Bu Blogda Ara

Cuma, Nisan 09, 2021

ECEVİT’İN MASUMİYETİ(!) Ali TARTANOĞLU



 

Kırk yıllık meslektaşım, mesai arkadaşım değerli Nursun Erel’in eski Başbakan Bülent Ecevit’le son mülakatını okudum. Bu tür çalışmalar tarihte not olarak kalmalı. Nursun bu mülakatı blogunda, hem de fotoğraflı yayınlayarak bu işlevi büyük ölçüde yerin getirmiş. Ama tam yerine gelmesi için, benzerleriyle birlikte kitap haline gelmesi lazım. Tavsiye ederim.

Bir başka tavsiye... Bu söyleşinin bir şekilde, bir yolu bulunarak, hem de kaytarmadan okuması (okumaları) sağlanacak şekilde, başta Kemal Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP ric’aline iletilmesi lazım. Çünkü bildiğim kadarıyla Kılıçdaroğlu Ecevit’e hayran... Nursun’un mülakatında da hayranı olduğu Ecevit’ten çıkaracağı (benim ihtiyati kayıtlarım saklı olmak üzere) birçok kıssadan hisse var.

Nursun, bilinen nahifliğiyle yazmış; sadece sağlığı bozulduğu halde Başbakanlıktan çekilmemesini vurgulamış. Evet, Nursun’un sorularına verdiği cevaplara bakınca gönül koyacak bir yan yok. Mesela:

“Hükumet yaklaşımını değiştirmezse Türkiye’nin daha ciddi sorunlarla karşılaşacağına eminim. Çok hassas bir durumdayız: Bir yandan Türkiye, İslam dünyasındaki ülkelerin tersine laik bir ülke... Öte yandan da İslam dünyasındaki öteki ülkeler Türk devletine ve rejimine son derece çağ dışı telkinlerde bulunmaya çalışıyor. Dolayısiyle iki kutup arasında sıkıştık: İslam dünyasıyla onun dışındaki dünya... Bazı dini odaklar Türk rejimi için gerçek bir tehlike... Ama maalesef mevcut hükümet, Türkiye için tehlike oluşturan bu İslami odaklarla uğraşmak niyetinde değil.”

Bu sözler kanaatimizce Kılıçdaroğlu’nun da ders alması gereken ve Ecevit’ten beklenen sözler... Ama ben de buna şaşırdım. Galiba birkaç Ecevit var diye. 

Çünkü evet Ecevit, özellikle yelpazenin sağındaki politikacılarla mukayese edilince elbette çok takdire şayandır. Ama elbette sosyalist sol değil merkez sol, sosyal demokrat mahallede ele alınınca tersi de doğru. 

Ve lakin merkez sol mahalle denince düş kırıklığı yahut şaşkınlık yaratan da sadece Ecevit değildirDeniz Baykal... Kemal Kılıçdaroğlu... Aradaki Calp’leri, Karayalçınları v.s. bir yana...

Hepsini anası İsmet İnönü, Türk milletinin “İsmet Paşası!..” Anasına bak kızını al...

DİKKAAATTT... Hepsi de doğrudan ATATÜRK’ün CHP’deki koltuğuna oturmuş zevat için “hepsinin anası ATATÜRK” diyemedim. Çünkü en azından ben öyle görmüyorum.Hiçbiri Atatürk’e özenmeye özen göstermiyor, hepsi İnönü’yü taklit ediyor. Atatürk karşısında kendilerini mahcup, hatta suçlu hissetmeseler de, tabanın tepkisinden çekindikleri için İnönü üzerinden bir meşruiyet yaratmaya çalışıyorlar. Bu millet Atatürk’ü “Tek Adam” saymış. Ama İnönü’yü de “İkinci Adam...” Demek istiyorlar ki; “canım ha Birinci Adamı, ha İkinci Adamı taklit etmişiz. Ne fark eder?”

Eder!..

O İsmet Paşa1946 seçimlerinde Demokrat Parti’nin “Allah” dediği, dini siyasi propagandasında kullandığı için daha katıldığı ilk seçimde 64 sandalye ile Meclise girdiğini düşünerek (tabi başka pek çok şeyi daha düşünerek) aynı yöntemi, yani “sağ”a, dinci, sermayeci “sağ”a serenat yapan İsmet Paşa! 

CHP’nin 1947’deki 7. olağan kurultayında bizzat CHP delegeleri tekke ve zaviyelerin yeniden açılmasını, okullarda din derslerinin olmasını, imam-hatip okulları, ilahiyat fakülteleri açılmasını talep etti. Tek parti iktidarı söz konusuydu; ertesi sene, 1948’de bu taleplerin hemen hepsi bizzat CHP tarafından yürürlüğü kondu. 

ABD ile GİZLİ ikili askeri ve iktisadi anlaşmaları imzalayan, üyelik için NATO’ya, IMF’ye, Dünya Bankasına başvuran; “din, Allah dersek Demokrat Parti’nin bu beklenmedik 64 sandalye başarısı kadük kalır” sanan veya böyle sananların etkisinde kalan İnönü; İnönü savaşları kahramanı, Atatürk’ün silah arkadaşı, başbakanı, Lozan Baş Delegesi İSMET PAŞA idi. Lozan’da Lord Curzon “Bütün taleplerimizi reddediyorsunuz. Reddettiklerinizin hepsini cebime koyuyorum. Gün gelecek, kalkınmak için paraya ihtiyacınız olacak. Para için bize geleceksiniz. O zaman bugün cebime koyduklarımın hepsini çıkarıp önünüze koyacağım”tepkisine “gelirsek çıkarın koyun” diyen İSMET PAŞA idi. 

Curzon’un öngörüsü gerçekleşti; bir başkası değil bizzat İSMET PAŞA, gerçekten Lord Curzon’un 1923’te cebine koyduklarının 20 küsur yıl sonra önüne konulmasına “eyvallah” dedi. 

O ABD ile gizli anlaşmalar (ki başlangıcı 1947-48, yani “İnönü tarihlidir), Truman Doktrini, Marshal Planı, NATO, IMF, Dünya Bankası üyelikleri, Türkiye’nin “Batı limanına”, yani Batı emperyalizmine, hem de zincirsiz demirlemesine yol açtı. AKP bu bağlanmanın sonuçlarından sadece biri..

Tekke-zaviyelerin, imam-hatiplerin, ilahiyat fakültelerinin açılması, okullarda din dersi okutulmaya başlanmasının sonucu Erbakan’dır, Fetullah’tır, 15 Temmuz’dur, Erdoğan’dır, AKP’dir. CHP 7. Kurultayının yapıldığı 1947’de Erdoğan (1954) henüz doğmamıştır; Fethullah Gülen (1941) henüz 6 yaşındadır; Necmettin Erbakan (1926) henüz 21 yaşında bir üniversite (İTÜ) öğrencisidir ya da taze mezundur

7. Kurultay’da dile getirilen tekke ve zaviyelerin, imam hatiplerin, ilahiyat fakültelerinin açılması, din dersi okutulması taleplerinin izahını, o dönemde “CHP’nin en genç milletvekili” olan Rize milletvekili Dr. Fahri Kurtuluş şöyle ifade etmişti

Bir buçuk senedir, Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesinde solcu propaganda vardır, ... bu adamların ne çeşit yazı yazdıklarını, nasıl bir Rus propagandası yaptıklarını, elimdeki kitabın 91’inci sayfasından okudum.

