Bu Blogda Ara

Cumartesi, Temmuz 09, 2022

“En baba mafya” Sedat Peker mi?



 

 

Sedat Peker için sık sık Twitter’ı yoklayıbugün yazmış mı?” Diye siz de bakıyorsunuz değil mi? Ben de… Nasıl bir Pandora Kutusuymuş yahu, bir açıldı bütün pislikler ortalığa saçıldıİlginç olan ise, ülkeyi yönetenler cenahındaki sessizlik… Pekerin gündeme getirdiği onca yolsuzluk, usulsüzlükle ilgili soruşturma, araştırma başlatılmasından geçtik, bu ciddi iddialar için ortada yorum bile yok. Dut yemiş bülbüller” gibi susuyor mübarekler. Geçenlerde de Peker, Mehmet Cengizle ilgili bir paylaşım yapmış, demişti ki:

 

-Seni ziyarete geldiğimde -yanındaki arkadaşlara dağıtırsın- diye bana zarfın içinde 200-300 bin doları hediye vermedin mi?

 

Merak da ettim doğrusu, Acaba Peker o parayı arkadaşlarına dağıttı mı? Diye, sanırım dağıtmıştır, 5 milyon dolar için bile fazla önemli değil diyen Sedat Peker için o para, belki de  leblebi çekirdek parası değil midir?

 

-Bu mafya yazısı da nereden çıktı? Pazar günleri sen hani daha yumuşak yazıyordun?

 

Diyorsanız, ben de şimdi sizinle bir anı paylaşmaya niyetliydim. 

 

Bir zamanlar Ankarade bir mafya lideri vardı İnci Baba namında. (*) Ankaradaki kamu ihalelerinin ondan, Mehmet Nabi İncilerden sorulduğu söylenirdi. Asıl Baba! Süleyman Demirel ile yakın olduğu da bilinirdi. İşte tam o sıralarda birgün, öğlene doğru, gazetede hummalı bir çalışmanın içindeyiz. Salona aniden beyaz gömlekli adamlar girdi, ellerinde kapaklı sahanlar var, herkes işini gücünü bıraktı, daktilolar sustu, telefonlar kapatıldışaşkınlıkla adamlara, birbirimize bakıyoruz, garson oldukları anlaşılan adamlar, ellerindekilerde masalara yaklaştılar:

 

-Masanıza örtü serecektim

 

Susup kalmıştık, garsonlar masalarımızdaki daktiloları, telefonları nazikçe kenara alıp, beyaz örtüleri  serdiler, sahanların kapakları açıldı, kebaplar, baklavalar ortaya çıktı.

İşler durmuştu tabii… Kebap servisi tamamlanınca, bir de baktık ki, salona İnci Baba azametle giriyor,  meğer o sırada Ankara temsilcimiz olan Yavuz Donat’ı ziyarete gelmiş, gazete çalışanlarına da jest yapmak istemişöğlen yemeği olarak herkese kebap ve baklava getirmiş, aynı servis Yavuz Beye de yapıldı, hep birlikte kebaplara giriştik. 

 

Yani o zamanlarıen baba mafyası” İnci Babadan böyle bir ikram kabul etmişliğimiz var.

 

-Aaaaa, demek sen de birilerinden, hem de bir mafya babasından prim! almışsın” diyen olursa, yahu adamı o gün, yaşamımda ilk ve son kez görmüş oldum, siz bunu asıl, basındaki herkesin bildiği iş takipçilerine sorsanıza” Diye yanıt verebilirim.  

 

Pekerin yazdıklarını okudukça, düşünüyorum da, o dünyanın insanlarıkaynağı bilinmeyen kimi işlerden kazandıklarını”demek ki böyle cömertçe paylaşma adetindeler diyorum.   

