Kırk yıllık meslektaşım, mesai arkadaşım değerli Nursun Erel’in eski Başbakan Bülent Ecevit’le son mülakatını okudum. Bu tür çalışmalar tarihte not olarak kalmalı. Nursun bu mülakatı blogunda, hem de fotoğraflı yayınlayarak bu işlevi büyük ölçüde yerin getirmiş. Ama tam yerine gelmesi için, benzerleriyle birlikte kitap haline gelmesi lazım. Tavsiye ederim.
Bir başka tavsiye... Bu söyleşinin bir şekilde, bir yolu bulunarak, hem de kaytarmadan okuması (okumaları) sağlanacak şekilde, başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP ric’aline iletilmesi lazım. Çünkü bildiğim kadarıyla Kılıçdaroğlu Ecevit’e hayran... Nursun’un mülakatında da hayranı olduğu Ecevit’ten çıkaracağı (benim ihtiyati kayıtlarım saklı olmak üzere) birçok kıssadan hisse var.
Nursun, bilinen nahifliğiyle yazmış; sadece sağlığı bozulduğu halde Başbakanlıktan çekilmemesini vurgulamış. Evet, Nursun’un sorularına verdiği cevaplara bakınca gönül koyacak bir yan yok. Mesela:
“Hükumet yaklaşımını değiştirmezse Türkiye’nin daha ciddi sorunlarla karşılaşacağına eminim. Çok hassas bir durumdayız: Bir yandan Türkiye, İslam dünyasındaki ülkelerin tersine laik bir ülke... Öte yandan da İslam dünyasındaki öteki ülkeler Türk devletine ve rejimine son derece çağ dışı telkinlerde bulunmaya çalışıyor. Dolayısiyle iki kutup arasında sıkıştık: İslam dünyasıyla onun dışındaki dünya... Bazı dini odaklar Türk rejimi için gerçek bir tehlike... Ama maalesef mevcut hükümet, Türkiye için tehlike oluşturan bu İslami odaklarla uğraşmak niyetinde değil.”
Bu sözler kanaatimizce Kılıçdaroğlu’nun da ders alması gereken ve Ecevit’ten beklenen sözler... Ama ben de buna şaşırdım. Galiba birkaç Ecevit var diye.
Çünkü evet Ecevit, özellikle yelpazenin sağındaki politikacılarla mukayese edilince elbette çok takdire şayandır. Ama elbette sosyalist sol değil merkez sol, sosyal demokrat mahallede ele alınınca tersi de doğru.
Ve lakin merkez sol mahalle denince düş kırıklığı yahut şaşkınlık yaratan da sadece Ecevit değildir. Deniz Baykal... Kemal Kılıçdaroğlu... Aradaki Calp’leri, Karayalçınları v.s. bir yana...
Hepsini anası İsmet İnönü, Türk milletinin “İsmet Paşası!..” Anasına bak kızını al...
DİKKAAATTT... Hepsi de doğrudan ATATÜRK’ün CHP’deki koltuğuna oturmuş zevat için “hepsinin anası ATATÜRK” diyemedim. Çünkü en azından ben öyle görmüyorum.Hiçbiri Atatürk’e özenmeye özen göstermiyor, hepsi İnönü’yü taklit ediyor. Atatürk karşısında kendilerini mahcup, hatta suçlu hissetmeseler de, tabanın tepkisinden çekindikleri için İnönü üzerinden bir meşruiyet yaratmaya çalışıyorlar. Bu millet Atatürk’ü “Tek Adam” saymış. Ama İnönü’yü de “İkinci Adam...” Demek istiyorlar ki; “canım ha Birinci Adamı, ha İkinci Adamı taklit etmişiz. Ne fark eder?”
Eder!..
O İsmet Paşa, 1946 seçimlerinde Demokrat Parti’nin “Allah” dediği, dini siyasi propagandasında kullandığı için daha katıldığı ilk seçimde 64 sandalye ile Meclise girdiğini düşünerek (tabi başka pek çok şeyi daha düşünerek) aynı yöntemi, yani “sağ”a, dinci, sermayeci “sağ”a serenat yapan İsmet Paşa!
