet’e başvurduk ama, hoparlörden gelen sesi ölçmüşler, yüksek değil normalmiş. Anlayacağınız, bu cami hizmete girdiğinden bu yana, kimsede uyku durak filan kalmadı. Yazık değil mi bize, hele de evinde hastası, kundakta bebeği olanlara?


Söylenenlere göre cami arazisini bir vatandaş bağışlamış, eski Başbakan Binali Yıldırım ve eşinin de katkısı olmuş ki camiye Semiha Yıldırım Camii adı verilmiş.

Semiha Hanım yıllarca öğretmenlik yapmadı mı? Son TC Başbakanı Binali Beye gelince, İstanbul Teknik Üniversitesinden mezun olmak gibi bir ayrıcalığa erişmedi mi? 

Sizce de bir öğretmen olarak Semiha Hanıma cami değil okul yaptırmak daha çok yakışmaz mıydı?

Üstelik cami yüksek binaların arasında öyle bir konuma sıkıştırılmış ki, bazı binaların penceresinden sanki minarelerine dokunmak mümkünmüş gibi duruyor.  


Benim anlamadığım ise şu tablo:


Memlekette bir cami yapma yaptırma furyasıdır gidiyor. Cami yaptırma dernekleri, büyüklerinin adına cami yaptıranlar, cami yaptırıp kendi adını koyduranlar... Yahu cami sayısı okul sayısını fersah fersah geçmiş, bu mu eğitime verilen değer? 

Son resmi rakamlara göre, Türkiye’de toplam cami sayısı 84 bin 684, okul sayısına gelince, devlete  ve özel girişimcilere ait okullar toplamı sadece 68 bin 589...

Çocuklarımız, gençlerimiz bu ülkenin geleceği değil mi? Kalkınmanın anahtarı onlarda değil mi? İbrahim Tatlıses’in kulağı çınlasın, “çocuklarımızı ille de Oxford’da okutalım” demiyoruz ama kaliteli eğitim için gereken altyapıyı onlardan neden esirgiyoruz? Plansız programsız kapıları açtığımız, 5 milyona yakın mültecinin de eklenmesiyle okul altyapımızın ne kadar yetersiz kaldığının farkında mıyız? 

Aman efendim “zülfü yare dokunma” dediğinizi duyuyorum. 

Duyuyorum da Şevket Eygi’nin bir yazısında anlattığı yaşanmış olay hala aklımda:

Ortalık henüz karanlık, doğu ufkunda fecrin belirtileri görünüyor. Sultanahmet civarında küçük fakat lüks bir otel. Ülkemizi gezmeye gelmiş bir turist, dünkü günün yorgunluğu içinde mışıl mışıl uyuyor. Birden 120 desibellik bir ses ortalığı inletmeye başlıyor. Uyku sersemliği içindeki turist şaşkınlıkla yatağından yere düşüyor...”

Peki Eygi’nin tavsiyesi ne?

Turistler sabah ezanıyla böyle mi uyanmalıdır?

Yataklara serilmiş yorgun argın uyuyor. Birden gönüllere huzur veren lâhuti bir ses gelir kulaklarına. Camilerde sabah ezanı okunmaktadır saba makamından. Turist önce yatağından kalkmak istemez. Henüz dinlenmemiştir. Minarelerden perde perde yükselen ses o kadar güzel, o kadar cazibelidir ki, dayanamaz kalkar, yatağında oturmuş olduğu halde huşû içinde dinler.

Ezan, doğru olan bir inancı duyurur insanlara.

Ezan güzeldir. Müslüman olmayana da haz ve zevk verir.

Ezana yapılabilecek en büyük hakaret hoparlörleri sonuna kadar açarak, neye uğradığını bilemeyen turisti yatağından düşürmektir.”





Salı, Haziran 08, 2021

Paramount Otel


-O meşhur Paramount Otel’de ben de bulundum!

Desem, biliyorum hemen:


-Nee? Sen de mi? Sedat Peker’in ifşa ettiği gazeteciler gibi bedavadan lüks hayat sana yakışır mı?


Diyeceksiniz biliyorum, ama durun anlatayım “Paramount’a toplam 5 dakikalık” ziyaretimizi...