 

İşte İnci Baba böyle ilginç bir insandı,  oturduğu ev bizim gazeteye çok yakındı. Bir sabah erken saatlerde büroya geldiğimde, baktım girişte iki kaplan duruyor, korkudan şoka girdim. Evet evet, yanlış duymadınız kaplanlar… Tamam, yanlarındaki adam yavru kaplanlar”ı zincirlemişti ama kaplan bunlar yahu, şaka yapılır mı

Adam benim şaşkınlığıma bakıp güldü, zincirlerinden tuttuğu kaplanları oradan uzaklaştırdı, ben de şaşkınlıktan dilim tutulmuş halde binadan içeri girebildim. Meğer İnci Baba, evinde kaplan, leopar hatta akvaryumlarda pirana balığı bile beslermiş, ben ne bileyim?

 

Bir gün de oğlumu yakındaki kreşten almıştım, arka caddedeki duraktan otobüse binip evimize dönecektik, birden sağanak yağmur bastırınca, (şemsiyemiz de yoktu,) kestirmeden mi gitsek? Diyerek oğlumu bir bahçeden geçirmek istedim, tam orada koştururken kafama dank etti, yahu burası İnci Babanın evinin bahçesi değil miydi? Kaplanlarından biri ya zincirinden kurtulup bize saldırırsa? Aliyi bir lokmada yutmaz mı?” Diye korkuya kapıldım, yüreğim buz kesti. Neyse ki böyle bir şey olmadı, oğlumla otobüse bindik, evimize sağ salim döndük.

 

-Peki İnci Baba yanındaki çalışanlara ve herkese öyle cömert davranırken sonu ne oldu?

 

Diye soruyorsanız anlatayım.

 

Bir güyanında çalışanlardan biri tarafından silahla vuruldu. Silahtan çıkan kurşun, İnci Babanın dizinin biraz altına denk gelmişti ama atardamarı” koparmıştı, kan kaybından öldüİnci Babaya, o çok cömert davrandığı ama pek cahil! çalışanları, basit bir turnike yapıp kan kaybını önlemeyi düşünememişti çünkü.

 

-Şimdi bu anlattığın olayda bir kıssadan hisse var mı? diye soracak olursanız… 

 

Damat Bey tarafından bile At izinin it izine karıştı” diye yorumlanan bir ortamda ben size ne söyleyeyim? 

 

İnşallah o izler” iyi sürülür de ülke bataktan kurtulur, hepimiz aydınlığçıkmayı başarırız.

 

İyi bayramlar olsun… 

 

(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Nabi_%C4%B0nciler

Perşembe, Haziran 30, 2022

Brugge masalının sonu



Brugge’de geçirilen zamanın “her dakikası böylesine değerli olabilir mi?” 

Bu güzelim kentte bulunma şansına erişen herkesin aklından bu soru geçiyordur. Düşünsenize, sağınıza baktığınızda Michelangelo’dan bir heykel, solunuza baktığınızda 13. Yüzyıldan bu yana dimdik duran kuleler, saraylar, şatolar arasındasınız. Üstelik bu rüyanın içinde yaşarken, size saatleri hiç de rutin ve alelade olmayan çan sesleri haber veriyor, ünlü katedralin çanlarına müthiş bir org eşlik ediyor.

-Şu Brugge ahalisi yaşamı güzelleştirmek adına ne de çok çaba harcamış… 

E, tabii Brugge Avrupa’nın “en önemli liman kenti” olma özelliğini yüzyıllarca korumuş, hep zenginler yatağı olmuş ama, “sular çekilince!” paralar da suyunu çekmiş olsa bile ortaçağdan günümüze kalanlar yetmez mi? 

Buraya yolunuz düşerse eğer (keşke düşürmeye çalışsanız!) diye buyrun size bir kaç not:



Michelangelo’nun Meryem heykelini görmeyi unutmayın. Ünlü kilise, Church of Our Lady Brugge’de (*)  sergileniyor. Gerçi hem Napolyon hem Hitler, o şaheseri Brugge’den koparıp kendilerine el koymaya kalkışmışlar ama Meryem’in esareti uzun sürmemiş, ait olduğu yere dönmeyi her seferinde başarmış.