CHP’nin 1947’deki 7. olağan kurultayında bizzat CHP delegeleri tekke ve zaviyelerin yeniden açılmasını, okullarda din derslerinin olmasını, imam-hatip okulları, ilahiyat fakülteleri açılmasını talep etti. Tek parti iktidarı söz konusuydu; ertesi sene, 1948’de bu taleplerin hemen hepsi bizzat CHP tarafından yürürlüğü kondu.
ABD ile GİZLİ ikili askeri ve iktisadi anlaşmaları imzalayan, üyelik için NATO’ya, IMF’ye, Dünya Bankasına başvuran; “din, Allah dersek Demokrat Parti’nin bu beklenmedik 64 sandalye başarısı kadük kalır” sanan veya böyle sananların etkisinde kalan İnönü; İnönü savaşları kahramanı, Atatürk’ün silah arkadaşı, başbakanı, Lozan Baş Delegesi İSMET PAŞA idi. Lozan’da Lord Curzon “Bütün taleplerimizi reddediyorsunuz. Reddettiklerinizin hepsini cebime koyuyorum. Gün gelecek, kalkınmak için paraya ihtiyacınız olacak. Para için bize geleceksiniz. O zaman bugün cebime koyduklarımın hepsini çıkarıp önünüze koyacağım”tepkisine “gelirsek çıkarın koyun” diyen İSMET PAŞA idi.
Curzon’un öngörüsü gerçekleşti; bir başkası değil bizzat İSMET PAŞA, gerçekten Lord Curzon’un 1923’te cebine koyduklarının 20 küsur yıl sonra önüne konulmasına “eyvallah” dedi.
O ABD ile gizli anlaşmalar (ki başlangıcı 1947-48, yani “İnönü” tarihlidir), Truman Doktrini, Marshal Planı, NATO, IMF, Dünya Bankası üyelikleri, Türkiye’nin “Batı limanına”, yani Batı emperyalizmine, hem de zincirsiz demirlemesine yol açtı. AKP bu bağlanmanın sonuçlarından sadece biri...
Tekke-zaviyelerin, imam-hatiplerin, ilahiyat fakültelerinin açılması, okullarda din dersi okutulmaya başlanmasının sonucu Erbakan’dır, Fetullah’tır, 15 Temmuz’dur, Erdoğan’dır, AKP’dir. CHP 7. Kurultayının yapıldığı 1947’de Erdoğan (1954) henüz doğmamıştır; Fethullah Gülen (1941) henüz 6 yaşındadır; Necmettin Erbakan (1926) henüz 21 yaşında bir üniversite (İTÜ) öğrencisidir ya da taze mezundur.
7. Kurultay’da dile getirilen tekke ve zaviyelerin, imam hatiplerin, ilahiyat fakültelerinin açılması, din dersi okutulması taleplerinin izahını, o dönemde “CHP’nin en genç milletvekili” olan Rize milletvekili Dr. Fahri Kurtuluş şöyle ifade etmişti:
“Bir buçuk senedir, Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesinde solcu propaganda vardır, ... bu adamların ne çeşit yazı yazdıklarını, nasıl bir Rus propagandası yaptıklarını, elimdeki kitabın 91’inci sayfasından okudum.
“... gençliği her şeyden evvel kuvvetli milliyetçi olarak yetiştirmek yine bizim altı okumuzun emrettiği bir vecibedir. (...)
“Arkadaşlar; komünizm ile mücadele, şimdiye kadar ciddî olarak ele alınmamıştır. ... Bu işte bana yardım ederseniz, bir takrirle bu işi ciddî bir vazife olarak Partiye vereceğiz, hepinizden yardım istirham ediyorum. (Beraberiz sesleri) Sağ olun.
“... Bu memlekette sapkın olanlar devlet hizmetinde, üniversite hizmetinde ve gençliğin başından alınmalıdırlar. (Bravo sesleri, alkışlar). (CHP 7. Büyük Kurultayı Tutanakları, 4. Birleşim, 22.11.1947, s. 190, CHP Yayını.)