Bodrum’da bir gün telefonumuz çaldı, yurtdışından bir arkadaşımız:


-Nasılsınız? Yazları Bodrum’dasınız biliyorum,  beni de hep davet etmiştiniz, ama yakın bir dostum şu an orada, karısı ve çocuklarıyla tatil geçiriyor. Kimseyi tanımadıkları için sıkılmışlar, ben de düşündüm -acaba bir gün olsun ilgilenebilir misiniz?- diye. Telefonlarını versem arayabilir misiniz?


Tabii dedik, arkadaşımız “Suudi Arabistanlı diplomat” dostunun telefonunu verdi, bir gün buluşmak üzere sözleştik... Bu arada Paramount Otelinde kaldıklarını öğrendik. Tabii “Suudi misafir” söz konusu olunca, “acaba nasıl bir ortam ayarlasak?” Sorusu vardı aklımızda, ama misafir bizi rahatlattı:


-Önce gelin bizi otelimizden alın, beach club’da misafirimiz olun, sonra da biz size misafiriniz olalım...


Eh, dedik “madem plaja davet edildik” mayolarımızı, havlularımızı filan çantamıza koyduk çıktık yola... Havaalanı yolu üzerindeki Paramount Otelin som altınla kaplanmış gibi pırıl pırıl parlayan görkemli girişine ulaştık, epey bir sorgu sual sonrası, görevliler lütfedip bizi içeri aldılar, gümüş tepside birer şişe buz gibi içecek ikram edip, önümüze bir kılavuz verdiler, konukların kaldığı yere kadar gittik. Baktık, Suudi konuklar” bizi karşılamaya çıkmışlar, selamlaştık, arabaya bindiler, Suudi konuk:


-Geldiğiniz için teşekkürler, şimdi Bodrum yönüne ilerleyelim, bizim denize girip güneşlendiğimiz kulübe gidelim. 


Konuklar Avrupai giyimli, hatta diplomatın hanımı “pırlantalar içinde” olmakla birlikte dekolte bluzlu, kısacık şortlu filan, hani insan Suudi olduklarına ihtimal vermez, bahsettikleri beach-club’dan içeri girdik, 3 haftadır süren tatilleri sırasında denize ve havuza hep aynı yerden girdikleri için, belli ki tanınıyorlar hemen buyur edildik, havuz kenarında hazırlanan güzel masaya geçtik ve müthiş bir ikram ve sohbetin içine daldık. Suudi diplomat önce ilk Bodrum deneyimini anlattı:


-Havaalanından bindiğimiz taksinin şoförü ilk başta “havaalanına 20 kilometre uzaktaki otelimize  gideceğiz, ne kadar?” Diye sorunca “100 lira” demişti ama, Paramount’a varınca, -ben size 100 Euro demiştim- demez mi? 


Bunu duyunca utandık, ne diyeceğimizi şaşırdık. 


Diplomat bu arada garsonlara talimat verdi, “bardaklarımızı sakın boş bırakmayın” diye... Meğer, Suudi misafir sek-beyaz bir İsviçre şarabını severmiş, garsonlar boşalan kadehleri sürekli dolduruyor. Diplomat da eşi de çakır keyif oldular, Bodrum izlenimlerini anlatmayı sürdürüyorlar, otel maceralarına da sıra geldi:


-“Biz oteldeki rezervasyonumuzu, görüntüden beğendiğimiz bir villayı seçerek yapmıştık. Tamam yerleştik, ilk günler her şey yolundaydı. Hatta sizin meşhur Nusret bir gün gelip, gösteriyle karışık et sunuşu yaptı, biz onu daha önceden Dubai’de kazıklanarak zaten tanımıştık. Sonra yanımızdaki villaya bir Rus işadamı yerleşti. Adamın her gece 7-8 kadın misafiri geliyor, müziği sonuna kadar açıyorlar, kahkahalar, bağırışlar... Çılgın eğlenceler sabaha kadar sürüyor. Çok rahatsız olduk, defalarca rica etmemize rağmen durum değişmedi... 3 haftalık tatilimiz, sinir bozukluğu ve aptalca kazıklanmalarla geçip gitti. Düşünebiliyor musunuz? Bu tatilin bana faturası 35 bin Euro. Ne yazık ki Türkiye ve özellikle de Bodrum’u hiç de iyi anmayacağız.”