Kentin kilometrelerce uzanan kanallarında  mutlaka bir günübirlik gezi yapın, tekneniz suları yara yara ilerlerken sağ ve sol kıyıda, 13. Yüzyıldan kalan binaları, ön yüzlerindeki heykelleri, rölyefleri benim gibi hayran hayran izleyin, bembeyaz kuğuların sulara eğilen söğüt dallarının arasından zarif süzülüşü size Brugge halkının haksızlık karşısındaki isyanını anımsatsın. (**) Hani İmparator Maximilian  vergileri artırınca Brugge’de büyük bir kalkışma yaşanmış, ahali, imparatorun “uzun boyunlu” diye anılan sağ kolu Pieter Lanchals’ı Pazar Meydanında giyotine götürüp infaz etmiş, Maximilian hapsolduğu yerden bunu izlemiş ya, o efsaneden söz ediyorum. Efsaneye göre, Maximilan sonunda hapisten kurtulup, tekrar başa geçmiş, o zaman da Brugge halkını  “uzun boyunlu” dostunun intikamını alırcasına “kanallarda kuğu besleme cezası”na çarptırmış… “



Brugge’de müze enflasyonu var, elmas müzesinden, işkence aletleri müzesine kadar pek çok müzeyi gezebilirsiniz. Damak tadınıza uyarsa, çikolata müzesine gidin, ya da benim gibi meraklıysanız dantel müzesini görün. O güzelim dantelleri, bir zamanlar, Brugge’lü zarif hanımların kullanabilmesi için, çok çocuklu, fakir kadıncağızların “sokakta dilenmek yerine” büyük emek vererek bobinlere geçirilen incecik iplerle ördüğünü görüp etkilenirsiniz. Şimdilerde ise her yıl dünyanın her yerinden gelen “zengin kadınlar”ın bu hobiyi edinmek uğruna Brugge’de aylarca kalışına ise çok şaşırırsınız değil mi?



Ha, Brugge’de müzeler asla bitmez, kızarmış patates müzesini atlamayın, merkezdeki Belediye Sarayının yüzyıllar öncesinden kalan altın varaklı ahşap duvar ve tavan süslemelerini de mutlaka gezip görün.

Acıktınız mı?

O halde dıştan kireç badanalı, alelade  bir “katedral”e benzeyen “Cafedraal”e girip şaşırın derim. Serin arka bahçesinde yeşillikler arasında bir masaya kurulun, hatta Brugge’e özgü yüzlerce çeşit biradan birini seçin, ya da buz gibi soğutulmuş bir kadeh şampanya ile açın yemeğinizi ama sempatik garsonun tavsiyesine de uyun bence, menülerin olmasa olmazı, Brugge’e has, “kızarmış dil balığı”nı bir tadın mutlaka.

Yoruldunuz mu? 

A, öyle hemen pes etmek yok, parke döşeli, daracık Brugge sokaklarındaki yürüyüşlerimiz  saatlerce sürecek, mutlaka rahat bir çift ayakkabınız olsun. Bakın, şu küçücük evlere, bir zamanlar burası işçi mahallesiymiş, ortalama 12-13 saat çalışıp çok az kazanan işçiler, o parayı da “yaşam eziyetini unutmak için!” içkiye yatırırmış, şu kısacık sokakta 30-40 bar olduğuna inanabiliyor musunuz? 

Susadınız mı?



Brugge’ün ünlü biralarını tatmadan olur mu hiç? Ya şu beş çeşit kırmızı meyvenin de eklendiği “crique”e (****)  ne dersiniz? Ooooo, inanmayacaksınız ama Brugge’de üretilen biraların her gün birini tadayım deseniz, ömür yetmez… Söylediklerine göre 2 bini aşıyormuş bira çeşidi. Brugge’ün hala aynı aile tarafından yönetilen bira imalathanesinin mayalanma ünitelerini gezmek ise beni hayretler içinde bıraktı, “eskiye sahip çıkma” uğruna, kentin göbeğindeki ön hazırlık-mayalama ünitesinden, epey dışındaki dağıtım ve şişeleme  ünitesine kadar uzanan tam 3.2 kilometrelik bir yer altı borusu döşenmiş. Bira boruları kimi zaman yerin 3 metre altından geçiyor, kimi yerde ise 30 metre derine iniyormuş. Böylece her gün kente onlarca taşıma kamyonunun girmesine engel olunmuş. Bu “her taşı değerli kent” için böyle bir mühendislik harikasına kafa yorup, kentin göbeğindeki bu güç inşaat işini 4 yılda tamamlamak ise büyük başarı değil mi sizce de?

