Bu Blogda Ara

Salı, Haziran 18, 2024

PORTRELER Ferhan Şaylıman





Yaşamın, ölümün, varoluşun gizemini çözebilmek mümkün mü? 



Hani bir an, belki bir an bile değil, hafifçe, belli belirsiz esip geçen ama belleğinizde silinmez bir yer eden hanımeli çiçeğinin kokusu gibi… Kimi karşılaşmalar da öyle, o kadar hafif, zarif ve asla unutulmayacak anlar yaşatsa da hep kaybolup gitmiyor mu?


Ferhan Şaylıman’ı (*) tanımam eskilere dayanır, SBF yıllarına. Basın Yayın Yüksek Okuluna giden yokuş henüz sağlı sollu betonlaşmamıştı, benden yüksekti onun sınıfı ama uzaktan uzağa birbirimizi duyar, bilir, gülümseyerek selamlaşırdık. 


Mezuniyet sonrası yıllar yılları izledi, işler güçler, gazeteciliğin aslında “suya yazılan” sayfaları, TV ekranlarının “anında parlayıp sönüp giden” görüntüleri araya girdi, hep “imza” olarak bildik birbirimizi. Başarılar, düş kırıklıkları, bırakıp gitmeler, yeni sayfa açmalar derken gazeteciliğin değirmeninde öğütülen yaşamlar sürdürdük.


Bir gün telefon edip, kendi kurduğu yurtseverlik.com sitesinde yazı yazmamı istedi. Benim bir köşede sessizce iğneyle kuyu kazdığım blogumu (**)  keşfetmiş, yazılarımı okumuş, bana öyle güzel sözlerle dönmüştü ki, yaşamıma kucak dolusu güller serpilmiş gibi oldu. O günden sonra neredeyse her gün telefonlaşır olduk, çalıştığımız gazetelerin sabah toplantıları gibiydi görüşmelerimiz, su gibi akan süreçte günün olaylarını, siyasi figürleri, yaşamın gidişatını konuşur, olayları bir yerinden tutmaya çabalardık. Nasıl oluyorsa, savunduğumuz fikirler hep aynı noktada buluşuyordu, “haberi gözünden tanımak” zaten işimizdi de, sonunda ikimiz de birer insan sarrafı mı olmuştuk? Neden aynı portreleri aynı renklerde çizgilerde boyuyorduk? Biz kırk kişiyiz, kırkımız da birbirimizi biliriz hesabı mıydı bizi buluşturan?


Kimi zaman katkı istedi benden Ankara’ya dair, kimi siyasilere, gazetecilere ulaşmak için… Kimi “şöyle bir şey yapsak nasıl olur?” tarzındaki, fikirlerimizi, projelerimizi, çala kalem söylemlerimizi paylaştık… (***)




Son günlerde yine sıkça telefonlaşmıştık ama sanki bir tuhaflık vardı, o eskilerin dediği “hissi kablel vuku” denen şey mi gelip bulmuştu beni?  Onun yönetimindeki web sayfası sanki ilerlemiyordu, takılıp kalmıştı. Arayıp canını sıkmak istemedim, bir keresinde yaşandığı gibi, “teknik nedenler” diye düşündüm. Bu sabah, bir baktım Ferhan’ı yitirmişiz, inanamamak değil, acı değil, şaşkınlık değil,  sözcükle anlatılması imkansız dev bir boşluğa düştüm desem de yetersiz kalır…


Hani  Ferhan, sen “Hiçlik”’te (****)  diyordun ya:


-Ertelemek, yaşamın mayasını kaçırır.
Kızdıysan bağır, sevindiysen söyle, acıktıysan ye, uykun geldiyse yat, özlediysen arkasından koş, sıkıldıysan çarp kapıyı çık, konuşmak istiyorsan konuş.
Sonraya ertelenen ne varsa ruhunu, kokusunu, tazeliğini öz suyunu yitirir.


Bağırmak istiyorum, haykırmak… Yapamıyorum sevgili Ferhan, kapıyı neden bu kadar erken çarpıp çıktın?


(*)https://www.kameraarkasi.org/yonetmenler/ferhansayliman.html

(**)  https://draft.blogger.com/blog/post/edit/8040302494100421276/5861263934048583014

(***) https://youtu.be/H3oo_0e-9zU?si=ffNjg_-LfeYq65kv

(****) https://www.amazon.com.tr/Hi%C3%A7lik-Ferhan-%C5%9Eayl%C4%B1man/dp/6052885777

Pazartesi, Haziran 10, 2024

“Bir kadın!” Fatma Aliye



Huzurlu bir yaz tatilinde  “kitap okumak” gibisi yok, ne var ki benim kitap seçimlerim çoğu kez bağımsız olamıyor, kimi nedenlerle başkalarının taleplerine uymak zorunda kalıyorum. 