Diplomatın eşiyle de sohbeti koyulaştırdık, plajda, havuzda güzel resimler çektik, bana dedi ki:


-Bakmayın bizim şimdiki durumumuza. Memlekete dönünce tabii ki yeniden çarşafa gireceğim, bu resimleri de tanıdık fotoğrafçıma teslim edeceğim, o hem benim mayolu pozlarımı ayıklayacak, hem elimizdeki, masadaki şarap kadehlerini silecek... 


Konuklarımızı bir sonraki gün biz, küçük balkonumuzda ağırladık, hazırladığım zeytinyağlıları, Türk mutfağı örneklerini ve eşimin ikram ettiği rakıyı çok beğendiler...


İşte Paramount Otelindeki 5 dakika ile başlayan öykümüz böylece son buldu...







Pazartesi, Mayıs 31, 2021

Hadi, kardeş kardeş yaşayalım...




Bir zamanlar Almanya’nın kendi isteği ile ve seçerek aldığı Türk işçilerden ne kadar şikayetçi olduğunun yakın tanığıyız değil mi? Yok efendim, Alman toplumuna uyum sağlayamamışlar da, Kreuzberg’e filan kısılıp kalmışlar da, çocuklarını eğitmiyorlarmış da, tarikatlara esir olmuşlar da... Uzun yıllar bu öyküleri dinledik Almanlardan, hatta bir temsilcinin Milli Eğitim Bakanlığındaki toplantıda  “Türk kadınları çok kötü giyiniyor, ya çarşaflılar, ya özensiz. O yüzden çocukları da Almanya’ya adapte olamıyor” diye konuştuğuna bile tanık olmuşluğumuz var. Hatta bir dönem, Türk işçilerin ülkelerine geri dönmesini teşvik için ek ikramiye öngören bir yasa taslağı bile hazırlamışlardı. O günlerde Alman Çalışma Bakanıyla konuşmuştum da, “Taslak hazırladık ama işçilerin yerinde ben de olsam, ben de dönmezdim Türkiye’ye” deyivermişti.

-E, şimdi? 


Şimdi Türkiye’deki konuk Suriyeliler sorununa nasıl bakıyorlar acaba? İğneyi kendilerine batıramadılar ama bizdeki çuvaldızı gören yok. Bir tek Almanya değil, refah içinde yüzen tüm Avrupalılar, Türkiye’deki “düzensiz göçmenler” sorununa -aman benden uzak olsun da ne olursa olsun- gözüyle bakıyor... 


Bize  deniliyor ki, “kardeşim sen al bu 5 milyon insanı, misafir et, ya da ne yaparsan yap, yeter ki bize gönderme.”


Peki misafirlik 10 yıldan fazla sürer mi? Sürerse ev sahibinin sabrı taşmaz mı?


Gazeteciler Cemiyetinin dün düzenlediği Güney ve Doğu İlleri durum değerlendirme toplantısındaydık. Bu illerden pek çok gazetecinin katıldığı toplantıda konuşmacılar bölgedeki durumu anlattılar. 


Güvenlik, eğitim, sosyal ilişkiler, sağlık ve istihdam açısından 5 milyon Suriyeli’nin bölgedeki varlığının çok büyük sorun yarattığı bir gerçek. O kadar ki, son 10 yılda aniden sökün ediveren bu “düzensiz göçmenler” (bizim hükümetin icat ettiği bir tanımlama!) pek çok ildeki nüfusla sayısal olarak neredeyse “başa baş” duruma gelmiş. 



-Türkiye’de her gün 270 Suriyeli bebek doğduğunu biliyor musunuz? 10 yılda doğan bebek sayısının 650 bine ulaştığını? Suriyelilerin nüfus artışı bakımından Türkiye’yi 2’ye katladığını?

-Suriyeli çocukların sadece 770 bininin okullarımızda öğrenci olmalarına karşın 500 bininin okumadığını?