Şaşırdınız mı?

-Bu silahlı askerler de nereden çıktı? Şu bando sesleri de ne? Yoksa huzur kenti Brugge’de yine  kalkışma mı oluyor? Diye şaşırdınız mı? Evet, ben de çok şaşırdım, dün tam da Belediye Binasının önüne  yavaş yavaş askerler gelmeye başladı, sonra sayıları epey arttı, “n’oluyor?” diye ben de merak edip sordum, binbaşı Vogels anlattı. Meğer “Deniz Kuvvetleri Günü” imiş, yeni atanan Deniz Kuvvetleri Komutanı ile eskisi arasında devir teslim töreni de aynı güne denk gelmiş, kent merkezinde trafik iki üç saat kadar durdu, bandoyla marşların da çalındığı töreni izledik.




“Yediğin içtiğin senin olsun gördüklerini anlat” dediniz ama ben bu güzelim kentte günlerdir tüm yaşadıklarımın çoğunu sizinle paylaşmış oldum. Mutlaka eksiklerim olmuştur, eh artık onu da buralara geldiğinizde siz tamamlayın diyorum, hoşçakalın.

(*) https://www.museabrugge.be/

(**) https://visitworldheritage.com/en/eu/the-legend-of-the-swans/5608c94b-72a9-437e-a97c-d328efbfda68

(***) https://www.cafedraal.be/

(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Kriek_lambic

(****) 

 

Cumartesi, Haziran 25, 2022

Brugge’den hoş ve zarif bir esinti, “bobin danteli”




Masallarda geçen kentlere benzettim Brugge’ü, sanki Hansel ve Gretel birden şu evden çıkıverecek, ya da Rapunzel upuzun saç örgüsünü kulenin tepesinden aşağı sallandıracakmış gibi. 

Parke taşla döşeli daracık sokaklar, önümüzden geçen fayton, yansıyan güneşte pencereleri altın suyuna batmış gibi parlayan evler “gerçek olamayacak kadar” güzel görünüyor gözüme. Sabahın erken saatlerinde sessizlikte böyle düşünürken, öğlene doğru turist akınına uğrayan bu küçücük kasaba biraz “lunaparka mı dönüşüyor?” Diye kaygılanıyorum.




Ya o güzelim dantellere ne demeli?

Ah, iki gündür sabah akşam elime alıp incelediğim, birer esintiye benzettiğim o zarif danteller… Kar gibi bembeyaz ya da yılların soldurup beje döndürdüğü harika danteller… “Dokunmaya bile kıyamadığım şu dantelleri kim bilir yıllar önce hangi yetenekli parmaklar tasarlayıp örmüştü?” Diye düşünüyorum…


Bir dantel tutkunu ve “elinden tığıyla klavyesini asla düşürmeyen biri” olarak, burada görüp hayran olduğum “bobin danteli”nden söz edeyim sizlere…

Atkı-çözgü mantığı” ile ve ahşap bobinlere sarılan incecik ipliklerle bir yastığa tutturularak yapılan dantel o kadar zarif ki, “keşke ben de yapabilseydim” dedim. 




Bir kaç gündür karşılaştığım ve derin sohbetlere daldığım doğma büyüme Brugge’lü Lieve Pickery bana işin inceliklerini gösterdi. Bobinleri yıldırım hızıyla değiştirerek danteli ilerleten Pickery’e hayran oldum ama bu karışık tekniği yapmayı doğrusu ya göze alamadım. Pickery bu tekniği, çocukluğunda büyükannesinden öğrenmiş,  sonraki kuşakların pek ilgili olmadığını ve bu dantellerin kaybolmaya yüz tuttuğunu üzüntüyle anlattı.