-Peki, bundan şikayetçi miyim?

-Değilim, çünkü okumak başlı başına bir keyif


Şu anda Bodrum’da tatildeyiz, buradaki kitaplıkta bir ayıklama yaptım, kimi kitapları Ankara’ya götürmek istiyordum, derken uzun süre önce alıp henüz okuyamadığım bir kitap geçti elime… Fatma Aliye’nin (*) “Udi”si… Kitabın kahramanı Bedia, çocukluk ve gençlik yıllarında müziğe tutku duyan bir kadın, babası Nazmi Beyin teşvikiyle merak sardığı çalgılara çalışıyor, keman ve kanunu kusursuz çalmayı öğreniyor, ama en sonunda sesine-tınısına hayran olduğu udda karar kılıyor. Bedia yaşamını Şam’da sürdürürken yakışıklı bir yüzbaşı Mail ile “gözü kapalı” bir evlilik yapıyor ama eşinin çapkınlığı nedeniyle evlilik sarsıntıya uğruyor, büyük acı ve eziyet  çekiyor. Kederini ve gözyaşlarını herkesten saklayarak, en büyük dostu olan udu ile paylaşıyor, onun nağmelerinde teselli arıyor. Sonuçta yaşadıklarını, “ilk kadın romancımız” kabul edilen Fatma Aliye’ye aktarıyor ve bu roman ortaya çıkıyor. 



Fatma Aliye ilk romanını dönemin “kadınları haklarından mahrum bırakan” koşulları nedeniyle  kendi ismiyle değil “Bir Kadın” rumuzuyla yayınlatmış, Udi romanı ise İkdam Gazetesinde 35 gün tefrika edildikten sonra kitap olarak 1899 yılında basılmış. Fatma Aliye’nin romanı dil ve kurgu açısından günümüzde “çağdışı” diye nitelendirilebilir ama doğrusu ben Udi’nin sayfalarında gezinirken Şam’daki sosyal yaşamı, roman kişileri arasındaki diyalogları ve betimlemeleri çok sevdim. İşte kitabın giriş cümlesi;


“-Mehtabın yansımasıyla parlak bir aynaya dönüşen havuza, yeşil-kızıl damarlı mermer  şadırvandan sular dökülüyor, ayın ondördüncü gecesinin pırıltısı, elektrikle ışıklandırılan fıskiyelerden akan sularla ortalığı zarif bir şekilde aydınlatıyordu…” 


O yıllarda Şam’da köleliğin devam ettiğini, evdeki temizlik işlerinde veya mutfakta çalışan kadınların, “ikinci sınıf” sayıldığını, erkeklerin “işret” (içki) ve “leylilik” (gece) alemlerine epey düşkün olduklarını, sadece müslüman kadınların değil, yahudi-hıristiyan tüm kadınların çarşaf giyerek dışarı çıkabildiklerini de romandan öğreniyoruz.

 


Fatma Aliye Hanımın  “Arap Harfleriyle, Osmanlıca”  kaleme aldığı romanı yeniden elden geçirip basıma hazırlayan Turkuvaz Yayınevi, orijinal metne sadık kalarak yeniden basmış ama günümüz Türkçesine çevirmeyip, metindeki Osmanlıca sözcüklerin anlamını her sayfanın altına yerleştirmiş. Udi’yi okurken bu durum insanı epey zorluyor, yazılanları kendiliğinden keyifli bir akış içinde okumak yerine ikide birde durup, alttaki sözlüğe bakmak zorunda kalıyorsunuz, kimi zaman alttaki sözlüklerin sayısının kimi sayfaların yarısını kapladığını söylersem, sıkıntıyı anlarsınız sanırım.

Uzunca bir süre ben de uda merak sarmış, epey de ilerletmiştim, o yüzden Bedia’nın ud tutkusunu, kusursuzluğa ulaşma çabasını, daha önce meşk usulü ile öğrenip mızrap vurduğu udu, İstanbul’a gelince nota üzerinden daha da ilerletme çabasını anlıyorum. 