... gençliği her şeyden evvel kuvvetli milliyetçi olarak yetiştirmek yine bizim altı okumuzun emrettiği bir vecibedir(...)

Arkadaşlar; komünizm ile mücadele, şimdiye kadar ciddî olarak ele alınmamıştır. ... Bu işte bana yardım ederseniz, bir takrirle bu işi ciddî bir vazife olarak Partiye vereceğiz, hepinizden yardım istirham ediyorum. (Beraberiz sesleri) Sağ olun.

... Bu memlekette sapkın olanlar devlet hizmetinde, üniversite hizmetinde ve gençliğin başından alınmalıdırlar. (Bravo sesleri, alkışlar). (CHP 7. Büyük Kurultayı Tutanakları, 4. Birleşim, 22.11.1947, s. 190, CHP Yayını.)

Kısaca... “HALKIMIZI, BİLHASSA GENÇLERİMİZİ KOMÜNİZME KAPTIRMAMALIYIZ!..”

Çünkü tarih 1947... 2. Dünya Savaşı henüz bitmiş... Galiplerin “Batı” tarafı (başta Amerika), Doğu Avrupa’yı Sovyetler Birliğine bırakmış. Sovyetler Birliği çok önemli bir güç kazanmış. Öte yandan Stalin-Sovyetlerinin Türkiye’den “Boğazlar ile Kars ve Ardahan’ı” istediği söyleniyor. Bu talep Milli Şef Türkiye’sinde sayısı değilse bile niteliği itibariyle önemli bir kesim için “komünizm tehlikesi, tehdidi” demek. 

CHP’nin “en genç”, antikomünist milletvekilinin, kurultayda kendisinden önce konuşan delegelerin taleplerini bir bakıma izah ettiği nokta bu...”KOMÜNİSTLER BİZİ HAM YAPACAK. ÖYLEYSE DİN’E SARILALIM!..” Öyleyse NATO’ya, Batı’ya sığınalım...

Oysa o en genç milletvekili, İslamcı olmaktan ziyade milliyetçi, tanıdığımız tabirle ülkücü, Türkçü... 

Komünizmin karşıtı, teoride (pratikte de böyle olmalıdır) KAPİTALİZMdir; millet, heleözellikle “din” değil!.. Komünizmin karşısına kapitalizmi değil de “din”i koymak, taa 75 yıl önce bu gencecik milletvekili (Fahri Kurtuluş o sırada 35 yaşındadır) ve başka böyle düşünenlerin kendi özgün düşüncesi midir, yoksa emperyalist Batının telkini, dayatması mı?

HayırEmperyalist Batı’dan bize “Sovyetler sizi ham yapar, komünist olmayın. Gelin bize katılın” diyen yok. Tersine NATO’ya ilk üyelik girişimleri en azından ciddiye alınmamış; kibarca, zaman zaman kabaca reddedilmiş. 11 Mayıs 1950’de, seçimlere üç gün kala CHP, girişimleri resmi başvuruya dönüştürmüş: RET!.. Seçilir seçilmez Demokrat Parti resmen başvurmuş: RET...

Ancak 1950’de Kore Savaşına katılmamızdan sonra NATO üyeliğimiz kabul edildi. 

Sovyetler, Stalin gerçekten bazı densizlikler yapmış olabilir. Türk Milletinin İkinci Adamlığa layık gördüğü, İnönü zaferleri komutanı, Lozan Kahramanı, “kurmay zekasına sahip” iyi bir stratejist olması gereken emekli orgeneral İsmet Paşa, Birinci Adam’ın “geldikleri gibi giderler!” dediği gibi neden Boğazları, Kars-Ardahan’ı istediği söylenen Stalin’e basının önünde “sıkıyorsa gel al!..” diyememiş!!!? De koşturarak “günü gelince bugün reddettiklerini bir bir önüne koyacağız” diyen İngiltere’ye, ABD’ye sığınmış? NATO’dan da önce niye Truman Doktrinine, Marshal Planına bayılmış?

İnönü kıvamında, orgeneral rütbesine sahip bir asker, savaştan per perişan çıkmış, kolunu kıpırdatacak hali olmayan Sovyetlerin, değil Türkiye’ye saldırmak, Moskova’da doğru dürüst karnını bile doyuramadığını, devlet başkanı Kruşçev’in bile kedi eti yemek zorunda kaldığını, hem de bütün istihbaratın önüne konduğu bir devlet başkanı olarak nasıl bilmez? 

O sığınış bize Kore’de 750 şehide mal oldu. Nasıl olsa Amerika verecek diye MKE’nin askeri fabrikalarına, devlet eliyle yürütülen ulusal sanayimize ve devletçiliğe mal oldu. Köy Enstitülerine, toprak reformuna mal oldu. 

Karşımızda hiçbir zaman kurum olarak NATO’yu görmedik; NATO diye hep Amerika’yı gördük. Taaa Ege Ordusu adıyla 4. orduyu kuruncaya kadar (1975), Türk Silahlı Kuvvetlerinin tamamı NATO emrine tahsis edilmişti. 

Sovyetler hakikaten bize saldırsaydı NATO = ABD hakikaten bizi koruyacak mıydı? 

İnönü’lü CHP ve Menderes-Bayar’lı DP dua etsinler, Stalin 1953’te ölüverdi; Kruşçev’le birlikte Sovyet dış politikası yumuşadı. Stalin yaşasaydı, Amerika bizi korur muydu korumaz mıydı görürdük!..

İnönü ile başlayan dış politika çerçevesinde NATO üyeliğiyle “demokratik hür dünyaya” katılmıştık güya, Avrupa ülkesi olmuştuk güya. Osmanlı da Kırım Savaşı sonrası 1856 Paris Anlaşmasıyla “Avrupa Devleti” sayıldığını sanmıştı. Meğer olamamış; 70 yıl sonra yıkıldı. Aradan bir 30 yıl daha geçti, 1950’lere geldik, aaa hala demokrat Avrupa ülkesi olamamışız; Haydiii NATO’ya... Yine aynı sevinç: Avrupalı olduk, demokrat olduk, hür dünyaya katıldık... 1963’e geldik, yine olamamışız; haydiii Ortak Pazar’a... 2021’e geldik, Ortak Pazar Avrupa Birliği oldu; ama biz ne demokrat olabildik, ne Avrupalı olabildik, hatta 60 yıldır hala tam üye bile olamadık. İktisaden, siyaseten, kültürel olarak Atatürk’ün istiklal-i tamını yitirip tam bağımlı olmamız da cabası... 

