Bu Blogda Ara

Çarşamba, Mart 02, 2022

Dream around two stamps









Our life has been spent with  Ayşegül since we were little girls, as some friendships are said to be "sisterhood”, ours is even more than that... Once upon a time, (was I in middle school?) I was collecting stamps. (Unfortunately, there are no stamps, letters, envelopes or even handwriting left in anyone's life anymore.)


So in those years, one day she came along:


-Nursun, look what I brought you

-Oh, gorgeous stamps, where did you get them?

-My fathergave, take and put them in your stamp book


As you can see in the picture, the stamps were both unique in shape and beauty. I would open my stamp book often as a child and watch them with admiration, moreover, they were both mint stamps.


We  had a dreamed with Ayşegül:


-Can you imagine? Maybe these stamps are valuable, their value will increase over time, so we will sell them years later and become millionaires.


Those 50 years passed quickly, I had almost forgotten my stamp book. During the endless library arrangement (that I will never be able to complete, like Gaudi's Sagrada Familia) (*) the other day, I came across the old stamp book, those beautiful stamps were in front of me again years later:


-Oh, how beautiful they are, but why didn’t I ever wonder about the story of these stamps for all these years?


I got mad at myself, so I started researching…


It turned out that the stamps belonged to the “Tannu Tuva” Autonomous Republic in Siberia, whose life span was only 23 years, (**) then this small Republic was taken under the umbrella of the USSR.  Maybe the similar fate Ukrainians are currently experiencing like Tuvan people.


Then I wanted to write to a philately association and ask about my stamps, if they had any value, here is the answer:


-Do you only have 2 stamps? Even if the Tuvan stamps in your hand were "full series", you could only drink a cup of coffee with the money you’d get...


Unfortunately, the “millionaires dream” we had with my dear friend came to an end.


No matter… I spent such good hours researching the history of my stamps, I had so much fun that most millionaires can't even come close. 


Such unique patterns were used on Tuvan stamps that  I wondered, "who did those fantastic drawings belong to?" I couldn't help but think. 






For example, on one of the stamps there is a camel, running “ as a galloper” right next to the railway, almost racing with the train. However, there was neither a train track in Tuva in those years, nor could that camel live there in the freezing cold of Siberia…


What a stupid reality… Can an artist's dream ever be blocked? 



On another stamp, the same artist depicted a giant zeppelin in low flight above the endless snowy plains of Siberia (on the top of a strange horse rider.) However, no zeppelin ever visited Tuva in those years. I'm afraid, even if he did, the hydrogen gas inside the airship would freeze, and maybe it would drop the giant balloon...


And I listened to the strange metallic voice coming out of the throat of the Tuvanians, who knows what those ancient folk songs from the last century were telling… (***)


Before I wrote this article, I wanted to share the “story of our stamps” with Ayşegül, we phoned, and last minute information came from my dear friend, who left Ankara to Paris long time ago, but she never left her journalism spirit:


-So, those stamps were Tannu Tuva stamps?  Aaaaa, it reminded me now, I don't know if you noticed, but Putin made a new appointment to replace the minister of defense, the new minister Shoygun is ethnically Tuvanian...


I was very surprised, of course, and I couldn't help but think:


-What, the citizen of a country whose ancestors once in a desire for freedom-autonomy will now drop a bomb on another Republic, which is in a desire for freedom-autonomy? 

If this is the case, isn't it a pity for Ukraine?


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sagrada_Fam%C3%ADlia


(**) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Tuvan_People%27s_Republic


(***) https://youtu.be/v35tddnhufs


(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sergey_Shoygu

Pazartesi, Şubat 28, 2022

Pul olan milyonlarımız!






Yaşamımız küçüklüklüğümüzden bu yana Ayşegül’le birlikte geçti, hani “kardeşten ileri” derler ya bazı dostluklara, bizimkisi ondan da öte… Bir ara, (ortaokulda mıydım?) pul koleksiyonu yapıyordum. (Ne yazık ki, artık kimsenin yaşamında değil pul, mektup, zarf hatta el yazısı filan kalmadı.) 


İşte o yıllarda bir gün Ayşegül çıkageldi:


-Nursun bak, sana ne getirdim

-Aaaa, muhteşem pullar, nereden buldun?

-Babam verdi, al, hemen pul defterine yerleştir



Resimde gördüğünüz gibi, pullar hem farklı hem o kadar güzeldi ki, pul defterimi ikide birde açar, onları hayranlıkla izlerdim, üstelik ikisi de damgasızdı yani kullanılmamıştı ve arkalarındaki zamk bile hala duruyordu. 



Ayşegül’le sık sık konuşurduk:


-Düşünebiliyor musun? Belki de bu pullar çok değerlidir, zamanla değerleri daha da artar, yıllar sonra satar, milyoner oluruz.


Evet, o yıllar çabucak geçiverdi, pul defterimi çoktan unutmuştum, geçen gün Gaudi’nin Sagrada Familia’sı (*) gibi, bir türlü tamamlayamadığım kütüphane düzenlemesi sırasında eski defter elime geçiverdi, o güzelim pullar yıllar sonra yeniden karşımdaydı:


-Ayy  muhteşem. İyi hoş da bunca yıl neden merak etmedim bu pulların öyküsünü, tarihçesini? 


Diye kendime kızdım, başladım araştırmaya…


Pullar meğer ömrü sadece 23 yıl süren “Tannu Tuva”ya,  Sibirya’daki “Tuva Özerk Cumhuriyet”ine aitmiş, (**) sonra bu küçük Cumhuriyet, yeniden SSCB şemsiyesine alınmış, yani şu anda Ukrayna’nın yaşadığına benzer bir kader biçmiş Ruslar Tuva’ya…


Sonra bir filateli derneğine yazıp, pulların değerini sormak istedim, bir pul eksperinden  ne yanıt alsam beğenirsiniz:


-Sadece 2 pul mu var elinizde? O elinizdeki Tuva pulları “tam seri” olsaydı bile, parasıyla ancak bir kahve içebilirdiniz…


Ya, işte ne yazık ki sevgili arkadaşımla kurduğumuz “milyonerlik hayali” bir anda son buldu, pula dönüşüverdi!


Olsun, ben pulların geçmişini araştırırken öyle güzel saatler geçirdim öylesine keyif aldım ki, milyonerlerin çoğu yanına bile yaklaşamaz. Bir kere Tuva pullarında öyle desenler kullanılmış ki, “o fantastik çizimler kime aitti acaba?” diye düşünmeden edemedim. Örneğin, pullardan birinde bir deve var, demiryolunun tam yanında “dört nala” koşuyor, adeta lokomotifle yarış ediyor. Oysa Tuva’da o yıllarda ne tren yolu varmış ne de Sibirya soğuğunda o deve, oralarda  yaşayabilirmiş… 



Ne gam, sanatçının hayaline engel konabilir mi? Aynı sanatçı bir başka pulda ise Sibirya’nın uçsuz bucaksız uzanan karlı ovalarının üzerinde, alçak uçuşta, şahlanan atın tepesinde süzülen, dev bir zeplini resmetmiş. Oysa Tuva’ya o yıllarda asla zeplin filan uğramamış. Korkarım uğrasaydı, zeplinin içindeki hidrojen gazı donar, o dev balonu düşürürdü belki de… 




Bir de Tuvalıların gırtlağından çıkan madeni sese kulak verdim, kim bilir neler anlatıyordu o geçen yüzyıla ait kadim türküler… (***) 


Bu yazıyı kaleme almadan önce Ayşegül’le “pulların öyküsünü” paylaşmak istedim, telefonlaştık,  son dakika bilgisi de Paris’e terk-i diyar eden ama yıllardır gazetecilik ruhunu asla bırakmayan sevgili arkadaşımdan geldi:


-Demek o pullar Tannu Tuva pullarıymış… Aaaaa, şimdi çağrışım yaptı, dikkat ettin mi bilmiyorum ama, Putin görevden aldığı Savunma Bakanının yerine yeni atama yaptı ya, işte yeni Savunma Bakanı Sergey Shoygu da etnik köken olarak Tuva’lı imiş…


Çok şaşırdım tabii, ve düşünmeden edemedim:


-Ne yani, bir zamanlar özgürlük-özerklik hevesindeki bir ülkenin vatandaşı şimdi, özgürlük-özerklik hevesindeki bir başka Cumhuriyetin tepesine bomba mı yağdıracak? Böyle olacaksa yazık değil mi Ukrayna’ya? (****) 


(*) https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Sagrada_Fam%C3%ADlia


(**) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Tuvan_People%27s_Republic


(***) https://youtu.be/v35tddnhufs


(****) https://en.m.wikipedia.org/wiki/Sergey_Shoygu

Perşembe, Şubat 24, 2022

97 yaşındaki emekli hakim İsmet Köker’den siyasilere: “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini unutmayın!

  




 

“Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesi bizi ayakta tutar”

“Geçmişi unutmayın”

“Adalet yoksa devletler çöker”

“Aşırı borçlanma devleti iflasa götürür”

 

 

Emekli hakim İsmet Köker Dalya 100’e 3 kala, siyasetçilere ve devlet adamlarına “açık mektupla” seslenerek, “geçmişi unutmayın” çağrısında bulundu. Mektubunda Türk siyasi yaşamı ve dünyadan örnekler veren Köker, Türkiye Cumhuriyeti “yüzyıllarda ancak bir görülen” dâhi Mustafa Kemal Atatürk sayesinde dünyada sayılan bir ülke haline gelmiştir. Atatürk’ten sonra gelen bütün cumhurbaşkanları görevlerini Atatürk sayesinde yapmışlardır.” Dedi. İsmet Köker, “Türkiye’nin Atatürk’ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesinden sapmama koşuluyla ayakta kaldığını” anımsattı ve bütün Cumhurbaşkanlarının onun sayesinde görev yaptıklarına dikkat çekti. 

 

97 yaşındaki hakim ismet Köker, “yarım asırlık” meslek yaşamından örnekler vererek, “Bismillahirahmanirrahim” diye başladığı açık mektubunda şunları dile getirdi:

 

 “Vatan ve millet sevgisi taşıdığını düşündüğüm sizlere bu mektubu, esasen bildiğiniz şeyleri hatırlatmak üzere yazıyorum. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Ben, şu anda biyolojik yaşı henüz 100’ü bulmamış, 97 yaşında, genç bir ağabeyiniz olarak size bazı şeyleri hatırlatmayı kendime bir görev sayıyorum.

Ben iki dünya savaşının içinde doğmuş, yaşamış biriyim. Bütün dinlerde  “adam öldürmeyeceksin” emri vardır ama  homo homini lupus (insan insanın kurdudur)  sözünü doğrular gibi insanlar birbirleriyle daima harp etmişlerdir. Unutmayalım ki, Cumhuriyetin kurucusu ve mesleği askerlik olan Atatürk insanlığın geleceğinin barışta olduğunu belirterek “Yurtta Sulh Cihand Sulh” ilkesini bırakmıştır. Dünyanın ve bizim geleceğimiz bu sözde saklıdır.

—Ayağını yorganına —

İnsan hayatında en önemli faktörlerden birisi iktisatlı davranmaktır. Türkçede bunun en veciz ifadesi “ayağını yorganına göre uzatmak”tır. 

Bu, devletler için de geçerlidir. Devleti idare edenler, milletten vergi toplayıp, devlet işlerini görmekteler. Eğer, toplanan vergiler, masraflara yetmez ve devlet daha çok borçlanırsa bu, idarecilerin başarılı olamadıklarını gösterir. Eğer borçlar makul miktardan fazla olursa devletin iflasına kadar gider. Bunun tarihte çok misalleri olmuştur. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun enkaza dönüşmesinin önemli bir sebebi de yapılan hesapsız borçlanmalardır (Düyun-u umumiye.) Asla unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti yüzyıllarda ancak bir görülen dâhi Mustafa Kemal Atatürk sayesinde dünyada sayılan bir ülke haline gelmiştir. Atatürk’ten sonra gelen bütün cumhurbaşkanları görevlerini Atatürk sayesinde yapmışlar, yapmaktadırlar.  Dünya tarihinde, devlet idaresinin en kötü örneklerinden biri Almanya diğeri de İtalya’dır. İkinci Cihan Harbinde Avusturya’da doğan Adolf Hitler Almanya’da bütün zengin Yahudileri öldürtmüş, bazılarının yurtdışına kaçmasına yol açmış, gelirlerine el koyup, silah ve harp malzemesine sarf edip, dünyaya harp ilan etmiş, çocuk yaştaki Alman gençlerini cephelere sürerek milyonlarca kişinin ölümüne sebep olmuştur. Sonunda Almanya enkaza dönüşmüş, kendisi de intihar ederek yaşamına son vermiştir. İtalya’da da Duçe Benitto Mussoloni kara gömlekli faşistlerle birlikte Hitlerle işbirliği yapmış, o da İtalyanlar tarafından öldürülmüş, cesedi Roma sokaklarında dolaştırılmıştır. 

 

——-Kumpas davaları ve FETÖ——-

 

Türkiye Cumhuriyeti olarak, kumpas davaları ve FETÖ olayları nedeniyle büyük badireler atlattık ancak, birlik ve beraberlik içinde, Atatürk ilkelerinden sapmadan, özellikle  “Yurtta sulh - Cihanda sulh”  sözüne inanarak, daima payidar (kalıcı) olacağız. Bizim şu anda ulusumuzun en önemli meselesi adalettir. Bu o kadar önemlidir ki, ülkelerinde adaleti her yönüyle sağlayamayan devletler tarihte daima çökmüşlerdir. Tarihten ders almak, her zaman insanları doğru yola iletmiştir. Şimdiden devletimizi idarede en ileri safta olan siz kardeşlerime elimden geldiğince kısa olarak bir yol göstermek istiyorum. Adalet konusunda her gün süslü laflar söylenebilir, yüzlerce veya binlerce sayfa yazılabilir fakat lafla peynir gemisi yürütülemeyeceği gibi bir adım dahi ilerlenemez. Şimdi bizzat şahit olduğum  konuları sizlere aktararak çözüm yolunu taktirlerinize bırakacağım.


—-Demokrat Partinin çöküşü——

 

1946’da Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, Halk Partisi’nden ayrılıp Demokrat Parti’yi kurmuştu. O yıl seçimi kazanamayan bu parti 1950 seçimlerini büyük bir çoğunlukla kazanarak iktidara geldi. Evvelki seçimde seçim kurulları “Kaymakamlar” ve “Valiler” tarafından oluşturulup, şaibeli sonuçlara varılmıştı. Yani, partili seçim kurulları hükümet emriyle seçimi  Halk Partisi lehine sonuçlandırmıştı. 1946’dan sonra çıkan yasa ile ilçe ve il seçim kurulları tarafsız hâkimlerden oluşunca, 1950’de Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla iktidara geldi. İlk yıllarda yaptığı faydalı işlerle memlekette ilerleme sağlayan Demokrat Parti idaresi sonradan “askeri idarenin yedek subaylarla görülebileceği düşüncesine girerek ve hakimleri kara cübbeliler diye dışlayarak” memlekette huzursuzluğa yol açtı. 