Ben de üzüldüm, her güzellik, sonunda yok olmaya mahkum mu olmalı?

Perşembe, Haziran 23, 2022

Paris günlüğü 5




Paris’te parlamento seçimlerine denk gelmek, benim gibi gezginler için doğrusu ilginç bir rastlantıydı. Oy kullanmaya gidecek bir arkadaşıma eşlik ettim, “yurtdışındaki kızının vekaleti” de  üstünde olan arkadaşım, elektronik cihazda çifte oy kullandı, solcu partiler bloğu NUPES’e (Sosyal ve ekolojik yeni halk birliği) oy verdi. Sonuçlardan mutluydu, “Macron topal ördek durumuna düştü, artık bütün projeleri rafa kalktı, emeklilik yaşını filan artırmayı düşünüyordu, bunları asla yapamaz” dedi. 


Oysa seçim öncesi konuştuğum, iş dünyasından bir başka bir isim ise, “Eğer Macron parlamentoda çoğunluğu alamazsa ekonomi ve iş dünyası için durum hiç iyi olmaz, Fransa’ya gelen dış yatırımlar ya tamamen durur ya da şu andaki gibi, ucuz işgücü ve cazip teşvikler nedeniyle Fas’a kayar” diyordu.

Seçim sonrası çok konuşulan noktalardan biri de “aşırı sağı bitireceğim” diye iktidara gelen Macron’un aradan geçen zamanda bitirmek şöyle dursun, aşırı sağın agresif temsilcisi Marine Le Pen’in sandalye sayısını neredeyse 10 kat artırması oldu. Böylece seçilmiş bir Cumhurbaşkanı  Fransa’da 30 yıldır ilk kez parlamento çoğunluğunu yitirirken, aşırı sağ da ilk kez sandalye sayısında bu kadar güçlü duruma geldi.(*) 


Biz gezginler ise seçimlerden kendimize göre kimi dersler çıkarmakla birlikte, daha çok Paris’in her köşesini yeniden keşfetme hevesindeydik. Ama en hoşuma giden, sol ittifaktan aday gösterilen temizlik işçisi Rachel Keke’nin, Macron’un eski Spor Bakanını alt edip,  parlamentoya seçilişi oldu. Bırakalım, bizde “Alevi Cumhurbaşkanı adayı olur mu olmaz mı?” Tarzındaki tartışma sürsün gitsin…


-Musee D’Orsay’deki (**) yeni sergileri gezdin mi? “Cehennem Kapısı”nı taşımışlar mı? Nasıl olmuş yeni yerinde? Pere Lachaise’e gittin mi? Başka neler yaptın?


Diye soruyorsanız. Evet, Musee D’Orsay’ın tüm katlarını, salonlarını saatlerce arşınladım. “Cehennem Kapısı”nı bir üst kata almışlar, ama sanki eski yeri bence daha iyiydi… 


Müze D’Orsay’deki Van Gogh kolleksiyonu öteden beri çok zengin, Louvre’da Mona Lisa’ya yapılan pastalı saldırıdan sonra mı bilmem, Van Gogh resimlerini cam arkasında koruma altına almışlar, yaşamında “tek bir tablosu bile satılmayan” bahtsız ressamın kendi odasını resmettiği tabloyu yine dakikalarca seyrettim durdum.


Müzedeki geçici sergileri gezerken Gaudi’den ilginç parçalara rastladım, hayran kaldım. Fakat doğrusu beni bu kez en çok etkileyen isim, “ressam, heykeltraş ve de halıcı!” evet, halıcı Aristide K Maillol (***) oldu. Onun çıplak kadın heykelleri, eskizleri, tabloları ve hatta ve hatta kendi eliyle işlediği duvar halıları olağanüstü ilgimi çekti. 