İnönü haleflerinden Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz’dan önce “yargıya Cemaatin nüfuz ettiğini kabul edemem” diyen Kılıçdaroğlu... Hiç gerek yokken hem ziyaret edip hem de “ben her gün Zaman okurum” diyen; Kutlu Doğum haftalarına koşan Deniz abisinin imitasyonuKılıçdaroğlu... Fetulllahçı Muhammet Çakmak’ı, Erbakancı Mehmet Bekaroğlu’nu, solda görünüp Atatürk’le, laiklikle sorunu olan Sena Kalelileri, Bülent Kuşoğlularını, sağdan oy getirecek diye Turhan Tayanları, Sinan Aygünleri Partiye, partiye ne, Parti Meclisine dolduran Kılıçdaroğlu... Herkesi kucaklayacağız diye son olarak Cihangir İslam’a rozet takan, “Tayyip’im” diyecek kadar “Tayyipçi” türbanlı teyzeyi evinde ziyaret eden Kılıçdaroğlu... 

Bizim genç meslektaşlar bi’ sorsalar bugün Kılıçdaroğlu’na: “Vaktiyle «yargıya Cemaatin nüfuz ettiğini kabul edemem» demiştiniz. Hala aynı kanaatte misiniz? Değilseniz, pişman mısınız?” diye; ne cevap verir, çok merak ederim. Biz soramıyoruz, sordurmuyorlar.

Yahut... Erdoğan da Cumhuriyet’in, Birgün’ün, Evrensel’in, Sözcü’nün en azından özetini, en azından dinliyordur. Erdoğan’a, “ben her gün Cumhuriyet okurum” dedirtebilir misiniz?

Sağ”a yönelik bütün bu ilanı aşka rağmen, Kılıçdaroğlu CHP’sinin oyu yüzde 25-26’nın üstüne çıkabildi mi? Kılıçdaroğlu’nun Deniz Abisi, Kutlu Doğum törenlerinin konuğu ilk CHP başkanı, çarşafa CHP rozeti takarak çıkabildi mi? Ya da 2007 seçim kampanyasının ortasında, seçim kürsüsünde “bizim Amerika’yla bir sorunuz yok” diyerek çıkabildi mi? Kılıçdaroğlu 2011 seçim bildirgesine “Türkiye’deki Amerika karşıtlığını gidermek için öğrenci, tüccar, sanayici v.b., mübadelesini artıracağız” maddesi koyarak çıkabildi mi? (Aynı seçim kampanyasında fevkalade milliyetçi Devlet Bahçeli çok daha ileri gidip, Marmaris Aksaz’daki NATO deniz üssünü karadan protesto eden MHP gençlik kolu üyelerine kızaraktüm Marmaris ilçe teşkilatını görevden aldı da iktidar mı oldu?)

Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki tek stratejisi “herkesi kucaklamak...” Bu “herkes”in içinde türbanlı var, Bekaroğlu var, Muhammed Çakmak var, Cihangir İslam var, Abdüllatif Şener var, Turhan Tayan var, var, var... Kılıçdaroğlu bunlarla “herkes”i tamamladığını düşünüyor. Bi’şiy eksikNedir o olmayan? Gizlisi, kamuflajlısı varsa ben bilmiyorum ama ötekiler gayet açık iken bir tane bile açık sosyalist solcu yok! Öyle yetmez ama evetçi, 10 Aralıkçı, solculuğu Kürtçülükten ibaret sanan değil; açıkça emperyalizm, sömürü, sermaye karşıtı, büyük üretim araçlarının özel mülkiyetine karşıdüpedüz “din afyondur” diyen, diyebilecek solcudan söz ediyorum. Böyleleri CHP’yi şahsen tercih etmemiş olabilir. Ama ben Kılıçdaroğlu’nun, CHP ric’alinin tercihinden bahsediyorum. Yok! Böyleleri açık kimlikle CHP’ye mi gelmiyor; geliyorlar da CHP mi kapıyı açmıyor?

Şimdi Ecevit’in tam sırası...

Nursun meslektaşımın mülakatındaki Ecevit’i, kendisine hayran Kılıçdaroğlu’na boşuna tavsiye etmedim. Çok anlamlı, önemli şeyler söylüyor çünkü. Nursun’un mülakatındaki Ecevit’ten, Kılıçdaroğlu’nun alabileceği (alırsa) epey ders var. Kılıçdaroğlu ayrıca unutmasın; aynı Ecevit, Nazlı Ilıcak’ın kolunda Meclis genel kurul salonuna giren taze milletvekili Merve Kavakçı’ya bir başbakan kimliğiyle, yani bir bakanı veya partisinin bir milletvekilini filan görevlendirmeden bizzat kürsüye çıkıp “Burası devlete meydan okunacak yer değil! Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz... diyebilmiş bir siyasetçi. İdi... Kılıçdaroğlu ya Ecevit’e hayranlığından vaz geçmeli ya da bu Ecevit’e, en azından Nursun’un mülakatındaki Ecevit’e uyması lazım. 

Ama Kılıçdaroğlu da bana “Evet, Ecevit “toprak işleyenin su kullananın” diyerek de, “ortanın solu” diyerek de büyük iş yapmış% 42 oy kazandırmıştır partisine. Muhalefette olmasına rağmen bizzat gidip mesela Saddam’la hem de iki kez görüşerek büyük iş yapmıştır. Ama o da mealen «Fethullah Hoca yurt dışında güzel işler yapıyor» demedi mi” derse...

Gerçekten, Nursun’un mülakatını, en azından yukarıya tırnak içinde aldığımız pasajıokuyunca “yahu bu hangi Ecevit? Kaç tane Ecevit var acaba” diye nasıl şaşırmazsınız.Çünkü...

Çünkü en başta bu mülakatın tarihi 2006... Ecevit “Vahdettin hain değil değildi” dediğinde tarih 2005... 

Nisan 1998... Ecevit, Başbakan Yardımcısı... Gülen'le görüşüyor, ona eliyle çay ikram ediyor, ödül alıyor ve bu görüşmeden sonra Fethullah Gülen'i şöyle değerlendiriyor:

Fethullah Gülen, Türkiye'de saygınlığı olan bir kimse. Gülen hedef alındı. Ama bilin ki Gülen olmasaydı, onun telkinleri olmasaydı Orta Asya ülkeleri ve Azerbaycan, İranköktendinciliğinin etki alanı içine girerdi. Açtığı okullar bunu önledi. Gülen'in çevresi olmasa, meydan tamamen Refah zihniyetinde kalacaktı. (13.4.1998, Sabah)

Ecevit gibi bir politikacı açısından Gülen’le Erbakan arasında ideolojik ne fark varsa... Veya Ecevit gibi bir politikacı Gülen’i neden, nasıl Erbakan’dan üstün tutuyorsa...

1998’de Gülen’i alabildiğine öven, 1999’da türbanlı Merve Kavakçı’yı TBMM’dan kovalayan, 2005’te “Vahdettin vatan haini değildi” diyen... Nihayet 2006 Mayıs’ında Nursun kardeşimle yukarıda bir pasajını verdiğimiz mülakatı yapan... Irak konusunda Amerika’ya kafa tutan, 1977’de “toprak işleyenin, su kullananın...” diyen... Hatta bir 10 küsur yıl kadar önce “ortanın solu” sloganıyla CHP’de İnönü iktidarını sona erdiren... 

