Bu Blogda Ara

Salı, Eylül 21, 2021

Laikliğin ipine sarılalım



 

Şimdilerde çıkan iktidar cephesi kaynaklı tartışmalara bir bakar mısınız? Laiklik ile ilgili maddeler Anayasadan çıkarılsınmış, yoksa bu ülkede müslümanlar daha  çooooook eziyet görürmüş…

 

-Pardon, ne eziyeti gördünüz?

 

Diye bir soralım değil mi?

 

-Kadının erkekle eşit eğitim hakkı

-İş yaşamında erkekle aynı fırsata sahip oluşu,

-Siyasette kağıüzerinde bile olsa! aktif varlığı,

-Medeni yasada güvence altına alınan, evlilikteki hakları

-Erkeğin gerisine düşmeyen miras hakkı mıdır size eziyet eden?

 

Diye sormayalım mı?

 

Ey sevgili kadınlar! 

 

Bunları sormazsanız sizi elinizdeki hakları yitirmekten kim koruyacak?

 

Çocuk yaşta, doğru dürüst eğitim almanıza bile karşı çıkarak, hatta imam nikahı da olsa olur deyip, evlendirip, sizi eve kapatıp, ille de üç çocuk yap, gün yüzü görmeden yaşa diyenler mi?

 

İstanbul Sözleşmesini bir anda yürürlükten kaldırıp size yaşam hakkını” bile doğru dürüst tanımak istemeyenler mi sizi savunacak?

 

Size hep, kadınların temel rolü anneliktir, kadınlar aile içindeki sorumluluklar için vardır” diye bakanlar mı sizi kollayacak?

 

Size her fırsatta ve sadece, dininizi diyanetinizi bilin, buna uygun giyinin” demediler mi? 

 

-Hangi yüksek okullara gitmeniz, ne gibi ileri eğitimler almanız teşvik edildi? Buluşlarıyla patent alabilmiş kaç kadın var aramızda? 

-Hemcinslerimiz acaba hangi keşifleri yapıp cilt cilt kitaplar yazabildiler? 

-Hakimlikte mi savcılıkta mı kadın kotaları tanındı da Adalet Saraylarında görünür oldunuz?

-Yasa koyucular arasında çok sayıda yer aldınız da sizin haklarınızı düzenleyen yasaları siz kendiniz mi şekillendirdiniz?

-Kocanıerkek doktora gitme” diye ısrar ediyordu da, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca kadın doktordan birini seçebilme şansınız mı vardı?

-Kendi iktidarları döneminde yüzlerce hapishane yaptırdılar” da gözünüz arkada kalmadan işe gidebilmeniz için” mahallenizde, sokağınızda kaç kreş, kaç anaokulu açtılar?

Yaşlı annelerinize babanıza şöyle huzur içinde bakılabilsin” diye, işten artan zamanınızda huzurevlerini gezip gezip hangisinde karar kılabildiniz? Yoksa, yaşamınızı kaygıdan uzak sürdürmede kreşler de huzur evleri de, adım başı yaptırılan camiler kadar gerekli” değil miydi? 

 

Soruyorum işte, soruyorum size

 

-Cevabınız nedir?

 

Yoksa yine sessiz mi kalacaksınız? 

 

Yoksa, zamanında dünya kadınlarına bile henüz tanınmamışken! o hakları size gümüş tepsinin içinde getirip sunmuş olan Mustafa Kemal Atatürkü unutturmayı da sonunda başardılar mı?

 

-A, anladım, konuşamıyorsunuz

 

O zaman sessiz kalsak bile hepimiz laikliğin ipine sıkı sıkı sarılalım…” Unutmayalım ki bir oy da olsa, seçme hakkımız” hala var!

 

 

 

 

Pazartesi, Eylül 06, 2021

Ah! Şu yazılamayanlar!





Gazeteciler yaşadıkları dönemin birer tanığıdır değil mi?