Fransa’nın en ünlü sanatçıları, müzisyenleri, ressamları, heykeltraşlarının gömülü olduğu Pere Lachaise mezarlığına da gittim ama çok üzüldüm. Neden mi? Sürgünde ölen sanatçı, Ahmet Kaya’nın mezarına da uğradım, keşke uğramaz olaydım. Kaya’nın mezar taşındaki rölyefine birileri saldırmış olsa gerek, burnunu kırmışlar. İsyan etmemek mümkün değil… 


-Sesiyle devleşen sanatçıya Kürtçe şarkı söyledi diye “Vay Şerefsiz” (****) dediniz, ülkeden kovdunuz, sürgünlere yolladınız, yaban ellerde memleket hasretiyle öldü de hala hıncınız soğumadı mı? Mezarından ne istediniz? Mezar taşını da mı  okumadınız?


-Tarifi imkansız acılar içindeyim, gurbette akşam oldu yine, rüzgar peşindeyim…


Yılmaz Güney’e de uğradım, neyse ki, yine sürgünlerde yitirdiğimiz Güney’i son günlerde ziyaret eden çok olmuş anlaşılan, mezarı çiçeklerle donatılmıştı.


Maria Callas’ın bir zamanlar küllerinin durduğu, küçük mermer “niş”i de gördüm, vasiyeti üzerine Callas’ın külleri sonradan oradan alınıp, Ege denizinin mavi sularına serpilmiş, iyi ki de öyle olmuş. Sağlığında  “zarif gül buketleri” ile karşılanıp, uğurlanan Callas’a, o plastik çiçekler yakışmazdı doğrusu. 



-Paris denince Champs-Elysee’de bir macaron-şampanya keyfi yapılmaz mı? 

-E, tabii ki, Ladurree’nin restoran kuyruğunda  1 saat beklemeyi göze alıyorsanız, evet… 


Geçmişi 1862 yılına değin uzanan ünlü pasta salonunun her gün fırınlarından tepsi tepsi çıkarıp meraklılarına sunduğu, badem unu ile yapılan, ağızda eriyen “macaronları” dünyaca ünlü… Gezginler,  kapısında uzun kuyruklar oluşturmaktan hiç usanmıyor… Nedense bizde de pek çok pastacı denese de bence macarondan aynı sonuç alınamıyor. Pasta ustaları zaten dünyada da bu konuyu tartışıp duruyorlar. Eh, bizim kendi “acı badem kurabiyemiz” bile yok olmaya yüz tutmadı mı? Nerede kaldı macaron taklidi yapmak?


-Aaa, söylemeden geçmeyeyim, Fransa’da, yeme içme sektöründeki en büyük sorun bugünlerde “hardal kıtlığı” imiş. Fransızlar ünlü hardalları “Amora”yı bulamamaktan çok yakınıyorlar, bu hardalın tohumu Ukrayna’dan ithal ediliyor, Fransa’da son şekli veriliyormuş, sürüp giden savaş nedeniyle hardal kıtlığı yaşanıyormuş şimdilerde.


Aslında kısacık bir seyahat bile insanı baştan sona yeniliyor, mutlu kılıyor. 


Paris’te görülecek, gezilecek yerler asla bitmez. Duydum, “Seinne Nehrinde Bateou Mouche’a bile binemedik, daha Louvre’u gezecektik, Marcel Proust’un kayıp zamanının peşinde koşacaktın, bunları neden paylaşmadın?” diyorsunuz ama ne yapayım ki, “yerim dar!” 


Bu güzelim kentte sanatla iç içe geçirilen günler insana “yaşama sevinci” veriyor, bu nedenle sizlerle izlenimlerimi kısa da olsa paylaşmak istedim. 


Tabii ki asıl dileğim, “pula dönen” paramızın yeniden değer kazanması ve sizlerin de sık sık seyahatlere çıkabilmesi… Hepinize şimdiden iyi yolculuklar… 


(*)https://www.aa.com.tr/tr/dunya/fransada-macronun-ittifaki-mecliste-salt-cogunlugu-saglayamadi/2617935

(**) musee d'orsay tickets

(***) https://www.gazeteduvar.com.tr/hurriyet-gazetesinde-vay-serefsiz-yazisi-haber-1542409

Cumartesi, Haziran 18, 2022

Paris günlüğü 4



Bugün içim dışım Maria Callas… (*)


Öteden beri merak ettiğim, üzerine çok okuyup-sürekli dinlediğim, dünyayı sesiyle fetheden lirik soprano Maria Callas. Paris’te “Zaman Kapsülü” (**) ile yaşamını izleme fırsatı çıkınca kaçırır mıyım? Hemen biletimi aldım.