Bunların hepsi Bülent Ecevit!!!... Mi? 

CHP’nin hangi şartlarda doğduğu malum... Elbette “sosyalist olmalıydı” denemez. Ama Türkiye gibi bir ülkede “ANTİEMPERYALİST Kurtuluş Savaşı koşullarında doğan bir siyasi partinin, küçük burjuva da olsa sol olması kaçınılmaz. CHP, Fransız Komünist Partisi, AlmanSosyal Demokrat Parti, İngiliz İşçi Partisi değil. Bunların hiçbiri emperyalist bir saldırıya, işgale, kuşatmaya karşı veya bu sırada kurulmadı. Ayrıca, Fransa da, İngiltere de, Almanya da, halkları değil ama kurumsal tüzel kişilikleri itibariyle, yani DEVLET olarak EMPERYALİST! Bu ülkelerdeki sol partiler, elbette kendi ülkelerinin vahşi emperyalizmine karşı çıktı. Ama bu onların kuruluş sebebi değil. Bu partiler, ülke içindeki emek-sermaye çatışmasında emeğin yanında yer alarak oluşmuş; asıl kuruluş gerekçeleri bu..

Oysa CHP doğduğunda Türkiye’de bu ülkelerdeki gibi çatışma halinde bir sermaye veişçi sınıfı yok. Osmanlı’nın emperyalizmine, başka milletlere zulmüne karşı çıkmak üzere de kurulmamış, çünkü Osmanlının o takati epeydir zaten kalmamış. Tam tersine önce Osmanlı’nın kendi milletine zulmüne karşı çıkmak üzere kurulmuş. İkincisi CHP, Atatürk’ün deyimiyle Türkiye gibi bir “mazlum millet”in yani emperyalizmin zulmü (zulüm => mazlum) altındaki bir ülkenin emperyalizme, dış kapitalist zulme direniş sembolü aynı zamanda... 

Atatürk dahil CHP’yi kuranlar, Kurtuluş Savaşı öncüleri bu şartlar nedeniyle şahsen sosyalist olmak zorunda değil; olmayabilirler. Ama tüzel kişilik olarak CHP ”sol” olmak zorunda. Değil mi ki Türkiye gibi bir ülkede emperyalizme karşı savaş yürüttü...

Oysa CHP ric’ali Atatürk sonrasında, İnönü’den itibaren emperyalizm karşıtlığından uzaklaştı; tam tersine emperyalizme “eyvallah, emrin olur. Yeter ki sen beni komünistlerden koru ” dedi. Bu talebin karşılık bulması için de ne isteniyorsa, hatta beklenenden fazlasını verdi. Vermek zorunda olduğunu düşündü. Oysa yukarıda belirtildiği gibi, eğer bu Stalin’in kifayetsiz muhterisliğinden ileri geliyorsa, NATO’ya, emperyalist Batı’ya sığınmak yerine, Stalin’e “sıkıysa gel de al..” denilebilirdi.

Koskoca İnönü, bunun ne kadar yanlış olduğunu ancak “Büyük ülkeyle iş tutmak ayıyla yatağa girmeye benziyor” diyerek tepki gösterdiği Johnson Mektubundan sonra kavrayabildi. Ama artık İnönü’nün CHP içindeki ömrü dolmuş, istifa edip tabii senatör olmuştu. 

Halefleri ise İnönü’nün bu fark edişini dahi fark edemediler. İnönü’nün fark edemediği yıllardaki politikalarını hep sürdürdüler, hala sürdürüyorlar. Hala “herkesi kucaklayacağız” diye sosyalist sol hariç bütün siyasi yelpazeye (ki sosyalist sol dışındaki yelpaze, yekpare sağdır) ve hatta ABD ve AB’ye mavi boncuk dağıtmaya ve en çok % 26’da çakılı kalmaya devam ediyorlar. ABD-AB’ye şirin görünmenin iktidar olmaya yetmediğini bir türlü anlamak görmek; ABD-AB’nin CHP’ye “ATATÜRK, Kurtuluş Savaşı, emperyalizme kafa tutmak” olarak bakmaktan asla vazgeçmeyeceğini ve bunun hıncını asla unutmayacağını anlamak istemiyorlar

Ecevit de aynı şeyi yaptı. “Türkiye’de bir Marksist parti kurulmasın isterim. Ama partimde Marksist istemem” dedi. Öyle de yaptı. Ama hiç tereddütsüz, MSP ile MHP ile hatta Adalet Partisinden kendisine hiç yakışmayan “Güneş Motel” skandali eşliğinde devşirdiği 11 milletvekilinin her birine birer bakanlık vererek sözüm ona koalisyon kurdu. 

Evet. Elbette en başta kaç Demirel, kaç Özal, kaç Erbakan, kaç Türkeş, kaç Bahçeli, hele hele kaç Erdoğan var? 

Ama anacığımın özdeyişiyle gönül umduğuna küsermiş!.. Buradaki “küsmek” yazının başlarındaki “gönül koymak...” Ben yukarıdaki isimlere niye küseyim, hele niye gönül koyayım. Ben onlara, en kibar tabirle dehşetli kızarım. Çünkü gönlüm onlardan hiçbir şey ummaz. Ayrıca ben yukarıdaki isimler için “çok-yüzlülüğü” niye yadırgayayım?

Ammaaa... Benim için asıl “kaç taneler” diye soracaklarım, gönlümün umdukları, yani güvendiklerim, hiç değilse “tek” olduklarını sandıklarım... O zaman sorarım: Gerçekten kaç tane İsmet, kaç tane Ecevit, kaç tane Deniz, kaç tane Kemal var?

Siyaset bu kadar çok yüzlü olmak mıdır? Türk siyasetçiler (hele bizim güvendiklerimiz...) bu suçlama karşısında kendilerini “ne var canım, siyaset yapıyoruz işte” diye mi savunuyorlar? 

KRT’de katıldığı programda (3 Nisan 2021) Temel Karamollaoğlu da konuşmasının bir yerinde mealen “zaten halkımız da, «politikacı değil mi... Dün öyle bugün böyle..» diyor” demek gereğini duydu.

Böyle olmamalı... En azından bizim güvendiğimiz politikacılar olmamalı. Güvendiğim politikacılardan, gelecek seçimlerden başka şey düşünmeyen sokak siyaseti, kasaba politikacılığı değil, devlet adamlığı bekliyorum. 

ÇOK YÜZLÜLÜKLE İKTİDAR OLACAKLARSA, OLMASINLAR DAHA İYİ (Zaten olamadılar). TEK YÜZLE MUHALEFETTE KALMALARINA RAZIYIM.

NOT: Bülent Ecevit’in son röportajı

Pazartesi, Nisan 05, 2021

Saatleri Ayarlama Enstitüsünden bildirilmiştir...