-Sadece 55 bin Suriyelilerin kurulan kamplarda bulunduğunu, kalanların yüzde 98’inin istedikleri kentler ve kasabalara yerleşerek yaşadığını? “Esad giderse memlekete döneceğiz” diyen Suriyelilerden hiçbirinin son referandumda Suriye’ye gidip oy kullanmadığını?

-Sorunun Suriyelilerden ibaret olmadığını, yol geçen hanına dönen İran sınırından da her gün akın akın Afganistan’dan şuradan buradan mülteci geldiğini, sayıların yılda 400 bini aştığını biliyor musunuz?


Sen insani değerleri yok mu sayıyorsun?” Diye sormayın bana... Ekonomik buhran kıskacında, işsizlik çaresizliğinde kıvranan  ülkemizin “enayiliği” pardon, “misafirperverliği” şurada dursun, refah içinde yaşayan AB ülkeleri, neden acaba yılda sadece 20 bin mülteci alıyor? Kanada hem sayıyı sınırlıyor hem de mültecilerde nitelik arıyor? Ya ABD? Neden durdurdular mülteci akınını?


Bakın kimse bana “insan hakları” filan gibi ilkelerden dem vurmasın.


Bir kere biz basın olarak resmi verilere bile ulaşamaz durumdayız, çünkü AKP hükümeti bunların yayınlanmasını istemiyor. Türkiye’deki “misafirler”in niteliklerini bile bilmiyoruz çünkü bunun araştırılmasına da izin verilmiyor. Bugüne kadar  125 ben Suriyeli TC vatandaşlığı almış bunun hangi kıstaslara dayandığı bile bilinmiyor.


-Öyle deme yahu, Suriye’den 4 bin doktor gelmiş son dönemde...

-Acaba bu doktorların kaçı kalmış Türkiye’de? Hepsi başka ülkelere gitmiş olmasınlar?


Ha, bir de şunu duydum, bir yaşıma daha girdim. Güneydoğu illerimizde işyeri açmak için gereken “kalfalık belgesi”nin bazı yabancı misafirlere 4-5 bin liralık “küçük bir hediye karşılığında verildiğini” söylesem ne dersiniz?


Yani işin özeti şu, Şanlıurfa’da, Kilis’te, Gaziantep’te, Kahramanmaraş’ta, Antakya’da kıyametler kopuyor ama ne hikmetse bu durum basına yansımıyor. Basına yansımadığı gibi oy sandığına da yansımıyor ki, AKP bu illerde hala seçim kazanabiliyor.


Aaaa, kimsenin günahınını almayalım, bir de şu var, bu konularda yayın yapan bir yerel gazetenin 60 gün süreyle yayınına son verildiğini de anımsatalım.


Neyse ki sevindirici haberler de yok değilmiş, onu da duyduk, mutlu olduk. 

Gaziantep’te Suriyeli meslektaşlarımız 2 dernek, 1 televizyon kurmuşlar 85 çalışanları varmış, 9 gazete ve 8-10 radyo da Suriyelilere dönük yayın yapıyormuş. Ne mutlu...

Toplantının konuk konuşmacısı, UNESCO Milli Komite Üyesi Prof. Dr. Murat Erdoğan’ı dinlerken, “Bu gidişle sonumuz ne olacak?” Diye düşündüm durdum, o ise “gerçekçi olalım” diyerek şu tavsiyede bulundu:


Suriyeliler bir gün gidecek diye düşünmek hayaldir. Yüzde 98’inin kalıcı olduğunu kabul ederek politikalarımızı buna göre yapsak iyi olur”


Eh, o zaman hadi, kardeş kardeş yaşayalım...


Pazartesi, Mayıs 24, 2021

GİZLİ SAKLI İŞLER




Cumhuriyet Gazetesinin  başarılı muhabiri Hazal Ocak’ın yazdıklarından öğreniyoruz, İstanbul Atatürk Havalimanında yeni depo alanları tahsis ediliyormuş.  İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Darphanenin fazlalık yaratan kimi tarihi birikimleri oraya taşınacakmış...