-Pahalı mıydı?

-22 Euro, yani 400 TL civarındaydı, ama değdi, gerçekten içimi dışımı Callas ile donattım.

-E, zaten ayakkabını tamir edip yenisini alma külfetinden kurtulup epey tasarruf etmiştin, başkası olsa Paris’ten bir çift Dior ya da Loubutin almaz mıydı?

-Güldürme beni…12 bin TL gibi bir rakamdan söz ediyorsun. O sivri topukların üstünde leylek gibi sekerek yürüyeyim öyle mi?

-Canım spor ayakkabıları da var

-Aynı delice rakamlara… Beni şimdi meşgul etme Callas günümü anlatıyordum…


“Zaman Kapsülü”ne girmeden önce Maria Callas’ın yıllarını geçirdiği evi görmek için yollara düştüm. Georges Mandel caddesine en yakın metro durağı Rue de la Pompe, 9 nolu hat oradan geçiyor, durakta inip yukarı çıkıyorum. Ohhh, beni harika bir esinti karşılıyor, sağlı sollu yüksek ağaçlarla bezeli caddede yürümek tam bir keyif. Callas’ın içinde yaşayıp öldüğü, yaşamındaki “tek aşkı” olan ünlü armatör Onassis’ten armağan! lüks apartmanı arıyorum…



-A, caddeyi kesen aralıklara da Maria Callas’ın adı verilmiş. Tabelalarda onun ismi var. Ne zarif ve vefalı bir tutum. Sanata ve sanatçıya verilen değer işte…


Aradığım “36 numara” karşımda, ağaçların gölgesinde, balkonlardaki çiçekleriyle pek hoş bir apartman… Girişteki duvara, “Maria Callas burada ölmüştü” tabelası konulmuş. Demek soprano, hüzünle dolu yıllarını burada geçirmişti, hani yardımcısı Bruna ile bütün gününü kağıt oynayıp, şoförü Feruccio’yu sık sık gönderip, “çikolatalı pasta” aldırdığı yıllarını… 


-Acaba o çok sevdiği “Toy” (oyuncak) adını verdiği kaniş köpeğini kendisi mi gezdiriyordu caddede?


Callas, aslında 1 yıl gibi bir sürede 48 kilo vermeyi başarmış bir kadın, kimilerine göre 100 kilonun üstünde olduğu yıllarda, kendini “çirkin ve itici” bulur, sahneye yakışmadığını düşünürmüş, kimileri “çiğ biftek-salata” sayesinde bunu başardığını, hatta bu alışkanlıkla sayesinde bilinçli olarak tenya edindiğini” ileri sürse de azmin elinden hiçbir şeyin kurtulmadığını gösteren durum bu.


Yaşam kimi zaman ne kadar acımasız olabiliyor. Callas, “100 yılın sesi” diye anılıyor ama o sesi sadece 42 yaşındayken yitiriyor. Turandot ile veda ediyor onu çılgınca alkışlayan opera tutkunlarına.




Acaba aşk acısı mı neden oluyor sesini yitirmesine? Yoksa sahnede “kuğu gibi süzülme” arzusuyla yanıp tutuşarak verdiği kilolar mı yol açıyor?


-Aşk acısı dedin, Onassis’e duyduğu aşk değil mi? Aslında ikisi de Yunan asıllı, ikisi de deli gibi aşık birbirine, ama Onassis tutup aniden Amerika’nın unutulmaz “first lady”si Jacqueline’le evleniveriyor. Bu evliliği acaba egosu mu yaptırıyor ona, ya da  tüm dünyaya ve özellikle de ABD’deki karşıtlarına kendini kabul ettirme arzusu mu?