Kimi zaman da bu tanıklıklar gazete sayfalarına aktarılamaz, “not defterleri”nde kalır. Bu durumun yaşanan ülkenin demokrasi ve şeffaflık düzeyine göre değişen çok farklı nedenleri vardır, üzerinde konuşmaya sayfalar yetmez.


Şimdi bu derin konuyu bırakın da ben sizi “keyifli başlayan bir kahvaltı”ya götüreyim mi? 


Yer, Çankaya’daki ABD Büyükelçiliği Rezidansı, tarih 9 Mart 2004


Bir grup gazeteci, Büyükelçi Eric Edelman (*) ve kimi Amerikalı diplomatların katılacağı bir kahvaltıya davet edilmişti. Zengin bir ikram hazırlanmış, Türk damak tadına uygun simitle çay bile sofrada eksik edilmemişti.


Büyükelçi kahvesinden bir yudum alıp, “sizlerle bölgedeki gelişmeleri konuşmak istiyorum, kahve ve taze portakal suyunu beğeneceğinizi ve beni sorularla fazla sıkıştırmayıp insaflı davranacağınızı umuyorum” söze girdi.


Önce Ortadoğu ülkelerindeki durumu anlattı, başta Afganistan olmak üzere pek çoğunda  kadın hakları, basın ve ifade özgürlüğü, demokratik kurumlar, adalet mekanizmasının işleyişi açısından manzaranın hiç de parlak olmadığını, yolsuzluklar ve terör hareketlerinin bu ülkelerde artık yaşamın bir parçası haline geldiğini dile getirdi. Daha sonra bu ülkelerde gerçek demokrasinin yerleştirilmesi, yolsuzluk ve terörün kökünün kurutulması, başta kadın hakları ve basın özgürlüğü olmak üzere bütün bu alanlarda sağlanacak ilerlemeleri anlattı. Büyükelçinin sözlerini, kendi kendime içimde evirip çevirip, “amma da hayal sattı yahu” diye pek de inanmadan dinliyor, bir yandan da hızla not almayı sürdürüyordum… 


Büyükelçi kimi sözleri için “off the record”, “bana atfen yazmayın” ya da “yazabilirsiniz” diye ricada bulunup,  tam bir pembe bir tablo çizerek bunları anlatırken hepimizin aklındaki tek soru şuydu:


-İyi de, bu çizdiğiniz tabloyu yaratmak için gereken önlemleri bölge hükümetlerine nasıl benimseteceksiniz?


Diplomatlardan biri kendini tutamayıp hemen şunu demesin mi?


-CIA’ya göre bir karışıklık çıkarmak ortalama 185 milyon dolara bakıyormuş. Sonrası malum… O hükümet gider, başkası gelir…


Tabii ki bu söylediğinden anında pişman olup, “aman lütfen bunu yazmayın” diye de ekledi…


Büyükelçi ise sonradan Arap Baharı diye kayda geçecek, kimilerinin ise “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) diye ifade ettiği projeyle ilgili anlatımını sürdürürken, uygulamada Türkiye desteğini  çok önemli bulduklarını da dile getirdi.


Bir kaç ay sonra bir baktık, Recep Tayyip Erdoğan, dönemin Başbakanı olarak “Biz Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanıyız, bu görev bize verildi” şeklinde açıklamalar (**) yaptı. Ortadoğu’nun siyasi ve sosyal yapısını “tepeden inmeci bir tutumla ” değiştirmeyi hedefleyen bu proje hiç bir zaman “resmen” açıklanmasa da, 23 ülkenin kapsamda olduğunu gösteren haritalar ortalığa saçıldı, ABD’nin yanı sıra İtalya, Türkiye ve Yemen’in “eş başkan olarak görevlendirildikleri” pek çok zirvede dile getirildi ve özellikle Türkiye’den ekonomik katkı istendi.


-Peki sonra ne mi oldu?