Fatma Aliye, romanında meşk ve aşk tutkusunu çok iyi anlatmış. Yüzbaşı Mail’in aşka düşüp bir türlü elinden kurtulamadığı, üstelik karısının  elmas broşlarını, altın bileziklerini bile götürüp taktığı musevi metresi Helvila ile Bedia arasında geçen bir diyalog var ki, ancak bu kadar güzel kaleme alınabilir, kadının ekonomik bağımsızlığına ilişkin bir yergiyi de dolaylı olarak dile getiren o satırların hakkını teslim etmek gerekir:


“…Bedia acı bir tebessümle:

-Zavallı Helvila, seviyorsun öyle mi? Ah, tuhaf. Siz insan sever misiniz? Bir adamın zatına şahsına olunan muhabbet nedir onu bilir misiniz? Siz aşktan muhabbetten anlar mısınız?…Siz aşıklarınızı yalnız para ve mallarını alarak soymakla bırakmazsınız. Artık soyulacak paraları malları kalmayınca onları namus ve haysiyet denilen feizailden dahi tecrit edersiniz. Onları dolandırıcılığa, düzenbazlığa, sirkate kadar isal eylersiniz…

Helvila mosmor kesilerek:

-Oh sitti (kızkardeş) bu hakaret çoktur. Evet! Sizin daima bileğinizde taşıyıp herkesin tanıdığı bilezikleri kabul etmekle kabahat etmiş olduğumu anlıyorum.Lakin bence bu bileziklerin makbul olması bir tamah eseri olmayıp ancak kendisini sevdiğim bir adam tarafından verilmiş olmasındandır…Fakat bunların hepsi kazanmak, geçinmek, dul validemi, benim küçüklerim olan yetim kardeşlerimi beslemek için değil midir?

Bedia (ekşi yüzle):

-Oh! Bedbaht! Yalnız böyle mi geçinilir? Yalnız Böyle mi kazanılır? Bohçacılık da edilir, dikiş de dikilir, çamaşıra da gidilir…”


Dikkatimi çeken diğer bir konu ise neredeyse bir asır önce sosyal yaşamda müziğin çok ön planda oluşu, o kadar ki, Fatma Aliye Hanım, klasik Türk müziği makamlarını, usullerini oldukça iyi bilen roman kahramanlarına yer vermiş, Bedia’nın babası Nazmi Bey, romanda “rast makamı”nı şöyle anlatıyor:

-Kızım, iptida (bütün incelikleriyle) perde-i rasttan başlayıp dügah, segah, çargah, neva, hüseyni evc, gerdaniye basarak, muhayyere kadar çıkıp badehu (sonra)  muhayyerden gerdaniye, acem-i hüseyni, neva, çargah, segah, dügah, rast, ırak, aşiran perdesiyle bir yegah açıp tekrar yegah, aşiran-ı ırak, rast, dügah açarak yine rastta karar eder…”


Bu satırları okurken, Türk Sanat Müziğinin okulu kabul edilen  TRT’nin bir kaç yıl önce pop-star yarışmaları açtığını anımsayıp, “Acaba rast makamını bu kadar iyi anlatacak uzmanlar hala kurum bünyesinde kaldı mı?” Diye merak ettim doğrusu.

 

Bir başka konu ise, Şam’dan İstanbul’a taşınan Bedia’nın kendisini aldatan eşi Mail’den boşanmak (talak) istemesi ve bir avukat tutarak bunu başarması. Oysa ben Medeni Kanunun adının bile duyulmadığı o yıllarda Türkiye’de ilk boşanma talep edip bunu başaran kadının Halide edip olduğunu düşünüyordum…


Fatma Aliye Hanımı doğumundan 162 yıl sonra kendi satırları ile anmak hoş bir duygu, iyi ki yaşamış ve yazmış.  Yalnız, eğer onun Udi romanını  alıp okumak isterseniz, üzerinde Fatma Aliye Hanımın resmi bulunan 50 liralık banknot (**) yetmeyecek bunu da dikkatinize sunmak isterim…


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Fatma_Aliye_Topuz

(**)https://www.cumhuriyet.com.tr/kultur-sanat/50-tlnin-uzerinde-fotografi-bulunan-fatma-aliye-topuz-kimdir-1957208


Pazartesi, Haziran 03, 2024

Trenle Güney Afrika 2



Pretoria’dan ayrılıyoruz, jakarardalar tümden açmış, caddeler iyiden iyiye mora boyanmış, heyecanlıyı, üç gün üç gece sürecek tren yolculuğumuz nihayet başlıyor. Bizi Pretoria’dan Cape Town’a götürecek özel trende (Rovos) yer ayırtmıştık, trenin kalkacağı perona ulaşıyoruz. Bekleme salonunda şampanyamızı yudumlarken, valizlerimizi siyah takım elbiseli valeler alıp kompartmanımıza götürüyor, ardından trene, kompartımanımıza  buyur ediliyoruz.