Son zamanlarda toplum düzenini bozan hareketlerinize çeki düzen vermeniz için aşağıdaki saatlere uymanız gerekmektedir...


Saat 07.00 uyan, sağından kalk, yatak sağda duvara dayalıysa bir takla at, ayak ucunu başucu yap, yine sağdan kalk. Yoksa işin ters gider.


Saat 08.00 elini yüzünü yıka, mutfağa geç, yumurta haşla, kabuğu çatlamasın diye cezveye madeni kaşık ve biraz tuz koy. Kaynayınca 100’e kadar say rafadan yumurta olmuştur. Çatlamış mı? Sakın haaaa atma, ay sonuna günler var daha... Ekmek doğrayıp yersin, ziyan etme. 


Saat 09.00 maskeni tak, evden çık, pardon  çıkma yasağı varsa zabıtaya yakalanmadan eve  dön. Evde televizyonu açacaksın biliyorum ama haber kanallarını zaplayıp durma, hepsinde  haberler aynı. Birini aç. Haaa, malum kişiler konuşuyorsa sesi kıs, kulağın da sinirlerin de zarar görür, ekrana bakma. 


Saat 10.00 zil mi çaldı? Hemen maskeni takıp aç. Kimmiş? Ha, gazete mi geldi? Salona geç, okumaya başla. Niye buruşturup  kenara attın? Ne güzel işte, enflasyon gerilemiş, işsizlik azalmış daha ne istiyorsun?


Saat 11.30 Zil yine mi çaldı? Maskeni takıp aç, ev sahibi mi? Tuh, keşke açmasaydın, kira gecikti değil mi? Neyse bir bahane bul, gelecek ay filan deyip eve dön. Aman sakın maskeni çıkarıp kenara koyma, çöpe at. Maskeden tasarruf olmaz, coviti kaparsın. Daha 58 yaşındasın, belki  de aşı sırası size hiç gelmez.


Saat 11.00 televizyonu yeniden aç, Ayşenur Arslan’ı izle, yaa işte neyin ne olduğunu anladın mı? Niye sinirlenip fırlattın kumandayı? Ayol Ayşegül Hanımın suçu ne? Sakin ol biraz.


Saat 11.30  yine kapı mı çaldı? Maskeni tak, kimmiş? Ne? Doğal Gaz için mi gelmişler? Ön ödemeli kartlı sistem kullanmıyor musun sen? Ne için yazıyorlar o ek 140 liralık pusulayı? Aaaa, sakin ol, görevlinin suçu yok, bırak yakasını adamın, kapat kapıyı 


Saat 12.00 ocağa tencereyi koy, suyu kaynat... Sade suya tirit tarifi veriyorum... 

Mustafa Balbayın aşağıdaki yazısını oku...

https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/mustafa-balbay/sade-suya-tirit-elden-gitti-girit-1813595


Saat 13.00 Karnın mı gurulduyor? Bir parça peynir-ekmekle açlığını bastırıp, yat. Yorganı kafana çek, uyumaya çalış, açlığını unutursun.


Saat 14.00 Üşüyor musun? E tabii ev soğuk, sakın kombiye dokunma, doğal gaz faturası el yakar.  Bir kazak daha geçir sırtına, salonda koşuya çık, olduğun yerde hopla zıpla filan, ısınırsın.


Saat 15.00 Televizyonu aç, ne? Yine mi bir kadın öldürülmüş?  Bak, iyi ki karın kızdı da evi terketti, sana yakışmaz tabii ama bu bunalımla birbirinizi kırardınız alimallah. 


Saat 18.00 Oooo bu saate kadar haberleri izledin sinirlerin iyice laçka oldu değil mi? 


Saat 19.00 Kapı mı çalındı yine? Kimmiş? Bak yine maskesiz çıktın, yahu covite yakalanıp gitmek mi istiyorsun bu dünyadan? Ne? Komşun kandil simidi mi getirmiş? Aa iyi bak, akşam yemeğini  kurtardın, hadi afiyet olsun.


Saat 22.00 Ne? Cep telefonundan kimmiş arayan? Aman sakın ha, bu saatte bildiri mildiri asla imzalanmaz... Kapat kapat telefonu, okkanın altına gidersin... Ne? Emekli, EYT’li  filan dinlemez onlar sakın haaa...


Saat 23.00 Hadi yat artık geç oldu, üst üste giyin, yorganı üstüne çek, uyumaya çalış... Uykun yok mu? Başucunda bir sürü kitap var, al birini oku işte... Ne? Bula bula Aziz Nesinler’i mi buldun? Hangisini mi? Neler var?

- Alamanya Alamanya Bizden Aptal Bulaman Ya,

-Yok yahu güncel değil. Başka?

-Bütün Masumlar İçerde, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez, Nah Kalkınırız, Zat-ı Devletleri İbiş Hazretleri, Hazreti Dangalak...

-Ay napıyorsun yahu? Bizi bir dinleyen olsa ikimizi de alırlar vallahi, derhal kaldır onları hatta torbaya koyup çöpe at... Başka?

-Ah Biz Ödlek Aydınlar, Ah Biz Eşekler, Biz Adam Olmayız...

-Yok yok sen hepsini boşver, sinirin bozulur gece gece... Hadi ışığı söndür yat...


Saat 24.00 derin uyku...





Pazar, Nisan 04, 2021

Ben yaşamı böyle sevdim




Bilenler bilir, arşivle uğraşmak belalı iştir. Üstelik bu iş, ömrün sonuna dek sürecek bir dipsiz kuyudur... Hele gazetecilik mesleği söz konusu ise o kuyunun dibine asla ulaşamazsınız. İşte aylardır, sayısız dosya, kupür, fotoğraf, belge, görüntüyü masama yığdım, cebelleşip duruyorum. Ya çekmecenin birinde tozlanan şu antika telefonu bulmaz mıyım? Ne güzeldi onunla hayat, hep iyi haberleri taşırdı...


Oysa dışarıda hava o kadar güzel ki, şu ne işe yaradığı bilinmeyen! “Covit Yasakları” (*) olmasa çık, göl kıyısına git, eşinle dostunla uzak uzak oturup, köpüklü kahve eşliğinde daldan dala sohbet et:


-103 amiral meselesine sen ne diyorsun? (**)

-Yahu ne var bunda? Montreaux, adamların yıllarını verdiği  mesleğin en önemli dosyalarından biri değil mi? Düşünsene, kadim anlaşmayı geçmişiyle, bugünkü boyutuyla yıllarca incelemişler, teğmenlikten al, komodorluğa, komutanlığa varan süreçlerde bizzat içinde yaşamışlar, iç-dış sorunlarla boğuşulan süreci  yönetmişler. Görüş belirtmesinler mi?

-Evet ya, adamları darbecilikle suçlayan kimi çığırtkanlara bir bak, eğitimleri, deneyimleri, durdukları yer neymiş? Şakşakçılıktan goygoyculuktan başka ne emekleri geçmiş ülkeye?

-Bir de sarıklı amiralle ilgili ima vardı sanki o duyuruda?