—-Adaletten nasıl saptılar?—


Gelelim adalete. 1953 yılında herkesin çalışkan, bilgili, dürüst hâkimlerden biri kabul edilen ve Adalet Bakanlığı Müsteşarlığı, Yargıtay 1.Ceza Dairesi Başkanlığı, Yargıtay 6. Ve 7. Hukuk Daireleri Başkanlığı da yapan babam Bedri Köker, Yargıtay Başkanı olmuştu. O sırada Türkiye’de Anayasa Mahkemesi olmadığından kendisi Yüce Divan Başkanlığı da yapıyordu. Onun zamanında, Yargıtay en süratli şekilde çalışıyor ve dosyalar en kısa zamanda sonuçlandırılıyordu. Üç yıldır bu görevde başarıyla çalışırken bir gün Başbakan Adnan Menderes’in Yargıtay’ın genç ve çalışkan üç üyesini re’sen emekliye sevk ettiği anlaşıldı. O sırada Yargıtay’dan Başbakana büyük bir tepki geldi. Babam Bedri Köker, Yargıtay genel kurulunu topladı, sonuçta “bu emekliye sevk kararına karşı Başbakana bir yazı yazılarak bu üyeler göreve iade edilmedikleri takdirde Yargıtay’ın çalışmalarını durduracağının bildirilmesine” karar verildi. O gün, bütün Yargıtay üyeleri işi bıraktı, babam da eve döndü. Akabinde, Adalet Bakanı Hüseyin Avni Göktürk babamı telefonla arayarak bu karara kimlerin imza attığını sorunca, o da “Siz bakan olduğunuzda sizi tebrik eden bütün daire başkanları ve üyeler imzalamıştır” diye cevap verdi. Türkiye’de doğal olarak yer yerinden oynadı. Babam ve üyeler daireye gitmiyorlardı, ortada işçilerin grevine benzer bir olay vardı. Başbakanlıktan her gün bizim ev aranıyor ve Başbakan babamla görüşmek istiyor fakat babam emekli edilen üç üye işe başlamadan daireye gitmemekte direniyordu. Daha sonra, Celal Bayar’ın yakın arkadaşı ve babamın da akrabası Reşat Dayıyı aracı yaptılar. Reşat Dayı bize gelerek  ısrarla babama Başvekil Adnan Menderes ile görüşmesini rica etti. Babam üç Yargıtay üyesinin görevlerine iade edilmeden görüşemeyeceğini belirterek talebi reddetti fakat Reşat Dayı babamdan söz almadan gitmeyeceğini söyledi, neticede babam da çok sevdiği dayıoğluna söz verdi. Grev süresi bir haftayı bulmuştu. Herkes bu olayı konuşuyordu ve halkın çoğunluğu Yargıtay’ın eylemini destekliyordu. Babam ertesi gün yanına Yargıtay 2. Hukuk Dairesi Başkanı Suat Bertan beyi tanık olarak yanına alıp Başbakanlığa gitti. 


—Menderes’in verdiği söz—-


Kendisinin bana bizzat anlattığına göre, Adnan bey Başbakanlığın merdivenlerinde onları gayet nazik bir şekilde karşılamış ve birlikte makam odasına çıkmışlar. Adnan bey babama ‘sayın reis beyefendi memleketimiz şu anda çok zor bir durumda bunu ancak sizin bir demeç yazarak çözmeniz mümkündür’ deyince babam Yargıtay Genel Kurulunun kararı nedeniyle önce üç üyenin göreve iadesini istemiş, Menderes de “bu takdirde hükümetin çok zor durumda kalabileceğini ve madem ki Genel Kurul yürütmenin yargıya karışmamasını istemiş o halde bundan böyle Adliye’deki mübaşirlere bile Memurin Kanununun 39. Maddesinin uygulanmayacağına dair hükümetin başı olarak söz verdiğini” söylemiş. Bu arada babam yalandan uzak biri olarak, muhatabı Adnan Menderes’in doğru söylediğine inanarak, “emekliye sevk işleminin hükümetin yasaya dayanan bir eylemi olduğunu belirten” kısa bir demeç vermiş. Bundan sonra babamı on gün kadar her gece Cumhurbaşkanlığı köşküne yemeğe davet ettiler ve kendisine, “memleketi bir badireden kurtardığı için” her gün teşekkür ettiler. 

Aradan tahminen 15-20 gün geçmişti ki, hükümetin bir kararnamesiyle “Yargıtay Başkanı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı dâhil olmak üzere 15 kişinin Memurin Kanununun 39. Maddesi uyarınca emekliye sevk edildiği” bildirildi. Böylece, 15. Asırda İtalya’da prenslere akıl veren Machiavelli’nin tavsiyesini Menderes hükümeti yerine getirmiş oldu, yani “yalan söyleyerek başarıya ulaşmış oldular.” 


—Yalancının mumu—


Ama “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” misali, daha sonra memleketimizde nahoş olaylar oldu. Yürütme erkinin yargı erki üzerine yapmış olduğu bu “darbe” toplum tarafından unutulmadı. 1958 yılında, İngiltere’den bir hukukçunun İngiliz Hukuk Sistemi hakkındaki bir konferansına katıldım. İngiliz hukukçu konuşmasını bitirdikten sonra genç bir askeri hâkim, “İngiltere’deki hâkimlerin emekliye nasıl sevk edildiklerini” sordu. Hoca gülerek, “çok basit, çünkü İngiltere’de hâkimlerin emekliye sevk edilmeleri gibi bir durum yoktur” dedi ve “İngiltere’de hiçbir hâkimin herhangi bir makam veya merci tarafından emekliye sevk edilemeyeceğini ancak kendi isteğiyle veya ölümüyle hâkimliğinin sona erebileceğini”söyledi. Buna karşılık , soru sahibi tekrar söz alarak “yaşlanan bir hâkimin gözü görmez, kulağı duymaz olması halinde hâkimliğe devam etmesinin nasıl mümkün olacağını” sorunca, hocanın cevabı şu oldu: 


-Herhangi bir makam ve merci tarafından hâkimin  emekliye sevk edilmesi gibi çok büyük bir mahsurun yanında bir hâkimin hastalıklı olsa bile görevine devam etmesi daha az mahsurlu olduğu için böyle bir uygulama vardır. 


Başka bir dinleyici İngiltere’de hâkim aylıklarının miktarını sorduğunda hocanın cevabı aynen şöyle idi:


-İngiltere’de en yüksek maaşı Lordlar Kamarası üyeleri alırlar, bu 6 bin Sterlindir, bundan yüksek sadece İngiliz Yüksek Mahkemesi hâkimleri 8 bin Sterlin alır ve bundan fazla maaş alan herhangi bir makam ve merci yoktur.


——27 Mayıs İhtilali—


Derken 27 Mayıs 1960 günü Türkiye’de askerler tarafından bir ihtilal yapıldı. Demokrat Parti’nin önde gelenleri, Cumhurbaşkanı ve Başbakan dâhil tutuklanıp Yassıada’ya götürüldüler. Orada görev yapan tüm hâkimler tanıdığım kişilerdi. Hatta Başsavcı olan Ömer Altay Egesel bana beraber çalışmamızı önerdi. Ben kendi durumumdan memnun olduğum için  görevimden ayrılmadım.