 Valizlerimiz açılmış, giysilerimizi mini gardroba yerleştirilmiş, iki genç kadın bize kompartımanımızı tanıtıyor, banyonun kullanılışını, minibarı, vagon restorandaki yemek saatlerini, bar-vagonu, kitaplık, oyun salonu ve çay saatleri için özel vagonlarda  nasıl vakit geçirebileceğimizi anlatıyor, en uçtaki küçük dükkandan alış veriş edebileceğimizi hatırlatıp soruyorlar:


 


-Ütülenecek veya temizlenecek giysilerinizi alabilir miyiz?

 

 Akşam yemeklerine “itinalı kıyafetle gidileceğini” önceden öğrenmiştik, hazırlıklı çıkmıştık yolculuğa, gerekenleri “ütü” için teslim ettik.

 

Tren düdüğü duyuldu, hafifçe sarsılıp yola koyulduk…

 

Kompartımanımızın işlemeli yatak örtülerini, duvarda asılı tabloyu, küçük masanın üstündeki şekerlemeleri, zarif porselen fincanları, kristal kadehleri hayranlıkla inceleyip, minibarı açtım:

 

-Oooo şampanya soğuyor, ben bir duş alsam mı? Duşun ılık suyuna, sabun köpüklerine teslim olmak gibisi var mı?

 

Hazırlanıp koridora çıktık, treni baştan başa gezip görmek istiyorduk. 


 


En arkadaki “açık hava, seyir vagonu” ile mi başlasak?

 

Hafif rüzgarda kanepede oturup,  rayların önümüzde akışını, çevreye konup kalkan kuşları izlemek ne hoş…Biraz sonra kalkıp, trende keşif gezisine başlamalı… 

Sigara içilen, kapıları sıkı sıkıya kapalı özel vagonu geçtik, bar-vagona ulaştık, nazik garsonlar istenilen içkileri, yanında küçük ikramlarla hazırlamaya hazır. İlerdeki oturma salonunda iskambil oynayanlara şans diliyoruz, restoran vagonun yanından geçerken Alman aşçıyla selamlaşıp, en sondaki dükkanda satılan hediyelikleri inceleyip geri dönüyoruz… 

Şık bir oturma odasına benzeyen vagonda karar kılıyoruz, yeni demlenmiş çay, mis gibi kokan kahveler, küçük kurabiyeler pastalar ikrama hazır, rahat koltuklara yerleşip, camların dışındaki Afrika manzaralarını seyrederek kitap okumak büyük keyif değil mi?. 

 




Tren yavaş denilebilecek bir hızla ilerliyor, geceleri, yolcular sarsıntısız, rahat uyuyabilsin diye “güvenli bir peronda” duruyor. Trenin “silahlı” korumaları gece boyunca trenin çevresinde el fenerleriyle dolaşıp olası tehlikelere karşı nöbette…  Güney Afrika’da güvenliğin bir numaralı endişe haline geldiği dikkate alınırsa bu durum şaşırtıcı gelmese de insanı huzursuz ediyor.


—-Matjiesfontein İstasyonu——-

 

Aralarında dostluk kuran her milletten yolcular arasındaki sohbet, kağıt oyunları, çeşit çeşit ikramlar, içkilerle  devam ederken ilk durağa gelindi… Kurak Karoo Bölgesindeki küçük, terk edilmiş izlenimi veren bir kasabada, Matjiesfontein İstasyonunda durup, indik. Saatlerdir trende oturmaktan yorulan yolcular, “kapana kısılmışlık duygusu”nu atmak istercesine, hızlı adımlarla kasabanın her yerine dağıldı. 1880’de “toprak-altın-elmas” peşindeki İngilizlerle, Hollandalıların başlattığı Anglo-Boer Savaşları sırasında 12 bini aşkın İngiliz piyadeleri için askeri üsse dönüşen kasaba ve çevresinde şimdi sessizlik hakimdi. Yıllar içinde pek çok ünlü isme de ev sahipliği yapmış olan otelde dinlenme molası verdik. 