-Hiiiiç! Koca bir hiç…


Ama sanırım o diplomatın “aman yazmayın” dedikleri, acı birer gerçekti. Bölgedeki ülkelerin hiçbirinde huzur kalmadı. Çoğunda iç isyanlar çıktı, liderleri linç edildi, hükümetlerin kimi devrildi, kimi hala ayakta kalmakta dirense de yönettiği ülke paramparça oldu…


“Kadınların haklarını ilerleteceğiz” derken, ilerleme şurada dursun, kadınları gözlerinin bile görünmediği çarşaflara tıktılar…


Yani anlayacağınız “Arap Baharı, kasvetli, soğuk bir kışa” döndü. “Peki bu proje şimdi kime yaradı?” diye sorarsanız:


-Kime olacak yahu? Her zaman kayıtsız şartsız kazançlı çıkan Amerikalı silah tüccarlarına…


Haydi bunları Amerikan halkı merak edip asla sorgulamıyor da, bizler? Karışıklığın bütün ceremesini çeken bizler yıllardır “kış uykusu”na mı yattık?


(*) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-43043790


(**) https://youtu.be/HT5nXNVIa4k?si=uNk9FOckvkwaU9Ve


Pazartesi, Ağustos 30, 2021

Sayonara (elveda) Japonya (4)





Japonya’yı anlatmak hiç de kolay değil, kendine özgü adalar ülkesinin, kendine özgü yaşam tarzını, sosyal atmosferini, bilim ve teknolojide geldiği noktayı özetlemeye sözcükler değil, kitaplar, belgeseller bile yetmez. “Sayonara” (elveda) demeden önce atom bombası kurbanı Hiroşima izlenimlerimi paylaşsam olur mu?


Mermi hızıyla giden trenle  (bullet train) son durağımız Hiroşima idi, 6 Ağustos 1945’de  atom bombasının ilk kurbanı olup da 200 bini aşkın ölü veren kentte gezmek tuhaf duygular uyandırıyordu. Hele  “geçmişi artık eski okul kitaplarının tozlu sayfalarında bırakmışAmerikalı turistlere caddelerde adım başı rastlamak, kahkahalarına tanık olmak onca yıl sonra bile biraz sarstı beni.


Oysa Japon’larla konuştuğunuzda duygusal değil, gerçekçi davrandıklarını görüyordunuz.  Hiroşima, kendini çoktan toparlamış, dev endüstri merkezlerinin kuruluşuna ev sahipliği yapan üstelik de yemyeşil bir kent görünümündeydi. 


-O korkunç patlamadan sonra 75 yıl süreyle buralarda hani herhangi bir bitki yetişmeyecekti?” 


Sorusu aklımda, dolaştım durdum kenti. 


Savaşın ve atom bombasının izlerini silmek için belli ki Japon’lar çok uğraşmış, hasarlı bütün binalar yeniden inşa edilmiş, korkunç patlamadan kalan tek iz, hala ayakta duran Genbaku Kubbesi. Eskiden bölgenin sanayi merkezi durumundaki bu bina, atom bombası ile büyük hasar almasına karşın, olduğu gibi bırakılarak, yanında inşa edilen “barış müzesi” ile o günü anımsatıyor.



Müzeyi bize bombanın patladığı günü, o gün 13 yaşında olan Yoshita Kawamato gezdirdi:


-Okuldaydık hepimiz. Patlamanın şiddetiyle kendimi kaybetmişim, gözümü açtığımda üstümde sıralar ve enkaz parçaları vardı. Zorla onların arasından sıyrıldım, herhalde yakındaki yakıt tankları patladı diye düşünüyordum.Bir ses duydum, arkadaşımı tanıyamadım, bir gözü yoktu, konuşmaya çalıştı ama sesi çıkmıyordu, bir kaç dakika sonra öldü. Okulun dışına güçlükle çıktığımda gördüm ki her şey yıkılmıştı, her yer alev alev yanıyordu. 