Yassıada duruşmaları başlamadan önce, ihtilali yapan kurulun önemli kişisi olan Alparslan Türkeş beni makamına çağırdı. Başbakanlık müsteşarı olarak görevliydi. Yargıtay’da üye yardımcısı olan ve Kütahya’da beraber çalıştığımız Vasfi Göksu, Türkeş’e istediği genç, dürüst,  çalışkan hâkim olarak benim ismimi vermiş. Türkeş benden “hemen Başbakanlık Müsteşar Muavininin odasına gitmemi, Başbakanın bütün özel ve resmi evraklarının incelenmesini ve bu belgeler arasında özellikle Kars ve Ardahan illerinin Rusya’ya verileceği hakkında ve ayrıca 25 üniversite talebesinin öldürülerek Konya yolunda kuyulara atıldığı yönünde bir belge bulunursa kendisine haber vermemi” istedi. O dakikada Başbakanlık Müsteşar Muavininin odasına gittim, kapıda silahlı jandarmalar nöbet tutuyordu, içeri girdiğimde benden daha yaşlı hakime hanım bana görevli olduğunu fakat hasta olduğu için rapor alıp çalışmayacağını söyleyerek çıkıp gitti, odada yalnız kaldım.


—-28 çuval evrak—-


Bütün oda çuvallarla doluydu, saydım 28 çuval vardı. Başbakan Adnan Menderes’in bütün evrakları bu çuvallara konmuştu. Ayrıca kapakları açık, orta boyda iki kasa vardı. Kasaların birinde MİT mensuplarının gönderdiği raporlar bulunuyordu. Diğer kasada Başbakanlık Müsteşarı olan Ahmet Salih Korur beyin tahsisat-ı mesrure (örtülü ödenek) hesaplarını tuttuğu defterler vardı. Bismillah deyip, kasalardaki evrakları teker teker gözden geçirmekle işe başladım. Her gün sabah 08.30’da gelip akşam 21.00’e kadar çalışıyordum. Kendime bir plan yaptım. Her gün bir çuval evrakı bitirmeden eve gitmiyordum. Tek başıma bir aylık çalışmayla incelemeyi tamamladım, ardından derhal Türkeş’e giderek, “gerek şark vilayetlerimizin Ruslara devri, gerekse 25 talebenin öldürülmesi olayları hakkında hiçbir belge ve bulguya rastlamadığımı” bildirdim. Ancak yasama organından bir kısım milletvekiline Başbakanlık Tahkikat Kurulu adı altında yargılama görevi verildiğini hatırlatarak, bunun Anayasa’ya açıkça aykırı olduğunu, Türkiye’de sadece hâkimler tarafından tutuklama kararı verebileceğini ve Cumhurbaşkanı dahil olmak üzere yasama ve yürütme kurullarından herhangi bir kimseye yargı yetkisi verilmesinin Anayasa’ya aykırı olduğunu bildirdim.


——Yassıada ziyareti—


Tekrar Ankara hâkimi olarak göreve devam ettim. Herkes tarafından bilindiği üzere, Yassıada mahkemeleri bir yıl kadar sürdükten sonra, bütün Demokrat Parti milletvekilleri (Milli Savunma Bakanı Şem’i Ergin hariç) çeşitli cezalara mahkum oldu, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatih Rüşdü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan  dâhil 15 kişi idama mahkum edildi. Menderes, Zorlu ve Polatkan İmralı Adasında asıldı, kalan 12 kişinin cezaları Milli Birlik Komitesi tarafından müebbet ağır hapse çevrildi, Kayseri’de özel bir cezaevinde tutuldular. Ben arkadaşım olan 45 milletvekilini ziyaret için Kayseri’ye gitmeye karar verdim, bu durumu Adalet Bakanı  Sahir Kurutluoğlu’na bildirdim. O da bana, “tabii gidebilirsin, iyi dost olduğunun bir kanıtıdır” dedi. Kardeş kadar yakınım olan Doğan Tümay’ın arabasıyla şafak vakti yanımıza kahve ve sigara paketleri alarak Kayseri’ye yola çıktık, öğleden evvel cezaevine vardık. Cezaevinin savcısına durumu anlattım, o Haymana savcısı iken beni tanıdığını söyledi ve önce ömür boyu ağır hapse mahkûm olan arkadaşımı odasına çağırtarak odayı bize bıraktı. Sınıf arkadaşım Kütahyalı Kemal Özer’le ağlayarak birbirimize sarıldık.

Adalet Bakanlığı’nda müsteşarlık yapmış olan Kastamonu milletvekili Hadi Tan’ın sözleri ise beni hem ağlattı hem de memnun etti, çünkü bana, “intihara karar verdiğini ve benim ziyaretimle dünya yüzünde insanlık denen kavramın bitmediğini gördüğü için o anda intihardan vazgeçtiğini” söyledi. Tüm öğleden sonra, genel koğuşta diğer 40 arkadaşımı da ziyaret ederek kahve ve sigaraları Kütahyalı İbrahim Germiyanoğlu’na arkadaşlara dağıtması için teslim ettik ve akşam Ankara’ya döndük. İçim  ferahlamıştı.


—İngiliz Hakimler—


Size daha önce İngiliz hocanın konferansını yazmıştım, orada önemli gördüğüm nokta şu oldu; İngilizler hâkimliğe başlayan kişiye Maliye hazinesinin açık bir çekini veriyor. Bu husus İngiltere’de hâkimlere rüşvet teklif etmenin kesin olarak önüne geçiyor, çünkü hiçbir rüşvetin tutarı, hazine parasından fazla olamaz. İngiliz halkı bunu bildiğinden kafalarında herhangi bir soru işareti bulunmadan mahkemelere çıkabiliyor. Şu da bir gerçek ki uzun yıllardan beri açık çeki kullanan bir tek hâkim bile olmamış ama bütün dünya İngiltere’de mahkemelerin adil, tarafsız ve doğru kararlar verdiğine inanarak milletlerarası anlaşmalarında yargı mercii olarak İngiltere mahkemelerini görevli olarak kabul ediyor. 

Şimdi, siz muhterem siyasetçi kardeşlerim Türkiye Cumhuriyetinin mahkemelerinin böyle adil olmasını istemez misiniz? Hepinizin “bunu tabii isteriz” dediğini duyar gibi oluyorum. O halde gereğini yapınız.

 

—Menderes’in varlığı azalmıştı—


Şimdi size kişisel düşüncemi açıklamak istiyorum. 

Adnan Menderes “Anayasayı İhlal” suçundan asılmıştı. Benim Ankara’da 1947 yılından itibaren hakim olarak  geçirdiğim dönemde, Menderes’in on yıllık Başbakanlık döneminde çok olumlu işler yaptığını bizzat biliyorum. Türkiye’deki 2-3 çimento fabrikasının sayısı  27’ye çıkmıştı, 2-3 şeker fabrikası da 28’e. Köylünün çıplak ayaklarına lastik ayakkabı geçirilmişti. Köylerde okullar kurulmuş,  bütün Türkiye’de köy yolları ve ana yollar yapılmıştı. Adnan Menderes’in zimmetine geçirdiği bir para yoktu ve hatta çiftliğinin başında olmadığından mamelekinde (mal varlığında) azalma bile vardı. Bu durumda ben hâkim olarak, idam cezası vermeye “Anayasa İhlalinin sabit olması” nedeniyle mecbur olunduğundan, vicdanen, bir siyasetçi olan başbakanın asılma cezasının yukarda yazdığım hususlar tahfif (hafifletici) sebebi kabul edilerek “cezanın müebbet hapse çevrilmesine” karar verirdim ve evime gidip gece rahat bir uyku çekerdim.