Kısaca... “HALKIMIZI, BİLHASSA GENÇLERİMİZİ KOMÜNİZME KAPTIRMAMALIYIZ!..”
Çünkü tarih 1947... 2. Dünya Savaşı henüz bitmiş... Galiplerin “Batı” tarafı (başta Amerika), Doğu Avrupa’yı Sovyetler Birliğine bırakmış. Sovyetler Birliği çok önemli bir güç kazanmış. Öte yandan Stalin-Sovyetlerinin Türkiye’den “Boğazlar ile Kars ve Ardahan’ı” istediği söyleniyor. Bu talep Milli Şef Türkiye’sinde sayısı değilse bile niteliği itibariyle önemli bir kesim için “komünizm tehlikesi, tehdidi” demek.
CHP’nin “en genç”, antikomünist milletvekilinin, kurultayda kendisinden önce konuşan delegelerin taleplerini bir bakıma izah ettiği nokta bu...”KOMÜNİSTLER BİZİ HAM YAPACAK. ÖYLEYSE DİN’E SARILALIM!..” Öyleyse NATO’ya, Batı’ya sığınalım...
Oysa o en genç milletvekili, İslamcı olmaktan ziyade milliyetçi, tanıdığımız tabirle ülkücü, Türkçü...
Komünizmin karşıtı, teoride (pratikte de böyle olmalıdır) KAPİTALİZMdir; millet, heleözellikle “din” değil!.. Komünizmin karşısına kapitalizmi değil de “din”i koymak, taa 75 yıl önce bu gencecik milletvekili (Fahri Kurtuluş o sırada 35 yaşındadır) ve başka böyle düşünenlerin kendi özgün düşüncesi midir, yoksa emperyalist Batının telkini, dayatması mı?
Hayır. Emperyalist Batı’dan bize “Sovyetler sizi ham yapar, komünist olmayın. Gelin bize katılın” diyen yok. Tersine NATO’ya ilk üyelik girişimleri en azından ciddiye alınmamış; kibarca, zaman zaman kabaca reddedilmiş. 11 Mayıs 1950’de, seçimlere üç gün kala CHP, girişimleri resmi başvuruya dönüştürmüş: RET!.. Seçilir seçilmez Demokrat Parti resmen başvurmuş: RET...
Ancak 1950’de Kore Savaşına katılmamızdan sonra NATO üyeliğimiz kabul edildi.
Sovyetler, Stalin gerçekten bazı densizlikler yapmış olabilir. Türk Milletinin İkinci Adamlığa layık gördüğü, İnönü zaferleri komutanı, Lozan Kahramanı, “kurmay zekasına sahip” iyi bir stratejist olması gereken “emekli orgeneral” İsmet Paşa, Birinci Adam’ın “geldikleri gibi giderler!” dediği gibi neden Boğazları, Kars-Ardahan’ı istediği söylenen Stalin’e basının önünde “sıkıyorsa gel al!..” diyememiş!!!? De koşturarak “günü gelince bugün reddettiklerini bir bir önüne koyacağız” diyen İngiltere’ye, ABD’ye sığınmış? NATO’dan da önce niye Truman Doktrinine, Marshal Planına bayılmış?
İnönü kıvamında, orgeneral rütbesine sahip bir asker, savaştan per perişan çıkmış, kolunu kıpırdatacak hali olmayan Sovyetlerin, değil Türkiye’ye saldırmak, Moskova’da doğru dürüst karnını bile doyuramadığını, devlet başkanı Kruşçev’in bile kedi eti yemek zorunda kaldığını, hem de bütün istihbaratın önüne konduğu bir devlet başkanı olarak nasıl bilmez?
O sığınış bize Kore’de 750 şehide mal oldu. Nasıl olsa Amerika verecek diye MKE’nin askeri fabrikalarına, devlet eliyle yürütülen ulusal sanayimize ve devletçiliğe mal oldu. Köy Enstitülerine, toprak reformuna mal oldu.