Kawamato’yu sağ bırakan mucize, diğerlerine acımamış ailesinin bütün fertleri dahil, Hiroşima’da onbinlerce insan ölmüştü. Beni şaşırtan ise görüştüğüm pek çok Japonunnefret etmek” şurada dursun, Amerikaya, Amerikalılara duyduğu sempati oldu, şöyle bir yorum yapıyorlardı:


-O günlerde hem ülkeyi yönetenler hem de ordumuz o kadar hırslıydı ki, olmadık işlere girdiler. Ta buralardan kalkıp ABD’ye gidip, Pearl Harbour’u bombalamayı bile göze aldılar. Sonunda olacağı buydu…


Kawamato ise duygularını, “eskiden bize Amerikalılar şeytan diye anlatılmıştı, oysa  patlama sonrası ilk karşılaştığım insanlar, yani Amerikalı askerler bana gülümseyerek yaklaştı, beni tedaviye götürdüler. Demek şeytan değillermiş dedim” diye anlatmıştı.


Hiroşima’nın “kederli izleri” neyse ki Kyoto ziyareti ile biraz olsun silindi. Kyoto, geleneksel “geyşa eğitimi”ne ilk ev sahipliği yapan kent olarak biliniyormuş. Ben ne yazık ki bir geyşa ile tanışamadım ama Japon kadınları ile pek çok sohbet olanağı yakaladım. Japon erkeğinin ailedeki en hakim kişi olduğunu, uzun çalışma saatlerinin ardından “usta çırak” ilişkisinin hala önemsenmesi nedeniyle çalıştığı yerdeki üstleri ile akşamları da saatlerce zaman geçirdiğini öğrendim. Japon kadını ise bu durumu pek önemsemiyordu anlaşılan, daha doğrusu, ailede erkeğin çalışıp kazanan konumunda olduğu, kadının ise çocukların bakımı ve ev işlerinin yürütülmesini asli görev olarak benimsediği anlatıldı bana. 



Tokyo’nun en prestijli üniversite mezunlarının yarıdan fazlasının kadın olmasına karşın, iş yaşamında pek de olmadıklarını” öğrendiğimde “ne büyük haksızlık” demekten kendimi alamadım. 

Tokyo caddelerinde gördüğüm şık Japon kadınlarının birer bibloymuş gibi salınarak dolaşmaları bana “geyşalık meslek olarak olmasa da acaba Japon kadınlarının ruhunda mı var?” Sorusunu sordurttu. 

Bunu bir Japon kadınına, “ev kadını olmak için onca üniversite  okumanız gerekiyor muydu?” Diye sorduğumda şu yanıtı aldım:


-Haklısınız ama biz böyle mutluyuz. Sizin dediğiniz konuma gelebilmek için kültürümüzün farklılaşması, geleneklerimizin biraz değişmesi gerekiyor. Bunun için bize 50 yıl lazım…


Bilmem onca yıl sonra Japon kadını hala geleneksel konumundan mutlu mu? Yoksa Tokyo’da sohbet ettiğim  bir batılı diplomatın şu sözleri nasıl değerlendirilebilir?


-Siz Japon kültürünü tam olarak gözlemleyememişsiniz. Jouhatsu (buharlaşma) denen adetlerini duymadınız sanırım. Ülkenin ağır yaşam koşulları, erkeğin uzun çalışma saatleri,+ pek çok Japon kadınında bunalım yaratıyor, çareyi bulundukları ortamdan, hatta ailelerinden, çocuklarından kaçıp kurtulmakta arıyorlar, adeta ortadan kayboluyorlar. Bambaşka bir yerde farklı bir hayata başlıyorlar, bunun için onlara destek bile veriliyor. Ancak Japon kültüründe buharlaşan (!) kadını aramak yok… Yaşamını istediği gibi sürdürmesine göz yumuluyor.


Eh, benim için de Japonya’nın büyülü dünyasını bırakıp, buharlaşma (Jouhatsu) zamanıdır artık, sayonara


bennursunerel.blogspot.com

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...