—İyi müslümanlar azınlıkta—


Muhterem kardeşlerim, dünyada yaşayan tüm insanlar çok iyi, iyi ve az iyi olarak üçe ayrılabilir, onun gibi tamamına yakın kısmı Müslüman olan halkımız da böyledir. Maalesef çok iyi Müslümanlar azınlıktadır. Bugün tarafsız bir gözle bakıldığında dünya yüzündeki en kemale ermiş olan dinin müslümanlık olduğu görülmektedir ancak diğer dinlerde de görüldüğü üzere zamanla müslümanlık bazı din tacirleri tarafından saptırılmış ve bunlar şahsi çıkarlarını öne alarak cahil müslümanları aldatmıştır. Müslümanlığın yolu, sirat-ı müstakimdir (doğru yol.) Müslümanlıkta bir tek yol varken çeşitli yollara saptırmak gerçek müslümanlığa aykırıdır. Hz. Muhammed (S.A.V.) dışında başka bir gerçek din adamı şeyh, şıh, tarikat yoktur. Bunlar sapkın din adamları tarafından uydurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Paşa bütün sahte din adamlarının ortadan kalkmasını temin eden hem en büyük Müslüman hem de en büyük din adamıdır. Sizler, Türkiye’nin en yetişkin en kıymetli insanları olarak, biliyorsunuz ki bir memleketin iyi yaşaması ve başka ülkelere muhtaç olmaması için, önce yurtta sulh cihanda sulh ilkesinin uygulanması gerekir. Türkiye’miz konumu itibariyle cennet bir vatandır, hepimiz bunun kıymetini bilmeliyiz. Hayatta en hakiki mürşit ilim olduğuna göre, bunu gözden çıkarmadan Tanrı’nın bir fabrika gibi memleketimize lütfettiği toprakları ekip biçmek ve hayvancılığı geliştirmekle başka devletlere muhtaç olmadan rahat ve huzurlu bir yaşam sürebiliriz. Memleketimiz, üç tarafı denizlerle çevrili ve dördüncü tarafı da büyük Van Gölü ile yaratılmış, ırmakları ve mutedil havasıyla dünya yüzünün cennetidir. Hepimizin bir tek amacı,  memleketimizin medeniyet seviyesinin yükseltilmesidir. Onun için birlikte ve beraber olarak var gücümüzle çalışmalıyız. Türk milleti çalışkandır, Türk milleti asildir, birlik ve beraberlikle bütün güçlüklerin üstesinden gelecektir.


Emekli Hakim İsmet Köker.






—Köker’in dilinden yaşamı—-


1943 yılında ilk talebelerinden biri olarak girip yatılı okuduğum Ankara Hukuk Fakültesinden 1 Temmuz 1947 tarihinde mezun olduğum gün, Ankara Adliyesinde hâkim adayı olarak işe başladım. Bir yıl sonra yedek subay okulunda altı ay okuyup, 1948’de askeri hâkim olarak Çorlu 2. Süvari Tümeninde görev yapıp, tekrar Ankara’ya dönerek , Yargıtay 4. Ceza Dairesinde stajyer hâkim raportörlüğe tayin edildim. 1950 sonlarında kura ile Kemaliye (Eğin) savcılığına, 1951’de de Kütahya’ya hâkim olarak giderek 1954 1 Nisan günü Ankara’ya atandım. Mahkemelerde ve Yargıtayda görev yaparak 65 yaşımda 14 Şubat 1990’da emekli oldum. O günden beri 30 yılı geçen bir süre hiç avukatlık da yapmadan emekli maaşımla bugüne kadar geldim. Rahmetlik babam, Mehmet Bedrettin Köker, Osmanlı Devletinin son zamanlarında mabeyinde Sadrazam Mühürdarbaşı olarak çalışan Hasan Tayyar beyin oğluydu. Küçük yaşta babasını kaybedince dayısı Fevzi bey onu Kabataş Lisesi’nde ve daha sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okutmuş. Babam aynı zamanda Siyasal Bilgiler’den de şahadetname almıştı. Annemin babası da Osmanlı’da kaymakamlıklar yapmış ve Rodos mutassarıflığına  atanıp görevine giderken yolda vefat etmiş ve annem küçük yaşında İstanbul Maarif Müdürü olan halasının eşi tarafından yatılı olarak verildiği Dârülmuallimât’ta (Kız Öğretmen Okulu) okumuştu. Babamın Cumhuriyet Savcısı olarak bulunduğu Tavşanlı ilçesinde ben 14 Şubat 1925 tarihinde doğmuşum. Annemden duyduğuma göre, 40 yıllık ebe hanım binlerce doğum içinde böyle bir duvakla doğan ikinci çocuk olduğumu, benim hayat boyu iyi  insan olarak yaşayıp, herkese iyilik edeceğimi söylemiş. Bu laflar ömür boyu bende olumlu bir etki yarattı. Gerçekten de bugüne kadar kimseye bilerek bir kötülük yapmadığım gibi, muhtaç olanlara iyilik yapmaktan geri durmadım ve karşılığında Allah bana çok az kula nasip olacak şekilde sıhhat, afiyet ve huzurlu bir yaşam verdi. Yargı erkinin hemen hemen her bölümünde hâkimlik yaptığım için arkadaşlarım, avukatlık yapmamı önerdiler. Avukatlık mesleğinin en güç ve stresli bir iş olduğunu çok iyi bildiğimden ve babam gibi parayla pulla ilişkim olmadığından emekli olarak huzurlu bir yaşam sürdüm. 1935 senesinde, Temyiz Mahkemesi (Yargıtay) Eskişehir’den Ankara’ya Bakanlıklar’da yeni yapılan binasına taşındı. Ailemiz bu nedenle Ankara’ya gelip yerleşti. O tarihten bugüne kadar, 3-5 sene dışında ömrüm Ankara’da geçti. İlk-orta-lise-üniversiteyi hep Ankara’da okudum. 42 yıl süren hakimliğimin 38 yılını Ankara’da geçirdim. Sanıyorum ki, Türkiye’de benim kadar çok hâkim, savcı, milletvekili arkadaşı olan insan çok azdır ama Konfüçyüs’ün ruhuna Fatiha, uzun yaşamanın faydaları olduğu gibi bazı mahsurları da oluyor çünkü çok sevdiğim fakülte arkadaşlarımdan, (ki onlar Türkiye Cumhuriyeti’nde çok iyi hocalardan ders almış en iyi hukukçulardı) bugün hiçbiri hayatta değil. Yani her şeyin vasatı iyidir diyen Konfüçyüs ve insanlara ifrat ve tefritten sakının diyen Tevrat, İncil ve Kuran’ın ne kadar güzel ve yerinde tespitte bulunduğunu akıldan çıkarmamak lazım.


Cuma, Şubat 11, 2022

Cumhuriyetin Savcısı Kanadoğlu İle söyleşi



Ufukta görünen seçimlerle ilgili olarak “Cumhuriyetin Savcısı Sabih Kanadoğlu”na aklımızdakileri sorduk, net yanıtlar aldık. Anayasanın 101. Maddesinin çok açık olduğunu, Recep Tayyip Erdoğan’ın 3. Kez  Cumhurbaşkanı olamayacağını vurgulayan Kanadoğlu, “Adaylık başvurusu yapabilir. Ancak YSK anayasaya aykırı bir karar alırsa seçimi gayrimeşru kılar” dedi. Erdoğan’ın yıllardır “kuşkulu” açıklamalarla geçiştirilen “diploma” konusunu sorduğumuz Onursal Başsavcı, “Diploma saklanacak, gizlenecek bir şey midir? Kaç yıldır bu mesele çözülemedi, elinizde varsa gösterirsiniz” diye konuştu. Laik Türkiye Cumhuriyetinde Nass Suresine bakılıp karar alınabilir mi” sorumuza ise Başsavcı, “Dinin siyasete alet edilmesidir” yanıtını verdi.