-Yahu o sarıklı cübbeli amiral niye Ayasofya’ya imam olmamış ki? Yanlış meslek  seçmiş kendine. Hazır Ayasofya İmamı da istifa etmişken, kadro açılmışken, alsın kılıcını (!) çıksın Ayasofya’nın minberine!!! 


Evet, “hayali sohbetin”  hayali bile güzeldi ama, yapacak çok iş var... Not defterlerimi, dosyalarımı tek tek açıp, gereksiz kayıtları ayıklamam gerek.


-Aaaaaa bu ne?


Yeşil kapaklı defterimde, İtalya’nın yolsuzlukla mücadelesinin “unutulmaz ismi”, savcı Di Pietro ile yapacağımız röportaja hazırlık notlarım var...  Milano’ya gidip, “Temiz Eller” operasyonunun savcısı ile görüşmüştük. Hey gidi günler, Abdullah Öcalan’ın Kenya’da ele geçirilip, Roma’da bir villada tutulduğu günlerdi... Roma’da Öcalan çevresindeki gelişmeleri izliyorduk. Basın toplantıları, açıklamalar, canlı yayınlar derken, haberlerimize “farklılık katmak” uğruna, F’sinden bile anlamadığım futbol maçı öncesinde Torino’ya gitmiş, Juventus’un merkezine girmiş, Zidan’ın peşinde koşmuş, Fatih Terim’le bile konuşmuştum. Çünkü hem İtalyan hem Türk futbol severler için Apo artık rafa kalkmış, gündem “Juventus-Galatasaray Maçı”na kilitlenmişti. Neyse işte defter o defter... Sayfaları çeviriyorum:





                                              


Bu kez Tahran’dayız... Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’i izliyoruz... Tahran’da epey kalacağız, önceden randevumu almışım, ertesi gün Cumhurbaşkanı yardımcısı Ebtekar ile görüşeceğim. Yıllar öncesinin ABD Büyükelçiliği baskınının  (***) o unutulmaz asi kızı, Masume Ebtekar’la...


-Sen de mi İran’da tesettüre giriyordun peki?

-E tabii, mecbur tutuyorlardı. Ben meslek örgütlerimize seslenmiştim. -Kadın gazeteciler bu ülkelere gönderilmesin. Çalıştıkları kuruluş onlara seçim özgürlüğü tanısın-  diye, ama olmadı... Tepeden tırnağa örtündük zorunlu olarak. Hatta dönüşte TBMM’de, Başkan Bülent Arınç’a rastlamıştım da, “Oooo, çok yakışmıştı, darısı kalıcı örtünmelere olsun”  dememiş miydi? 


-Sen zaten örtünenlerin özgürlüğünü savunmuyor muydun hep?

-Evet, herkes kıyafetini seçmekte özgür olmalı... Ama buna karşı durmak eğer bir haksızlıksa, diretilen tesettür de o kadar büyük bir haksızlık bence


-Amaan işte, yıllar ne çabuk geçmiş, yolsuzluk dosyaları, TBMM’de sabahlanan bütçe görüşmeleri filan derken bugünlere gelivermişiz... Şu defteri artık çöpe atmalı 


Derken içinden düşen kupüre bakıyorum...





Zarif mi zarif bir dantel örneği... Onca kafa yorulan, büyük emek gerektiren, stresle boğuşulan meslekte, benim kaçışım olan el işleri... Kimi gazeteler,  kadınlara seslendikleri sayfalarda el işi örneklerine yer verirdi. Benim bu merakımı bilen meslektaşlarım o sayfayı kesip benim için saklarlardı... Bant çözdüğüm sırada bunaldığımı gören bir büro arkadaşım, “haydi bir kahve söyle de sohbet edelim” deyip uzatıverirdi o güzelim sayfayı...


Nerede şimdi o gazete, TV büroları? O güzelim dostluklar? Hele hele sorularınızı asla yanıtsız bırakmayan devlet adamları? Siyasetçiler?  Bir keresinde iş çıkışı, evimizin sokağındaki Büklüm Kasabındaydım, kıyma çektiriyordum, telefonum çaldı, Çankaya Köşkünün Özel Kalem Müdiresi Emel Yatmaz’dı cep telefonumdan arayan, “Sayın Cumhurbaşkanımız görüşecekler” diyerek Süleyman Demirel’i bağladı, Cumhurbaşkanı: 


-“Nursun, nassın, eyi misin?” Diye söze girdi, şaşırıp kalmıştım. Kasabın “Gönül Hanıma yarım kilo kıyma, Hakkı Beylere on kalem kuzu pirzolası, Saygılar Lokantasına üç kilo sotelik ciğer hazırlanacak” diye siparişleri  kaydettiği deftere not almıştım Demirel’e sorduğum soruların yanıtını... Demirel durumu bilse patlatırdı espriyi:


-Yahu Nursun, sen benim laflarımı boşver, onlar karın doyurmaz... Kıymanı çektir, benden de selam söyle, yağsız kıymadan eyi dolma olmaz. Ona göre hazırlasın...


 Ben yaşamı böyle sevdim...



(*) https://www.haberturk.com/yeni-yasaklar-neler-yeni-koronavirus-tedbirler-neler-iste-yeni-icisleri-bakanligi-genelgesi-3022191


(**) https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56628996

NOT: Bildiriye imza atan amirallerin sayısının 103 değil 104 olduğu açıklandı ve haklarında soruşturma başlatıldı.

(**) https://www.sozcu.com.tr/2021/yazarlar/yilmaz-ozdil/montro-6337451/


(***) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/%


Cuma, Mart 26, 2021

Ecevit’i son görüş... Son röportaj!

Bülent Ecevit ile olan randevumuzu öylesine, 
olağan bir notmuş gibi  çiziktirivermişim ajandama! Oysa eski Başbakanla “son röportaj” bana aittir. Mesleğimin unutulmazlarındandır... 

Önce, 2006 yılının 17 Mayıs sabahına gidelim... 

Yeğenim Begüm’le birlikte  “önemli bir aile kutlaması” için yarım gün izinliydim, bir kaç saat sonra, Ecevit röportajı için gazeteye dönüp hazırlanacaktım, İzmir Caddesindeki terzimize gidiyorduk, orada bulunan (Şimdi yerinde YSK var) Danıştay Binasının önünde çok sayıda canlı yayın aracını ve meslektaşlarımı görünce anladım ki, bir şeyler oluyor... Meğer Danıştay baskına uğramış, hatta bir hakim öldürülmüş... (*) Aceleyle, büyük telaş içinde gazeteye döndüm, benim randevumun saati yaklaşmıştı, teybimi, not defterimi hazırladım, foto muhabirim Tarık Bakıcı ile yola çıktık. 

O günler bilmem aklınızda mı? 

Ecevit, giderek bozulan sağlığına, hatta düşünme ve karar alma yetisindeki gerilemeye karşın Başbakanlığı bırakmamakta diretmiş, sonunda, tam da yanındakilerin! bir “operasyonu” ile koltuğunu terketmek zorunda kalmıştı. Oysa Ecevit, hepimizin pek çok özelliğiyle inandığı ve güvendiği bir isimdi, yanlışta ısrarcı tutumu ne yazık ki bu büyük devlet adamının kusursuz ismini zedeledi...