 

-İngiliz feminist yazar Olive Schreiner, kitaplarını, hala saklanan, herkesin okumasına açık 5 binden çok  mektubunu burada mı yazmıştı?

-Rudyard Kipling masallarını hangi odada kaleme almıştı? Winston Churchill in babası Lord Randolph’un yolu buralara neden düşmüştü caba?  

-Şu duvarlardaki kanaviçeler acaba hangi kadınların zarif ellerinden çıkmıştı?

 

Diye düşünüp hayal etmeye çalışarak, otelin barına geçtik, “siyahi” barmenin  piyanoda çalıp söylediği şarkılarla şenlendik. 

 

Otelin müdavimlerinden biri, “beyaz ırkın üstünlüğünü” savunan, Güney Afrika’daki elmas madenlerinin tamamına el koyup, ünlü De Beers şirketini kuran “sömürgeci” İngiliz işadamı Cecil John Rhodes’miş… Bir dönem başbakanlık da yapmış, Rodezya ismi ondan kaynaklı imiş. 

 

Matjiesfontein’de geçirdiğimiz saatler “Burada yaşam durmuş, hiç ilerlemiyor” duygusu yaratırken, biraz yürümek, sessizliği dinlemek, çevreyi izlemek aslında hepimize iyi gelmişti, trenimize döndük, güvenli bir başka istasyona ilerleyecek, geceyi orada geçirecektik. 

 



 

Kompartmanımıza girdiğimizde hoş bir sürprizle karşılaştık. Yatak takımlarımız değişmiş, havlularımız yenilenmiş, yatağımızın üstüne bir şişe şampanya bile konulmuştu. 

 

-Akşam yemeği için hazırlanırken, bir kaç yudum şampanya fena mı olurdu? 

 

Vagonun penceresinden dışarıyı seyrederek ilerlerken, Güney Afrika’nın uçsuz uçaksız  topraklarından geçiyor, düşüncelere dalıyorduk, bir ara saatler süren bir mola verildi, meraklanmıştık, bunun bölgedeki bitmek tükenmek bilmeyen elektrik kesintileri yüzünden olduğu söylentisi dile getirildi yolcular arasında. Bizler klasik tren nostaljisiyle keyifli bir seyahatteydik ama ülkenin her yöresine çalışan elektrikli trenler, belli ki uzun süreli kesintilerle ilgili sorun yaşıyordu.

 

 


Görevli biraz sonra elindeki küçük çanını çalarak koridordan geçti, yolcular akşam yemeğine çağrılıyordu:

 

Gece sakindi, trenimiz sabah ışıklarıyla hareket etti, kahvaltı ve öğlen yemeğinde sunulan seçenekler yine damak çatlatan cinstendi, hele ünlü Güney Afrika şarapları…

 

Yol boyu sohbetler sürdü, yeni tanıştığımız İngiliz çiftle iyi anlaşıyorduk, fakat kadının yüzü, kolları bacakları benek benek yara içideydi, sordum:

 

-Size ne oldu?

-Bir kaç yıl önce ciddi bir rahatsızlık geçirip ölümden dönmüştüm, işte o günlerde  -Serengeti’ye mutlaka gitmeliyim- hayali yeniden aklıma girdi, bu trene binmeden önce Serengeti’de 10 gün kadar süren bir safariye katıldık, hep çadırda kaldığımız için her türlü sinek böcek saldırısına uğradım

 

Şaşırıp kaldık, o arada sevimli eşi söze karıştı:

 

-Evet çadırda kaldık. Bir sabah uyanınca ben de çadırdan çıkıp kahve hazırlamak istedim ve inanır mısınız bir aslanla neredeyse burun buruna denilebilecek bir mesafede karşılaştım.

 

Gözlerimiz büyümüş halde dinlerken adam:

 

-Yok yok, saldırmadı aslan, zaten çadırlarımızı koruyan tüfekli nöbetçiler vardı, korkmadık. Fakat ömür boyu unutulmayacak bir deneyim yaşamış oldum

 

Diyerek kahkahalara gülerek, viskisini yudumlamayı sürdürdü.

 

Yemek sohbeti bittiğinde trenimiz de durdu… Tren şefi yemek vagonlarını dolaşıp bilgi veriyordu:

 

-Şimdiki durağımız Kimberley… 18. Yüzyıldan kalma elmas madenlerini gezeceğiz ve ünlü Big Hole’u seyir terasından izleyebileceğiz. Biliyorsunuz İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in tacında ve sürekli taktığı broşta yer alan Cullinam elması da bu madenlerden çıkmadır, hükümetlerimiz bu elmasları İngiliz Kraliçesinden geri istemişti, ancak bir zamanlar kraliçeye hediye edilmiş olan eşsiz elmasların  geri verilip verilmeyeceği  konusunda bize hiç yanıt verilmedi. 