Cumhuriyetin Savcısı Kanadoğlu’na  CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun “Ben, elektrik faturamı ödemeyeceğim” çıkışını da sorduk, yanıtı, “Sivil itaatsizlikle sonuç alınabileceğini sanmıyorum, vatandaşların benzer tutum sergileme ihtimali ben korkutuyor, kişisel düşünsünler”oldu.


——Özlenen Türkiye——


SORU: Adalet ve Hukuk yokluğundan anlaşılan o ki, tüm dünya şikayetçi, hatta bir Alman atasözünde -Eşitlik isteyen mezarlığa gitsin- bile denilmiş, acaba siz bugünü ve ülkemizdeki durumu nasıl görüyorsunuz?   


KANADOĞLU: Hukuk ve adaletle ilgili sözler bana özlenen Türkiye’yi anımsatıyor. Bugün ihtiyacımız olan, özlemini duyduğumuz çok açık adalet duygusu, hak, hukuk ve maalesef Türkiye’de peşine düştüğümüz, olmasını arzu ettiğimiz düzen.


SORU: Son günlerden iki örnek. Bir Cumhurbaşkanlığı Genelgesinde, “genel ahlak, manevi değerler” gibi kavramlardan yola çıkılarak basın ve medyaya yeni kısıtlamalar getirilebileceği vurgulandı. Ayrıca RTÜK’ün uluslararası haber sitelerine lisans başvurusu yapmaları için 72 saatlik süre tanıdığına ilişkin düzenleme de açıklandı. Basına konulan bu engeller sizce halkın olayları görememesine yol açmıyor mu? Basın özgürlüğü var mı sizce?


KANADOĞLU: Kâğıt üzerinde anayasal devlet olarak Türkiye’de basın özgürlüğünün var olduğu kabul edilebilir. Fakat uygulamada basın özgürlüğü yoktur. Anayasası uygulanmayan bir ülkenin anayasal devlet olması mümkün değil. Son gelişmelerle her gün yeni bir ihlal görerek hem basının özgür olmadığını hem de halkımızın haber alma özgürlüğünün ortadan kaldırıldığını görmek mümkün. Hiçbir ülkede cumhurbaşkanlığı genelgesi gibi bir genelgeye rastlamak mümkün değil, böyle genelge çıkaran bir idarenin halk tarafından tepki alması ve iktidarda kalması olanak dışıdır. Ama Türkiye’de geldiğimiz nokta budur. İletişim Başkanlığı marifetiyle basının nasıl baskı altına alındığı ortadadır. Türkiye sözde demokratik bir ülke ama basın özgürlüğü itibariyle gerçekten halkın haber alma özgürlüğünün elinden alındığı ve basının tam bir baskı içinde olduğu açık. Kaldı ki uluslararası basın örgütlerinin yaptığı araştırmalarda son sıralarda yer almamız da Türkiye için utanç verici bir durumdur. Demokratik özgür bir ülke olacaksak eğer işe basından başlamamız gerekiyor.


—erişim engelleri———


SORU: Gazeteciler Cemiyetinin aylık-yıllık yayımlanan ve Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğü ortamını yansıtan “Özgürlük için Basın Projesi Raporları” hakkında size bilgi vermek isterim. Kağıt üzerindeki basın özgürlüğü, Sulh Hukuk Mahkemelerine yapılan başvurularla hemen, -habere erişimi yasaklama- ile sonuçlandırılıyor, hatta erişim engeli kararına ilişkin haberler de engelleniyor, bununla da kalınmıyor ve haber linkleri geriye dönük olarak da sildiriliyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?


KANADOĞLU: 66 yıl önce üniversitede eğitim görürken, idare hukuku hocamız Prof. Dr. Ragıp Sarıca, açılış dersine cüppeyle değil, ceketiyle gelmiş ve basın üzerindeki sansüre dikkat çekmek istediği için cüppeyi giymediğini ifade etmişti. 66 yıl önceki bu olay Türkiye Cumhuriyetinde demokrasinin geçirdiği macerayı hatırlatıyor. Türkiye’de basın özgürlüğü konusu sadece bugünün sorunu değil, basın, idare tarafından devamlı olarak tehlike olarak görüldüğü için her dönem farklı baskı yollarıyla kontrol altına alınmaya çalışıldı. Toplum olarak demokrasiyi özümseyemedik. Bu durum nasıl düzelir? Herhalde bu idarenin, yönetimin değişmesiyle ancak mümkün olur.


SORU: Sadece basın değil vatandaşlar da Cumhurbaşkanına hakaret gerekçeli davalarla baskı altında değil mi? Meslektaşımız Sedef Kabaş bu suçlamayla günlerdir tutuklu, vatandaşlara ise yüz binin üzerinde dava açıldı? 


KANADOĞLU: Anayasadaki çelişkilere bakmak lazım. Tarafsız olacağına dair yemin eden ancak partiyle ilişkisi kesilmeyen bir cumhurbaşkanımız var. Böyle bir durumda TCK 299’uncu maddesindeki ‘cumhurbaşkanına hakaret’ ileri sürülemez. Cumhurbaşkanına iki şapka vereceksiniz biri parti genel başkanı diğeri cumhurbaşkanı. Kendisi istediği gibi görüşlerini açıklama, eleştiri yapma imkanına sahip, ancak eleştirilerine cevap verilince cumhurbaşkanına hakaret şapkasıyla bu maddeyi yürürlüğe koyuyor. Tarafsız bir cumhurbaşkanı için bu makul karşılanabilir ama siyasetin içindeki bir cumhurbaşkanına hakaret, ayrıca korumaya ihtiyacı olan bir makam değil. Yargı bağımsız değilse, üzerinde siyasi iktidarın etkisi varsa, işte o zaman cumhurbaşkanına hakaret diye önüne gelen her olayda -cumhurbaşkanı ne ister?-diye düşünen bir hâkim grubu görürsünüz. Bu, Adalet Bakanlığı’nın iznine bağlı bir suçtur fakat o da bu görevini cumhurbaşkanının takdir edeceği bir şekilde kullanırsa ortaya çıkacak olan manzara budur.


—İstanbul Sözleşmesi———


SORU: Cumhurbaşkanının İstanbul Sözleşmesini bir gecede kararname ile kaldırması nasıl değerlendirilebilir? Her gün kadınların uğradığı şiddet ve ölümler karşısında, -keşke sözleşmenin öngördüğü önlemler alınabilseydi- diye düşünülenler var.


KANADOĞLU: Bunun hesabı 40 milyon Türk kadınına verilmelidir. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak kadın cinayetleri artırdı veya artırmadı demek veya bunun kontrolünü yapmak güç. Ama şu bir gerçek ki, kadınları koruyan bir sözleşmenin dışına çıkmak bu alanda suç işlenmesinin daha kolay olabileceği intibaını vermiş olabilir. Kadınları koruyan bir şemsiye açılmışken, kapandı. Kabul edilebilir bir olay değil. Kanunla kabul edilmiş bir uluslararası sözleşmedir, üstelik de İstanbul’da imzalanmıştır, siz bir kararnameyle bunu  kaldırıyorsunuz, anayasaya aykırılık durumu var.


——ekonomiye Nass ayarı—


SORU: Laik bir ülkede -Ben faize karşıyım, Nass Suresine göre hareket ederim- diyen Cumhurbaşkanı nasıl değerlendirilebilir?


KANADOĞLU: Dinin siyasete alet edilmesi durumu. Kendisi Nass’a uymamakla beraber söylediği sözün boşa çıkmasını kanıtladı. -Nass öyle diyor ben ne yapayım- dedikten sonra faizler durmadan arttı, kendi sözünün bumerang gibi gelip kendisini vurduktan sonra inşallah bir daha dini siyasete alet etme yoluna gitmez.