Karşımızda hiçbir zaman kurum olarak NATO’yu görmedik; NATO diye hep Amerika’yı gördük. Taaa Ege Ordusu adıyla 4. orduyu kuruncaya kadar (1975), Türk Silahlı Kuvvetlerinin tamamı NATO emrine tahsis edilmişti.
Sovyetler hakikaten bize saldırsaydı NATO = ABD hakikaten bizi koruyacak mıydı?
İnönü’lü CHP ve Menderes-Bayar’lı DP dua etsinler, Stalin 1953’te ölüverdi; Kruşçev’le birlikte Sovyet dış politikası yumuşadı. Stalin yaşasaydı, Amerika bizi korur muydu korumaz mıydı görürdük!..
İnönü ile başlayan dış politika çerçevesinde NATO üyeliğiyle “demokratik hür dünyaya” katılmıştık güya, Avrupa ülkesi olmuştuk güya. Osmanlı da Kırım Savaşı sonrası 1856 Paris Anlaşmasıyla “Avrupa Devleti” sayıldığını sanmıştı. Meğer olamamış; 70 yıl sonra yıkıldı. Aradan bir 30 yıl daha geçti, 1950’lere geldik, aaa hala demokrat Avrupa ülkesi olamamışız; Haydiii NATO’ya... Yine aynı sevinç: Avrupalı olduk, demokrat olduk, hür dünyaya katıldık... 1963’e geldik, yine olamamışız; haydiii Ortak Pazar’a... 2021’e geldik, Ortak Pazar Avrupa Birliği oldu; ama biz ne demokrat olabildik, ne Avrupalı olabildik, hatta 60 yıldır hala tam üye bile olamadık. İktisaden, siyaseten, kültürel olarak Atatürk’ün “istiklal-i tam”ını yitirip tam bağımlı olmamız da cabası...
İnönü haleflerinden Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz’dan önce “yargıya Cemaatin nüfuz ettiğini kabul edemem” diyen Kılıçdaroğlu... Hiç gerek yokken hem ziyaret edip hem de “ben her gün Zaman okurum” diyen; Kutlu Doğum haftalarına koşan Deniz abisinin imitasyonuKılıçdaroğlu... Fetulllahçı Muhammet Çakmak’ı, Erbakancı Mehmet Bekaroğlu’nu, solda görünüp Atatürk’le, laiklikle sorunu olan Sena Kalelileri, Bülent Kuşoğlularını, sağdan oy getirecek diye Turhan Tayanları, Sinan Aygünleri Partiye, partiye ne, Parti Meclisine dolduran Kılıçdaroğlu... Herkesi kucaklayacağız diye son olarak Cihangir İslam’a rozet takan, “Tayyip’im” diyecek kadar “Tayyipçi” türbanlı teyzeyi evinde ziyaret eden Kılıçdaroğlu...
Bizim genç meslektaşlar bi’ sorsalar bugün Kılıçdaroğlu’na: “Vaktiyle «yargıya Cemaatin nüfuz ettiğini kabul edemem» demiştiniz. Hala aynı kanaatte misiniz? Değilseniz, pişman mısınız?” diye; ne cevap verir, çok merak ederim. Biz soramıyoruz, sordurmuyorlar.
Yahut... Erdoğan da Cumhuriyet’in, Birgün’ün, Evrensel’in, Sözcü’nün en azından özetini, en azından dinliyordur. Erdoğan’a, “ben her gün Cumhuriyet okurum” dedirtebilir misiniz?