Acaba herhangi birimizin bu konudan haberi var mı? Herhangi birimizi bırakalım bir kenara, hocaların hocası, benim de SBF’de öğrencisi olmaktan gurur duyduğum hocam İlber Ortaylı’nın bile bu durumdan haberi yok inanın... Dün aradım kendisini, “Neymiş olay? Nereden nereye ne taşınıyormuş? Bu taşınma işlerinin gerekçesi neymiş? Darphanenin kasalar dolusu nümizmatik birikimi çok önemlidir, onları ne yapacaklarmış?” diyerek o da bana sordu “ne olduğunu?

Peki, İstanbul Atatürk Havalimanının o değerli pistleri, “pandemi hastanesi yapılmak üzere!” Kırılıp dökülmemiş miydi? Eeee, hastane nerdeeeee? Darphane nerde; öyle değil mi?

İyi de, böyle önemli bir karar alıyorsunuz da, bunu aynaya bakıp, kendi kendinize mi danışıyorsunuz? Niye kimselerin bundan haberi yok? Kimden izin aldınız? Bunlar Türk milletininmilli varlığı” değil mi?

-“Amaaan kim dinler Allahaşkına, yıkar geçeriz, kimsenin ruhu bile duymaz, bişeycikler olmaz” denildiğini duyar gibiyim.

Aklıma ne geldi biliyor musunuz?

Zamanında, bir haber nedeniyle Emekli Sandığı Genel Müdürü ile randevulaşmıştım. Gittim, soracaklarımı sordum, binadan çıkarken bana eşlik eden daire başkanı ile şöyle bir konuşma geçti aramızda:

-Müthiş tablolar var duvarlarda, ne güzel...

-Nursun Hanım hangisini istiyorsanız alabilirsiniz.

-Şaka mı yapıyorsunuz? -Demirbaş kaydı yok- mu demeye getiriyorsunuz... Duymasam daha iyiydi.

Daire başkanı bu sözüm üzerine “sessiz kalmayı” yeğ tutmuştu.

Dahası da var... Demirel’in Cumhurbaşkanlığı sırasında Genel Sekreteri Necdet Seçkinöz  ile konuşuyorduk ne dese beğenirsiniz?

-Baktık, köşkteki son derece değerli bazı tabloların, gümüş takımların filan doğru düzgün bir demirbaş kaydının bulunmadığını öğrendik...

-Peki sonuç?

-Ne yazık ki bazı tablolar kayıp, hatta bazı gümüş takımlar eksik... Fikret Muallalar, Christoffelllar  filan...

Bunu duyduğumda soluğum kesilmişti...

Ama yıllar sonra bir gün Elçin Gümrükçüoğlu’nun “Sefire” kitabı geçti elime. Yazarı, Elçin Hanım, Türkiye’nin gurur duyduğu büyükelçi Rahmi Gümrükçüoğlu’nun sevgili eşi...Yıllar önce Londra büyükelçisi olarak görev yapıyorlar, üstelik Rahmi Bey o yıllarda Londra’daki en kıdemli yani duayen büyükelçi... İngiltere Kraliçesi Elizabeth ve eşi Prens Phillip tarafından defalarca Buckhingam’da, Windsor’da ağırlanıyorlar... Bir keresinde Kraliçe, Elçin Hanıma dert yanıyor:

-Nerde sizin gibi seçkin, görmüş geçirmiş sefirler sefireler... Kimi zaman misafir ettiğimiz diplomatlarla ilginç olaylar yaşanıyor. Mesela bir keresinde bir diplomat bizim yemekleri beğenmemiş olacak ki, misafir edildikleri bölümde ateş yakıp kebap yapmaya kalkışmıştı... Laf aramızda zaman zaman gümüşlerden eksilenler  olduğunu da bana söylediler... (*)

Bu anekdotu ve bazı eski haberleri (**) tekrar okudum da, “gülsem mi ağlasam mı?” dedim, bilmem siz  ne dersiniz ? 

(*) https://www.amazon.com/Sefire-Elcin-Gumrukcuoglu/dp/6053113492

(**) https://www.hurriyet.com.tr/amp/yalcin-bayer-sait-halim-pasa-yalisindan-daha-cok-duman-cikar-39178973



Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...