SORU: Yaşanan hayat pahalılığı büyük sıkıntı yaratıyor, doğal gaz elektrik faturalarındaki rekor artış CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu bile bunaltmış ki, elektrik faturasını ödemeyeceğini açıkladı? 


KANADOĞLU: Hayat pahalılığını konuştuğumuz bugünlerde -cumhurbaşkanlığına tekrar aday olur mu? konusunu da tartışıyoruz veya tartışmayı bu yöne çekme çabaları var. Bunlara uymamak lazım. Ana muhalefet lideri ise bu çerçevede sivil itaatsizlik hakkını kullanacağını belirtti ancak parti sempatizanlarının da benzer tutum sergileme ihtimali beni korkutuyor. Sivil itaatsizlik yoluyla netice almanın olanak sağlayacağını sanmıyorum. Yurttaşlarımızın bu şekilde genel başkanın giriştiği sivil itaatsizliği kişisel olarak düşünmelerini isterim. 


SORU: CHP lideri aynı zamanda  Erdoğan’ın 3. Kez aday olmasının sorun yaratmayacağını da söyledi?


KANADOĞLU: Keşke demeseydi, -anayasaya göre üçüncü kez aday olamaz, yüksek seçim kurulu bu yönde karar verirse seçim gayri meşru olur- deseydi dava biterdi.


——-10 milyon göçmen—-


SORU: Komşularımızda dramatik gelişmeler yaşanıyor, ama Türkiye’ye gelen düzensiz göçmen sayısını 10 milyon olarak tahmin edenler var. Seçimler yaklaşırken siz Anayasadaki Türk vatandaşı tanımı ile Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün -Birlikte acı çekmiş, birlikte sevinmiş, ortak bir tarihe sahip, gelecekte beraber yaşama amacında olan insan topluluğu milleti oluşturur- şeklindeki sübjektif milliyet anlayışını dikkate alarak neler söylersiniz? 


KANADOĞLU:  Anayasa 66’ncı maddedeki Türk tanımı değişti, 250 bin TL veren her insan Türktür. TC vatandaşlığına getirilen kişilerin adını, adedini bilmemekle beraber seçmen olup olmayacaklarını veya bunun seçimlerde nasıl kullanılacağını da bilmiyoruz, yanlışlık burada başlıyor. Muhalefet partilerinde de egemen olan düşünce, sandığa sahip çıkmak, fakat bu tek başına seçimin güvenliğini sağlamaz. Seçimin adil, dürüst, eşit olabilmesi için bakmamız gerekilen şey, sandığa atılan oydan önceki dönemdir. Seçim güvenliği Türk vatandaşı yapılmış kişilerin seçmenliğiyle de ilgilidir. Prensiplerin İçişleri Bakanlığı’na bağlı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün elinde olması, seçim sonuçlarının birleştirilmesinin Adalet Bakanlığı’na bağlı UYAP’ta çözülmesi, Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarıyla beraber düşünüldüğünde, aslında bizim için erken seçim bir  kurtuluştur. Ancak erken seçimin gerçek biçimiyle adil ve dürüst olmasını sağlayacak olan şey seçim güvenliğidir. Bunu nasıl sağlayacağımızı bugünden planlayıp hazırlamak gerekiyor.” 


——Cumhurbaşkanının 3. adaylığı—


SORU: Cumhurbaşkanı seçilmenin şartlarından biri de yüksek okul mezunu olmak. Peki adayların bu durumunu biz öğrenemeyecek miyiz? Belgeleri, diplomaları  YSK’da mı saklanacak? Kamuoyuna açıklanmayacak mı?


KANADOĞLU: Eğer elinizde varsa gösterirsiniz, bugüne kadar birbiriyle çelişen, aslı olmayan diploma örnekleri öne sürüldü, Yüksek Seçim Kurulu’nun bunları incelemesi lazım. Kamuoyunda var olan birtakım kuşkuların giderilmesi gerekiyor. Bu tartışma konusu olacak bir iş midir? Anlamak mümkün değil. Saklanacak, gizlenecek bir olay olmaması gerekirken kaç yıldır gündeme gelen çözülemediği ileri sürülen bir konu, çözülmesinde yarar var. Tekrar bunun gündeme getirilmesinin yeni mağduriyete yol açmasından endişe ederim. Demokratik, çağdaş bir ülkede böyle bir konunun tartışılması herhalde hayretler içinde karşılanacak bir şey. 


SORU: Cumhurbaşkanı 3. kez seçilebilir mi? Anayasanın 101. Maddesinin bunu mümkün kıldığını söyleyenler var?


KANADOĞLU: Üçüncü kez cumhurbaşkanı olma konusunda Anayasada bazı değişiklikler yapabilirsiniz. Bu değişiklikler içerisinde dört yılı beşe çıkarabilirsiniz ama bunu yapmanız ikinci fıkradaki durumu değiştirmez. Bir maddenin belirli fıkralarında yapılan değişiklik, bütün maddenin değiştiği anlamına gelmez. Meclis başkanı buna dayanarak -madde bütünü itibariyle değişti- diyor fakat durum değişmez. Değiştirilmeyen fıkra, o hükmü olduğu gibi tekrar uygulanacak bir hüküm olarak taşır ve yeni bir madde, yeni bir rejim sistemi getirmez, bu çok açık. Adaylığını koyabilir, çünkü herkesin anayasayı yorum yetkisi vardır. Başvurusunu yapabilir, bu, Yüksek Seçim Kurulu’na gider. Anayasada hüküm çok açık. Yüksek Seçim Kurulu’nun vermiş olacağı anayasaya aykırı bir karar, yapılmış seçimi gayri meşru bir hale getirir.  Şimdiden bu kararın sonuçlarının ne olacağının düşünülmesinde yarar var. Aslında Yüksek Seçim Kurulu kararlarının başka bir denetimden geçmesinde büyük bir yarar olacak, anayasa değişikliği yapılacaksa ilk yapılacak şeylerden biri de bu olmalı


SORU: Sizin Cumhurbaşkanı seçimi için bir makalenizde ortaya attığınız 367 oy formülü zaman içinde çok tartışıldı, eleştirenler çok oldu? Ne dersiniz?



KANADOĞLU: Toplantı sayısı olduğunu düşündüğüm için,- 367 ile eğer toplanabilirseniz o zaman üçte ikiyi arayabilirsiniz, ama eğer 367 kişi yoksa üçte iki hükmünü neden koydunuz ki?- Ana fikriyle yazdığım bu makale, cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yani bu dönemin başlangıcı oldu. Bu sadece benim görüşüm olarak kalmadı, buna Türkiye’nin çoğunlukta kalan anayasa hukukçuları da katıldı, bir kısmı karşı çıktı. Anayasa Mahkemesi de 11’e 9  oy ile -toplantı karar sayısıdır bu ve bu toplantı 367 kişi gelmediği için yapılmadı- kararını verdi. Bunu görüş olarak ortaya attım, ana muhalefet, kamuoyu ve Yüksek Mahkeme kabul etti, ama fatura bana kesildi. Bugünkü iktidarın bu hale gelmesinin müsebbibi tek başına ben değilim herhalde, buna oy veren vatandaşlar, halkı aydınlatamayan ana muhalefet, demokrasiyi özümseyememiş toplum da düşünsün. Her toplum layık olduğu yönetimle yönetilir sözünde olduğu gibi.


SORU: Efendim yıllarınız mücadele içinde geçti, Siirt’te Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığına karşı çıkmanızdan bu yana… Kendinizi hiç yalnız hissettiniz mi?