“Sağ”a yönelik bütün bu ilanı aşka rağmen, Kılıçdaroğlu CHP’sinin oyu yüzde 25-26’nın üstüne çıkabildi mi? Kılıçdaroğlu’nun Deniz Abisi, Kutlu Doğum törenlerinin konuğu ilk CHP başkanı, çarşafa CHP rozeti takarak çıkabildi mi? Ya da 2007 seçim kampanyasının ortasında, seçim kürsüsünde “bizim Amerika’yla bir sorunuz yok” diyerek çıkabildi mi? Kılıçdaroğlu 2011 seçim bildirgesine “Türkiye’deki Amerika karşıtlığını gidermek için öğrenci, tüccar, sanayici v.b., mübadelesini artıracağız” maddesi koyarak çıkabildi mi? (Aynı seçim kampanyasında fevkalade milliyetçi Devlet Bahçeli çok daha ileri gidip, Marmaris Aksaz’daki NATO deniz üssünü karadan protesto eden MHP gençlik kolu üyelerine kızaraktüm Marmaris ilçe teşkilatını görevden aldı da iktidar mı oldu?)
Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki tek stratejisi “herkesi kucaklamak...” Bu “herkes”in içinde türbanlı var, Bekaroğlu var, Muhammed Çakmak var, Cihangir İslam var, Abdüllatif Şener var, Turhan Tayan var, var, var... Kılıçdaroğlu bunlarla “herkes”i tamamladığını düşünüyor. Bi’şiy eksik! Nedir o olmayan? Gizlisi, kamuflajlısı varsa ben bilmiyorum ama ötekiler gayet açık iken bir tane bile açık sosyalist solcu yok! Öyle yetmez ama evetçi, 10 Aralıkçı, solculuğu Kürtçülükten ibaret sanan değil; açıkça emperyalizm, sömürü, sermaye karşıtı, büyük üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı, düpedüz “din afyondur” diyen, diyebilecek solcudan söz ediyorum. Böyleleri CHP’yi şahsen tercih etmemiş olabilir. Ama ben Kılıçdaroğlu’nun, CHP ric’alinin tercihinden bahsediyorum. Yok! Böyleleri açık kimlikle CHP’ye mi gelmiyor; geliyorlar da CHP mi kapıyı açmıyor?
Şimdi Ecevit’in tam sırası...
Nursun meslektaşımın mülakatındaki Ecevit’i, kendisine hayran Kılıçdaroğlu’na boşuna tavsiye etmedim. Çok anlamlı, önemli şeyler söylüyor çünkü. Nursun’un mülakatındaki Ecevit’ten, Kılıçdaroğlu’nun alabileceği (alırsa) epey ders var. Kılıçdaroğlu ayrıca unutmasın; aynı Ecevit, Nazlı Ilıcak’ın kolunda Meclis genel kurul salonuna giren taze milletvekili Merve Kavakçı’ya bir başbakan kimliğiyle, yani bir bakanı veya partisinin bir milletvekilini filan görevlendirmeden bizzat kürsüye çıkıp “Burası devlete meydan okunacak yer değil! Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz...” diyebilmiş bir siyasetçi. İdi... Kılıçdaroğlu ya Ecevit’e hayranlığından vaz geçmeli ya da bu Ecevit’e, en azından Nursun’un mülakatındaki Ecevit’e uyması lazım.
Ama Kılıçdaroğlu da bana “Evet, Ecevit “toprak işleyenin su kullananın” diyerek de, “ortanın solu” diyerek de büyük iş yapmış, % 42 oy kazandırmıştır partisine. Muhalefette olmasına rağmen bizzat gidip mesela Saddam’la hem de iki kez görüşerek büyük iş yapmıştır. Ama o da mealen «Fethullah Hoca yurt dışında güzel işler yapıyor» demedi mi” derse...
Gerçekten, Nursun’un mülakatını, en azından yukarıya tırnak içinde aldığımız pasajıokuyunca “yahu bu hangi Ecevit? Kaç tane Ecevit var acaba” diye nasıl şaşırmazsınız.Çünkü...
Çünkü en başta bu mülakatın tarihi 2006... Ecevit “Vahdettin hain değil değildi” dediğinde tarih 2005...