 

Bir kaç saatlik yolculuğun ardından Kimberley İstasyonunda trenden heyecanla indik, “dünyanın insan eliyle kazılmış en büyük çukurunu-Big Hole görecektik.  (*)

 

Kimberley, 18. Yüzyıl ortalarında “elmasa hücum” afetini yaşamış. 1871-1914 yılları arasında bu bölgeye göç eden tam 50 bin madenci tarafından kazma kürekle hallaç pamuğu gibi atılan topraklardan toplam 2 bin 772 kilo elmas çıkarılmış. Cullinan Elması (**) da bunlardan biriydi. Kazıla kazıla aşındırılıp yok edilen tepeden dışarıya atılan milyonlarca metreküp topraktan geriye, 240 metre derinlikte bir çukur kalmıştı. 

 

 

Çukur sözcüğü, aslında içinde yaşanan o anı, inanılmaz derecede etkileyici ortamı, yukarıdaki seyir terasından aşağı bakarken ürpererek izlediğiniz o görkemli manzarayı  tam  anlatamıyor, çekilen fotoğraflar da. Keşke herkes görebilse…

 Çukurun dibinden de aşağılara, 1 kilometrelik derinliğe inen maden galerilerine o yıllarda, işçiler ilkel asansörlerle 50’şer kişi olarak istiflenip indirilirmiş, biz de aşağıya indik, o daracık tünelleri başımızı eğerek gezdik, kayaların nasıl patlatıldığını bile (sanal gösterimle) gördük, etrafa saçılan kaya parçaları yukarıya konveyörlerle taşınıyor, dev çarklara atılıp çevrilen büyük parçalar kırıntılara dönüştürülüyor, şans yaver gittiğinde bazı parçalar ham elması dışarı atıyormuş…

  

Gezdiğimiz galerilerden biri müzeye dönüştürülmüştü, raflarda sergilenen geçen yüzyıldan kalan kimi belgeler ve eşyalar  madencilerin çileli yaşamına ışık tutuyordu. Bulduğu ham elmasları yutarak midesinde saklayan bir madencinin öyküsü bizi sarstı. Duvara kelepçelenen zavallı adam, günler sonra midesindeki elmasları dışkılayarak çıkarmıştı…

 



 

Ünlü elmasların birebir kopyası da sergileniyor müzede, İngiltere kraliçesine armağan edilen Cullinan’ı, Tiffany’nin New-York 5. Caddedeki mağazasının vitrinini süsleyen sarı elması gördük. Duyduğumuza göre Cullinan Elması, ham haliyle, bizim Topkapı’daki Kaşıkçı Elmasından 80 kat büyükmüş…

 

Kimberley’de geçirdiğimiz saatlerde elmaslara dair her şeyi öğrenip trenimize döndük… Akşam yemeğine hanımlar şık giysileriyle, pırlantalarını takmış olarak katıldı…

 

Trendeki son gecemiz için bar-vagonda bir kokteyl düzenlenmişti, herkes birbirine 3 günlük gezinin fotoğraflarını gösterip izlenimlerini paylaştı… 

 

Sabah saatlerinde Cape Town’a yaklaşırken insanların eğitim dahil, her türlü imkandan yoksun, parasız pulsuz adeta sıfır noktasında yaşadığı “teneke mahalleler”den geçtik. Belli ki bağrından sökülen elmaslar, Güney Afrika halkına hiç de pırıltılı bir yaşam sağlamamıştı. 

 

Cape Town’da Masa Dağı başta olmak üzere, asırlar öncesinden bugüne ayakta kalan şarap bağları, lezzetli şarapların tadımı için düzenlenmiş kavlar, Ümit Burnu ve pek çok gezilip görülecek yer bizi bekliyordu…

 

(*)https://thebighole.co.za/

(**)https://en.m.wikipedia.org/wiki/Cullinan_Diamond

 


 

Piyonlar ve Şahları

  Geçenlerde değerli politikacı, iş insanı ve gazetecilik deneyimimin başlarında  tanıdığım   Mehmet Yazar ’ la sohbet ettik. Türkiye’yi ko...