KANADOĞLU: Kendi düşünceme inanıyorsam, yalnız da kalsam inanmaya devam ederim. Yanlış olduğunu kabul etsem, -yanlıştır- derdim. Fakat Siirt Seçimi diye sordunuz, Türkiye’nin kaderi zaten orada değişti. Genç Parti, Hasan Celal Güzel’in partisini satın aldı, amblemini, ismini hatta genel başkanını değiştirerek seçime girdi, yüzde 7.25 oy aldı. Aslında seçime girme yeterliliği yoktu. HADEP de seçime girme yeterliliğine sahip değildi. Bu iki partinin seçime girmesiyle DYP ve MHP barajın altında kaldı ve aslında Türkiye’yi yönetmeye hiç de hazır olmayan AKP, 20 Ağustos’ta kurulup 3 Kasım’da iktidara üstelik de yüzde 64 ile geliverdi. Bunlar YSK sayesinde yaşandı, kendisi rüyasında görse inanamazdı. Yani hukuka karşı hilenin daha doğrusu hukuku arkadan dolanmanın daniskası yaşandı…


SORU: -Ben AHİM’i tanımam, Anayasa Mahkemesi Kararlarını tanımam- diyen bir Cumhurbaşkanı eğer Anayasayı ihlal ediyorsa, buna karşı yapılabilecek bir şey yok mudur?


KANADOĞLU: İktidar değişir, hesabı sorulur. Bunu yapacak olan yargıdır.  



Sabih Kanadoğlu kimdir?


1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu.

Burhaniye hakim adayı olarak mesleğe başlamış; sırasıyla Orhaneli ve Erzurum Cumhuriyet Savcılığı, Bingöl Sulh Hakimliği, Tokat ve Kırşehir Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, İzmir Ceza Hakimliği ve Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi ile Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlıkları görevlerinde bulundu. 19 Temmuz 1984 tarihinde Yargıtay üyeliğine seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu tarafından ilki 26 Aralık 1994 tarihinde, ikincisi de 28 Aralık 1998 tarihinde olmak üzere iki kez Yargıtay 11. Ceza Dairesi Başkanlığına seçildi. Yargıtay Büyük Genel Kurulu tarafından gösterilen adaylar arasından 21 Ocak 2001 tarihinde Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına atandı. 20 Mayıs 2003 tarihinde yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrıldı.

2006 yılında YARSAV'ın kurucuları arasında yer aldı.[1] 26 Mayıs 2012 tarihinde Türk Hukuk Kurumu Başkanlığına seçildi.

Evli ve üç çocuk babasıdır.


Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Hukuku, Alaturka Demokrasi ve Unuttuk adlı üç eseri ve çeşitli yerlerde yayımlanmış makaleleri vardır.






 





Salı, Şubat 08, 2022

Lafla, yasaklarla yürütülen peynir gemisi




Ispartalıların elektrik kesintisi yüzünden günlerdir çektiği eziyeti izlerken siz neler hissettiniz, aynı sıkıntıyı yaşamadınız mı?


Aklınıza hemen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerdeki “Sizin hayatınızda mum vardı, gaz lambası vardı”  sözü gelmedi mi? Belki de  Ispartalıları düşünüp acı acı gülümsediniz.

Peki 31 Mart 2015 günü yaşanan ve bütün ülkeyi saatlerce karanlığa boğan elektrik kesintisini hatırlıyor musunuz? O gün de tüm ülkede  metrosundan tramvayına, trafik lambalarından cep telefonlarına kadar her şey susmuştu da kesintinin nedeni dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu tarafından “terör saldırısı” ihtimaline bağlanmıştı. O teröristler kimdi acaba? 6 yıldır yakalanamadılar da mı Isparta’yı da karanlığa mahkum ettiler?

Yöneticilerimizin tutumu malum, işler düzgün gittiği zaman başarı hep onların, kötü gittiği zaman ise her zaman “dış güçlerin”dir. Üstelik bunun hesabını da kimse kolay kolay soramaz…

Lafla geçiştirilir olaylar, mesela Isparta’nın AKP’li Belediye Başkanı Şükrü Başdeğirmen’in dediği gibi:

“Elektrik kesintisinden başka bir sıkıntımız yok. Aslında ortada çok büyük bir afet olmamasına rağmen bakanlarımızın buraya kadar gelmesi bizleri güçlendirdi. Bize verilen önemi, insana verilen saygıyı ve sevgiyi gösteren bir dirilişti bu. Bundan dolayı da devletimizin bu birimlerine çok teşekkür ediyoruz. Vatandaşımız şunu bilsinki devletimiz çok güçlü. Allah’ın izniyle her türlü sıkıntıyı aşabilecek güçteyiz.” (*)

-Be hey başkan, günlerdir millet karanlıkta, ısınamadılar,  yemek yapamadılar, yıkanamadılar, dünyayla iletişimleri kesildi, haberleri izleyemediler, daha ne olmalıydı ortada büyük afet olması için? Diye  kendisine sorulabildi mi?

Devlet büyüklerinin “saygı ve sevgi göstermek üzere” Ispartaya gidişi neye yaradı? Büyüklerimiz halkın çektiği eziyeti sinema seyircisi gibi izlemenin ve dayanışma nutukları vermenin ötesinde Ispartalılar için ne yaptılar?

——yasaklar—

İşin ilginç yanı günlerdir yaşanan bu eziyetin “her şeyi güllük gülistanlık gösteren” medyada “tek satır” bile yer almamasıydı.

Zaten AKP yönetiminin işler kötüye gittiği sırada ısrarla başvurduğu en önemli taktik bu değil miydi?

-Gazeteciler gözaltına alınsın, tutuklansın, tutuklu yargılansın, haber yapamaz olsunlar. Buna rağmen yolsuzluklar, kanunsuzluklar, ihmallerle ilgili haber yaptılarsa hemen mahkemeye başvurulsun, haberlerine yasak getirilsin, hatta o mahkemeler karar alıp söz konusu haberlerin linklerini de geçmişe dönük olarak sildirsinler. “128 milyar dolar nerede?” filan gibi afişler indirilsin. Üniversite öğrencilerinin, öğretim üyelerinin protestoları engellensin. Hükümette çatlak filan olmaz,  istifa eden bakan damat Berat Albayrak bile olsa (!)  haber 72 saat duyurulmasın. Muhalefet partilerinin sözcülerinin meclis kürsüsünde yaptıkları konuşmalar, yasama dokunulmazlığına filan boş verilip soruşturulsun, gerekirse milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılsın, hepsi susturulsun, hatta partileri kapatılsın. Bütün bunlara rağmen görüntüyü biraz kurtarmak için gazetecilerin ellerine soru tutuşturulsun, bakanlara filan sorsunlar, prompter vasıtasıyla önceden hazırlanan cevaplarla gün geçiştirilsin…”   

İnanmıyor musunuz? Gazeteciler Cemiyetinin Özgürlük için Basın grubunun 2021 yılına ilişkin raporuna bir göz atın yeter. (**)

Ben bu işin sonunu çok merak ediyorum doğrusu. Bakalım lafla ve yasaklarla bu peynir gemisi nereye kadar yürütülebilecek?

(*) https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/isparta-belediye-baskani-sukru-basdegirmen-konustu-bu-2-3-gunluk-sikinti-bizleri-rahatsiz-etmedi-1905538

(**) https://gc-tr.org/gazeteciler-cemiyeti-2021-yili-oib-raporu-aciklandi/






 

Ata’nın Kolibası

Geçenlerde yolum Söğütözü’ne düştü, pek çok bakanlığın, resmi kurumun, AKP ve CHP genel merkezinin hatta büyük alışveriş merkezlerinin bulun...