Nisan 1998... Ecevit, Başbakan Yardımcısı... Gülen'le görüşüyor, ona eliyle çay ikram ediyor, ödül alıyor ve bu görüşmeden sonra Fethullah Gülen'i şöyle değerlendiriyor:
“Fethullah Gülen, Türkiye'de saygınlığı olan bir kimse. Gülen hedef alındı. Ama bilin ki Gülen olmasaydı, onun telkinleri olmasaydı Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan, İranköktendinciliğinin etki alanı içine girerdi. Açtığı okullar bunu önledi. Gülen'in çevresi olmasa, meydan tamamen Refah zihniyetinde kalacaktı.” (13.4.1998, Sabah)
Ecevit gibi bir politikacı açısından Gülen’le Erbakan arasında ideolojik ne fark varsa... Veya Ecevit gibi bir politikacı Gülen’i neden, nasıl Erbakan’dan üstün tutuyorsa...
1998’de Gülen’i alabildiğine öven, 1999’da türbanlı Merve Kavakçı’yı TBMM’dan kovalayan, 2005’te “Vahdettin vatan haini değildi” diyen... Nihayet 2006 Mayıs’ında Nursun kardeşimle yukarıda bir pasajını verdiğimiz mülakatı yapan... Irak konusunda Amerika’ya kafa tutan, 1977’de “toprak işleyenin, su kullananın...” diyen... Hatta bir 10 küsur yıl kadar önce “ortanın solu” sloganıyla CHP’de İnönü iktidarını sona erdiren...
Bunların hepsi Bülent Ecevit!!!... Mi?
CHP’nin hangi şartlarda doğduğu malum... Elbette “sosyalist olmalıydı” denemez. Ama Türkiye gibi bir ülkede “ANTİEMPERYALİST Kurtuluş Savaşı koşullarında doğan bir siyasi partinin, küçük burjuva da olsa sol olması kaçınılmaz. CHP, Fransız Komünist Partisi, AlmanSosyal Demokrat Parti, İngiliz İşçi Partisi değil. Bunların hiçbiri emperyalist bir saldırıya, işgale, kuşatmaya karşı veya bu sırada kurulmadı. Ayrıca, Fransa da, İngiltere de, Almanya da, halkları değil ama kurumsal tüzel kişilikleri itibariyle, yani DEVLET olarak EMPERYALİST! Bu ülkelerdeki sol partiler, elbette kendi ülkelerinin vahşi emperyalizmine karşı çıktı. Ama bu onların kuruluş sebebi değil. Bu partiler, ülke içindeki emek-sermaye çatışmasında emeğin yanında yer alarak oluşmuş; asıl kuruluş gerekçeleri bu...
Oysa CHP doğduğunda Türkiye’de bu ülkelerdeki gibi çatışma halinde bir sermaye veişçi sınıfı yok. Osmanlı’nın emperyalizmine, başka milletlere zulmüne karşı çıkmak üzere de kurulmamış, çünkü Osmanlının o takati epeydir zaten kalmamış. Tam tersine önce Osmanlı’nın kendi milletine zulmüne karşı çıkmak üzere kurulmuş. İkincisi CHP, Atatürk’ün deyimiyle Türkiye gibi bir “mazlum millet”in yani emperyalizmin zulmü (zulüm => mazlum) altındaki bir ülkenin emperyalizme, dış kapitalist zulme direniş sembolü aynı zamanda...
Atatürk dahil CHP’yi kuranlar, Kurtuluş Savaşı öncüleri bu şartlar nedeniyle şahsen sosyalist olmak zorunda değil; olmayabilirler. Ama tüzel kişilik olarak CHP ”sol” olmak zorunda. Değil mi ki Türkiye gibi bir ülkede emperyalizme karşı savaş yürüttü...
Oysa CHP ric’ali Atatürk sonrasında, İnönü’den itibaren emperyalizm karşıtlığından uzaklaştı; tam tersine emperyalizme “eyvallah, emrin olur. Yeter ki sen beni komünistlerden koru ” dedi. Bu talebin karşılık bulması için de ne isteniyorsa, hatta beklenenden fazlasını verdi. Vermek zorunda olduğunu düşündü. Oysa yukarıda belirtildiği gibi, eğer bu Stalin’in kifayetsiz muhterisliğinden ileri geliyorsa, NATO’ya, emperyalist Batı’ya sığınmak yerine, Stalin’e “sıkıysa gel de al..” denilebilirdi.