-Onassis hakkında CIA bile rapor tutmuş, ABD ile iş yapmasına engel olmak için… Ama Onassis bu evlilikten hemen pişman olup kısa süre sonra Callas’ın kapısına dayanmış…


-Evet, dakikalarca binanın kapısında bir aşağı bir yukarı yürümüş de Callas içeri almamış, sonunda yardımcısının ricasıyla yukarı çıkabilmiş, sevdiği kadına ilk cümlesi de “evliliğim bir hataydı” olmuş…


Gerçekten çok eziyetli bir yaşam Callas’ınki. Bir röportajda gazeteci soruyor, “evlenip çoluk çocuğa karışmak istemez miydiniz?” yanıtı, “evet kadınlardan hep bu beklenir, belki ben de isterdim ama kader diye bir şey var, kader bana bu kariyeri çizdi” oluyor. 


“İtalyan yönetmen Pasolini, 1969 yılında Göreme’de çekeceği Medea (***)  filmi için Maria Callas’ı bu sözlerini duyup da mı seçmişti?” Diye düşünüyorum. Gerçi Medea, aşk uğruna sevdiğini değil çocuklarını öldürüyor ama…




İşte aklımda hep Callas, bu kez  fuar merkezine (Parc des Exposition) gitmek üzere yola çıkıyorum. “Zaman Kapsülü”ne girip, lirik sopranoyu izleyeceğim için çok heyecanlıyım…


Paris, Haziran ortalarında bile olağanüstü sıcak, neyse ki yine metro, bu kez Concord’da hat değiştirip, Porte de Versailles’da  iner inmez, çarpıyor hava…Koşar adım, fuar merkezinin bitmek tükenmek bilmeyen merdivenlerini tırmanarak  “Zaman Kapsülü”ne ulaşmaya çabalıyorum, işte gösterinin yapılacağı pavyonun duvarında, Maria karşımda duruyor, sıcaktan o da belli ki çok rahatsız, duvardaki posterinde haykırıyor, ben de öyle…


Karanlık kapsüle giriyorum, ohhh serinlik ferahlatıyor. Yumurta şeklindeki salonu 360 derece, çepeçevre dolanan perdede birazdan “O” sahne alacak. Tek sorun muşamba benzeri bir örtüyle kaplı salonda sandalye bulunmaması, yani gösterimi yerde oturarak izleyeceğiz… Daha gösterim başlamadan oturmaktan yoruluyoruz, çantamızı, hatta ayakkabılarımızı çıkarıp başımızın altına yastık yapıyor, uzanarak Callas’ı bekliyoruz…


Tüm ışıklar karartılıyor, nefesimizi tutuyoruz, Callas, birazdan Casta Diva (****)  ile çevremizi saran dev ekranlarda karşımıza geliyor, iyice devleşiyor… Bir saat süren rüya gibi gösterimde Maria Callas hepimizi büyülüyor, yaşamından farklı sahnelerle, rol aldığı operalardan seçilmiş  muhteşem aryalarıyla hayranlıktan hayranlığa sürükleniyoruz…


Sonunda Callas bizlerle vedalaşıyor, sahne kararıyor…


“Keşke gitmeseydi” diyorum… Şimdi tek sorun uzandığımız yerden kalkabilmek… 


-Amann, heryerimiz tutulmuş… Zorla da olsa kalktık tamam ama, 38 derecelik sıcağa ve göz kamaştıran güneş ışıklarına çıkmak nasıl olacak? 


“Zaman Kapsülü” bizi şöyle serin bir yerlere götürüp bırakamaz mıydı acaba?   


(*) https://www.maria-callas.com/en/

(**) https://feverup.com/m/113301?utm_source=google&utm_medium=sc&utm_campaign=113301_par&gclid=EAIaIQobChMIv8CT99e2-AIV8eDmCh2ApQxEEAAYASAAEgJb8_D_BwE

(***)medea pasolini watch online

(****) https://youtu.be/B-9IvuEkreI


Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...