O sıralarda İngilizce  yayınlanan günlük The New Anatolian gazetesi için haftalık söyleşiler yapıyordum, saat 15.00’e doğru, Ecevit’lerin Or-an sitesindeki mütevazı evinin kapısını çaldım, Rahşan Hanım, gri elbisesini giymiş, saçlarını özenle taramış, gülümseyerek bana “hoşgeldiniz” dedi, salonda gazete okuyan Bülent Bey, beni görünce her zamanki nezaketiyle ayağa kalktı, el sıkıştık. Her ikisinin “her an” ve “herkese” sergilediği incelik ve saygı karşısında biraz da ezilerek selam verdim. 

Ecevit, Danıştay’da olanları duymuş, detaylarını öğrenmişti... Bunun üzerinde konuştuk önce, çok üzgündü, art arda çalan telefonlarda hep bu soruluyordu, çareyi telefonu “Nursun Hanımla söyleşimizi bölmesinler” diye Rahşan Hanıma teslim etmekte buldu. 

Danıştay Saldırısı başta olmak üzere pek çok siyasi konu vardı ama, benim için o anda yöntem öne geçmişti, Bülent Beye rica ettim:

-Efendim  gazeteci olarak da çok iyi bildiğiniz gibi ben bu görüşmemizi kaydedeceğim, büroya dönüp deşifre edip, kaleme alacağım . Sonrasında, İngilizceye tercüme edeceğim, ardından da  röportajı bizim Amerikalı editörümüz Marc (Chenault)  gözden geçirip düzelterek basıma hazır hale getirecek...

-Evet  sizin gazeteyi ve On The Record’u (benim söyleşilerim bu başlıkla yayınlanıyordu)  sürekli okuyor ve beğeniyorum. 

-Ama efendim sizin o kusursuz İngilizceniz varken niye böyle dolambaçlı bir yol kullanalım? Benim içime sinmiyor, açıkçası sizin söylediklerinizi düzeltmek ne benim ne de Marc’ın haddi olmamalı.

-Aman efendim, rica ederim, peki ne yapalım istiyorsunuz?

-Efendim söyleşimiz madem İngilizce yayınlanacak, siz görüşlerinizi İngilizce ifade edin, olmaz mı?

Bülent Beynasıl isterseniz” deyince, sevinçten uçtum çünkü 1 saat sürecek röportajın  deşifresi şurada dursun, İngilizceye çevrilmesi de dikkate alındığında,  saatler sürecek bir iş yükünün yarısı böylece sırtımdan kalkmış olacaktı... Rahşan Hanımın getirdiği susamlı krik kraklar ve demli çay eşliğinde sohbetimize başladık. İşte Ecevit’in komaya girmeden önce AKP hükümetine “Derhal çekilmelidir!” Çağrısı yaptığı, ses kaydını hala sakladığım röportaj böyle ortaya çıktı...

İlişikte tam metni yer alan*** yıllar önceki röportajın girişi (Türkçesi) şöyle:

“Ecevitler'in Or-An sitesindeki evlerinin kapısını çaldığımda akşamüstüydü, kapıyı açan Rahşan Ecevit, beni foto muhabirim Tarık Bakıcı ile birlikte sıcak biçimde karşıladı ve içeriye buyur etti. Bülent Ecevit, salonda oturduğu koltuktan güçlükle ayağa kalkarak elimizi sıktı. Hareket etmekte zorlanıyor, sesi güç duyuluyordu, açıkladı:

 

-'Yeni bir soğukalgınlığı atlattım'


Sonra oturup, sıcak gündemi konuşmaya başladık. Randevumuz Danıştay saldırısının sonrasına denk gelmişti, önce bana saldırıyla ilgili detayları sordu. Hafta sonunda Kuzey Irak'ta, Süleymaniye'de olduğumu da biliyordu, izlenimlerimi  öğrenmek istedi.

Sonra teybimin mikrofonunu Bülent Beyin gömleğine  taktım, ama hemen düştü. Ara verdik. Bu kez mikrofonu gömleğinin yakasına iliştirdim. Biraz sonra ise Rahşan Hanımın sevimli kedisi gelip teybimin mikrofonu ile oynamaya başladı. Bu da bir kez daha ara vermemize yol açtı, söyleşinin yarısında ise elektrikler kesildi. Ecevit bu sorunu son zamanlarda çok sık yaşamaya başladıklarından şikayet etti. Eski başbakan, söyleşide İngilizce konuşmayı tercih etti, kimi zaman durakladı, kelime bulmakta zorlandı kimi zaman ise araya Türkçe sözcükler koydu...”


Röportaj sonrası Ecevitler’e veda edip, büroya döndüm, hazırlayacağım röportajın yayınına daha bir kaç gün vardı... Ertesi gün ailemiz için önemliydi, yakınlarımızla buluşacağımız kutlama yemeği için koşturacaktım... Dolayısıyla Bülent Ecevit’le röportaj bandını ve notlarımı bir kenara koydum...

Aile yemeğimiz geç saatlerde bitti, eve dönüp kendimi yorgun argın yatağa attım... Gecenin bir saatinde, gazetenin o sıralardaki genel yayın yönetmeni Mete Belovacıklı’nın telefonuyla sıçradım:

-Nursun, biliyorum çok geç bir saat, fakat önemli olduğu için aradım

Ben gecenin sersemliği üzerimde:

-Ne oldu? Birisine  bir şey mi oldu?

-Bülent Ecevit beyin kanaması geçirdi, hastaneye kaldırıldı, komada... Dolayısıyla senin röportaj artık büyük önem taşıyor... Pazartesi gününü beklemeden hemen yayınlayalım... Sen sabah ilk iş gazeteye gel...(**)

Tabii  o andan itibaren bende uyku muyku kalmadı, gözlerim faltaşı gibi açıldı, erkenden kalkıp gazeteye gittim... İşte bu notlar,  tarihe not düşen o röportajın öyküsüdür.

Yalnız aradan geçen yılların  ardından yüreğimi sızım sızım sızlatan tek bir  pişmanlık var:

-Neden İngilizce yaptık? Bülent Ecevit’in sözleri keşke kayıtlara Türkçe olarak geçseydi... Öyle ya, bu sözlerle dünyaya değil, Türk kamuoyuna sesleniyordu... 

(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Dan%C4%B1%C5%9Ftay_sald%C4%B1r%C4%B1s%C4%B1

(**)https://www.hurriyet.com.tr/gundem/bulent-ecevit-beyin-kanamasi-gecirdi-4438260










Perşembe, Mart 25, 2021

Araba devrildi!



Yaşadığımız ortamı ileride, (tabii salgın bizi es geçer de sağ kalırsak!)  nasıl anımsayacağız?


Tam bir zincire vurulma hali.


Hepimizin gözleri önünde yaşanan bir cinnet...