Koskoca İnönü, bunun ne kadar yanlış olduğunu ancak “Büyük ülkeyle iş tutmak ayıyla yatağa girmeye benziyor” diyerek tepki gösterdiği Johnson Mektubundan sonra kavrayabildi. Ama artık İnönü’nün CHP içindeki ömrü dolmuş, istifa edip tabii senatör olmuştu.
Halefleri ise İnönü’nün bu fark edişini dahi fark edemediler. İnönü’nün fark edemediği yıllardaki politikalarını hep sürdürdüler, hala sürdürüyorlar. Hala “herkesi kucaklayacağız” diye sosyalist sol hariç bütün siyasi yelpazeye (ki sosyalist sol dışındaki yelpaze, yekpare sağdır) ve hatta ABD ve AB’ye mavi boncuk dağıtmaya ve en çok % 26’da çakılı kalmaya devam ediyorlar. ABD-AB’ye şirin görünmenin iktidar olmaya yetmediğini bir türlü anlamak görmek; ABD-AB’nin CHP’ye “ATATÜRK, Kurtuluş Savaşı, emperyalizme kafa tutmak” olarak bakmaktan asla vazgeçmeyeceğini ve bunun hıncını asla unutmayacağını anlamak istemiyorlar
Ecevit de aynı şeyi yaptı. “Türkiye’de bir Marksist parti kurulmasın isterim. Ama partimde Marksist istemem” dedi. Öyle de yaptı. Ama hiç tereddütsüz, MSP ile MHP ile hatta Adalet Partisinden kendisine hiç yakışmayan “Güneş Motel” skandali eşliğinde devşirdiği 11 milletvekilinin her birine birer bakanlık vererek sözüm ona koalisyon kurdu.
Evet. Elbette en başta kaç Demirel, kaç Özal, kaç Erbakan, kaç Türkeş, kaç Bahçeli, hele hele kaç Erdoğan var?
Ama anacığımın özdeyişiyle gönül umduğuna küsermiş!.. Buradaki “küsmek” yazının başlarındaki “gönül koymak...” Ben yukarıdaki isimlere niye küseyim, hele niye gönül koyayım. Ben onlara, en kibar tabirle dehşetli kızarım. Çünkü gönlüm onlardan hiçbir şey ummaz. Ayrıca ben yukarıdaki isimler için “çok-yüzlülüğü” niye yadırgayayım?
Ammaaa... Benim için asıl “kaç taneler” diye soracaklarım, gönlümün umdukları, yani güvendiklerim, hiç değilse “tek” olduklarını sandıklarım... O zaman sorarım: Gerçekten kaç tane İsmet, kaç tane Ecevit, kaç tane Deniz, kaç tane Kemal var?
Siyaset bu kadar çok yüzlü olmak mıdır? Türk siyasetçiler (hele bizim güvendiklerimiz...) bu suçlama karşısında kendilerini “ne var canım, siyaset yapıyoruz işte” diye mi savunuyorlar?
KRT’de katıldığı programda (3 Nisan 2021) Temel Karamollaoğlu da konuşmasının bir yerinde mealen “zaten halkımız da, «politikacı değil mi... Dün öyle bugün böyle..» diyor” demek gereğini duydu.
Böyle olmamalı... En azından bizim güvendiğimiz politikacılar olmamalı. Güvendiğim politikacılardan, gelecek seçimlerden başka şey düşünmeyen sokak siyaseti, kasaba politikacılığı değil, devlet adamlığı bekliyorum.
ÇOK YÜZLÜLÜKLE İKTİDAR OLACAKLARSA, OLMASINLAR DAHA İYİ (Zaten olamadılar). TEK YÜZLE MUHALEFETTE KALMALARINA RAZIYIM.
NOT: Bülent Ecevit’in son röportajı