At izinin it izine karıştığı bir arena... Hangisi uyarsa... 


Kimileri “seçim kararı alınsın” diyor, ama unuttunuz mu? AKP hükümeti son girdiği seçimde allem edip kalem etmesine, her türü katakulliyi yapıp sonuçları değiştirme çabasına karşın 11 ili kaybetmedi mi? (*)


-Ayol seçimi kaybettin, çekilsene kenara?

-Yoooook, olmaaaaaaaz, benim sözlüğümde çekilmek yoktur!


Ve bir oyun sahneye konuldu, hepimiz seyirci koltuklarına zorla oturtulduk, şimdi bize dayatılan oyunu ağzımız bir karış açık, sadece! seyrediyoruz...


Ne mi oluyor?


-Oooooo ne olmuyor ki?


Acaba devleti bir aile kabul edersek, tarihimizde bu ailenin fertlerinin sille tokat birbirine düştüğü hiç görülmüş müydü? 


İşte yaşanan bu... Artık araba devrildi!


Devletin tepesinin muhalif belediyelere duyduğu kine bakın... 


Sadece muhalif belediyeler mi? Aydınlar, kadınlar, gençler, üretici, işçi... Daha sayayım mı? Hepimize her gün şırrraaaaaak diye bir tokat atılmıyor mu? 


-Yok yahu, o kadar da değil diyorsanız cevap verin:


-Kadınları koruyacak diye bel bağlanan İstanbul Sözleşmesi gecenin ikisinde fesih edilmedi mi?

-Yoldan çıkan freni patlak ekonomi kamyonunun direksiyonuna geçip son bir gayretle tekrar yola sokmaya çabalayan şoför kulağından tutulup bir anda fırlatılıp atılmadı mı?

-Türk çiftçisi binbir çabayla tarlasını sürüp, üreteyim, üç beşe kuruş kazanayım derken, rakip ülke ürünlerine ithalat kapıları ardına kadar açılıp, gümrükler sıfırlanmadı mı? Ata tohumlarına yasak getirilip, hibrit tohumun önü açılmadı mı? Şeker fabrikalarıı kapatılmadı mı? 

-Taksim’den ODTÜ’ye, Boğaziçi’ne, gençlerin özgürlük arayışına kanlı-kansız müdahalelerle set çekilmedi mi?

-İşçi memur, uyduruk hesaplarla enflasyona yenik düşürülen ücretlere mahkum edilmedi mi?

-Ucube diye kırılıp atılan heykelle sanata, yasak getirilen karikatürle mizaha, sahneden kovdurulan aktörle tiyatroya, yasaklatılan kitapla yazara şaire karşı durulmadı mı?


Herkes sussun, ilmini kültürünü Pardayanlar’lardan, Hardy Dö Pasavan’dan  alan Sedat Peker gibiler,  ya da  Ayasofya’nın eski  İmamı ve şürekası  konuşsun, cahil, karanlık tarikatçılar fetva versin... Faizden, kadın haklarına, Anayasadan, kısırlığa kadar her konuyu bilen bu gibiler sözcülüğünde  ortaçağa dönmek isteyenlerin sesi duyulsun. İmam Hatipliler vefa borcu olarak askeri okullardan borsaya, aslında uzmanlık gerektiren her kadroya tıklım tıklım yerleştirilsin. 


Ha, belediyeler diyorduk...


Kullandıkları yöntem şu: “Seçilmiş yöneticiler nasıl başarısız kılınabilir?”


Komplolar kurulup, her gün yasaya, geleneğe, demokrasi ilkelerine, mantığa aykırı bir yöntem icat edilip, kayyım atamaktan tutun, sözde “mazbut vakıf” diye tarihin tozlarına karışmış bir kavramı yeniden keşfedip, yüzlerce değerli araziye, binaya el koyma, belediye meclisi görüşmelerini goygoycular aracılığı ile tıkama, yargıya giden başvuruları her türlü oyunu deneyerek boşa çıkartma yoluyla yaptıkları sayfalara sığmaz... (**)


Sadece yerel yönetimler değil, devletin tüm kurumları muhasara altında...


Devletin tepe noktalarına yerleştirilen, kimileri geçmişte yolsuzluk soruşturması geçirmiş yöneticiler eliyle milletin parası her vurulup harman savruluyor.


Sadece şu soruya cevap verir misiniz?


-Büyük önder tarafından halka miras bırakılan  Atatürk Orman Çiftçiliği arazisine yapılan dev külliye için bütçe ödeneği ne zaman ayrılmış? Kaç paraya çıkması öngörülmüş? Hangi ihaleyle o şirkete verilmişti?


Eh, bu durumda Yargıtay Onursal Savcısı Sabih Kanadoğlu’nun her fırsatta  söylediği şu söz doğru değil mi:


-Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete...



(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/%C4%B0stanbul%27da_Mart_2019_T%C3%BCrkiye_yerel_se%C3%A7imleri

Pazartesi, Mart 22, 2021

Bana her şey seni hatırlatıyor!

 




Faşistlerin 14 ortak metodu:


Siyaset Kuramcısı Lawrence W. Britt’in dünyanın nam salmış faşistleri üzerindeki incelemesine bir bakalım... Bu beylerin (iyi ki aralarında tek bir kadın bile yok!) faşizme giden yolda, 14 ilkeyi izlediklerini ortaya koymuş...


Acaba bunlar size tanıdık geliyor mu?


1-Güçlü milliyetçilik vurgusu...

2-İnsan Haklarını törpüleme

3-Halkı düşmanlaştırma, kutuplaştırma

4-Askeri harcamalara, her türlü savaş ve çatışmaya odaklanma

5-Kadınlara ayrımcılık

6-Kitle iletişiminin mutlak kontrolü

7-Milli Güvenliğin tehlikede olduğu saplantısı

8-Devleti dinle kucaklaştırma

9-Büyük şirketleri yüceltme, kollama

10-Çalışana ve emeğe baskı

11-Aydını ve sanatı dışlama

12-Suçu ve cezalandırmayı sabit fikre dönüştürme

13-Yolsuzluğa, ahbap çavuş ilişkilerine yönelme

14-Hileli seçimler


-Bunlar size tanıdık geliyor mu?

-Efendim?

-“Yaaa, çok iyi biliyorum ve içinde yaşıyorum ama söyleyemiyorum” dediniz değil mi?

-Ah sessiz kalın, yormayın kendinizi, zaten herkes aynı durumda...


Neyse işte madem konuşamıyoruz o halde okuyalım... Okuyalım da şu faşistlerin ortak14 noktasının geçmişte yaşattıklarının, ülkeleri ve halklarını nerelere nasıl sürüklediğini tekrar bir anımsayalım...


Britt’in blogunda yer alan 2003 yılında kaleme aldığı yazı:

 https://secularhumanism.org/2003/03/fascism-anyone/


Bu yazıdan Türkçe bir alıntı:

https://m.bianet.org/bianet/toplum/95463-ozde-fasizmin-14-temel-ozelligi

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...