Bu Blogda Ara

Pazar, Nisan 07, 2024

Poem for an Armenian girl

 



There are some unforgettable moments in people’s lives. If I asked you now, I’m sure you’d be able to tell me some unique stories, wouldn’t you?

I would be. Last night was one of them. The New Anatolian’s Editor In Chief Mete Belovacikli and I were with Rahsan and Bulent Ecevit in the library of their home in Oran. The highest parts of Cankaya were covered in snow and there was a freezing wind blowing outside, but we four enjoyed an incredibly warm talk.

First let me share a verse from a poem which Rahsan Hanim read for us,

Purple violets in the gardens,

Ahchek, you’ve made me crazy for you,

May you become Muslim,

Or shall I became Armenian? (*)

Rahsan Hanim added:

“The poem was written years ago by a village boy in a Turkish town for an Armenian girl named Ahchek. Can you imagine what relations between Turks and Armenians were like at the time?”

At that moment I remembered that Bulent Ecevit during his last premiership (1999-2002), with Mumtaz Soysal as foreign minister, took several initiatives to ease relations with Yerevan, and commented:

“Armenia is faced by incredible difficulties and poverty. I’ve seen this with my own eyes. There’s a line a kilometer long in front of the U.S. Embassy all the time, and I’ve been told that every day 20 families abandon Armenia to try and emigrate to other countries. So if we tried to help them financially and, for example, allowed them to visit Agri and made it easier for them to visit Mt. Ararat, opening the border gate with the country, would we lose anything?”

Armenians buying Turkish land

Of course everyone is aware of the efforts by the Armenian diaspora, but I meant relations with Armenian people living in Armenia who are really suffering.

Ecevit didn’t want to comment directly on the issue but Rahsan Hanim referred to recent land purchases by foreigners in sensitive areas of Turkey, and said:

“Apparently Greeks are collectively purchasing land along the Aegean, the Jews are doing the same in the Southeastern Anatolia Project [GAP] area, and there’s speculation that land in the east is being collectively bought by Armenians.”

I replied that I’d worked very hard on that story but that it’s been denied by state officials. She replied that such transactions are carried out using different names and in collaboration with some Turkish citizens.

Under Ecevit’s premiership

But then Bulent Ecevit shared some memories with us:

“Years ago, when we were young, we [he and Rahsan Hanim] spent a few months in the U.S. We were in Watertown. After a while some of our friends told us that there were some Armenian grocery stores in the area and that if we ever hankered after Turkish food, we could buy some specialities there. So once we went to one. The owner was an old lady. There were all kinds of delicacies on the shelves, like ‘pastirma’ [pastrami], ‘sucuk’ [Turkish sausage] and there was even white cheese. While we were trying to choose, she said that we didn’t look American and eventually realized that we were Turkish. First she expressed all her prejudices towards Turks and Turkey, but then we became good friends. Three months later, when we said goodbye, she hugged us and burst into tears.”

Ecevit also shared another memory with us. After the Cyprus Peace Operation (1974), which then Premier Ecevit ordered, he organized a tour in the U.S. to explain the Turkish position to several different platforms. During one of his speeches hundreds of Armenians gathered outside the conference room and protested Turkey. He explained:

“They were carrying banners and shouting slogans against us but in front of the protestors, I noticed a handsome young man. He was also carrying a protest banner but once we looked into each others’ eyes, he shouted at me in Turkish, ‘May you protect the Armenians of Istanbul; we trust you.”

At that moment I saw tears in Ecevit’s eyes and I felt emotional as well.

All these things show us the real relationship between Turks and Armenians. If the diaspora wasn’t trying to provoke and spread hatred among the two peoples, things would definitely be a great deal better than now and of course the Armenians in Armenia would be a lot happier.

(*) Bahcelerde mor meni [menekse],

Ahcik, deli ettin sen beni,

Ya sen Islam ol Ahcik,

Ya ben olam Ermeni. 

Perşembe, Nisan 04, 2024

İnanoğlu çifti ile adada mahsur kalışımız



1983 yılında, yani ilk körfez savaşından çok önce Kuveyt’e, gazeteci olarak bir anlaşma imza töreni için gitmişim, o zamanlar ülkenin en şaşaalı dönemi, petrol kaynaklı bütçeleri sınırsız, “ikinci sınıf” kabul edip beğenmedikleri işlerde çalıştırdıkları Pakistanlı, Filistinli göçmenler dışında , Kuveyt’in “asıl vatandaşları” lüks içinde yaşıyor, ülkenin her yerinde ünlü batılı mimarların parayı su gibi harcadıkları iddialı binalar yükseliyor…


Kuveyt Parlamentosu



Kuveyt Dışişleri Bakanlığının davetlisi olarak gittiğimiz seyahatte çok sevdiğim dostum meslektaşım Ufuk Güldemir’le birlikteyiz, ikili işbirliği anlaşmasına bizden dönemin Savunma Bakanı Haluk Bayülken imza atacak.  Kuveyt Büyükelçimiz ise Kaya Toperi…Seyahatin ilginç bir özelliği daha var, oradaki film festivaline Türkiye’den de bir film katılıyor, “O Kadın” adıyla,  filmin başrolünde Gülşen Bubikoğlu var, yapımcısı eşi Türker İnanoğlu…


Bu gibi seyahatlere gazetecilik dilinde “kebap” denirdi, çünkü  gidilecek yerde  önemli iş güç olmaz, gazete yönetimi muhabirini bir anlamda taltif etmek için öyle bir seyahate göndermiş olurdu.



Sonuçta Kuveyt’e vardık, 1 hafta kalacağız, anlaşma imzalandı, film festivaline de gidip filmi izledik, gala yemeğine katıldık, seyahatin geri kalanında boşuz… Kuveyt Parlamento Binasını gezdik, ünlü kuleleri filan gördük, bir müzeye gittik yapılacaklar bitti…Ufuk’la birlikte fırın gibi sıcak Kuveyt ortamında kendimize iş yaratmaya çalışıyoruz, ben Kaya Toperi’den aldığım tüyolarla haber peşinde koşturuyorum, duyduğuma göre fert başına dünyada en çok Rolls Royce  düşen ülke Kuveyt imiş, ülkenin nüfusu az, milletin parası bol, lüks içinde yaşıyorlar, firmanın teşhir salonuna gidip yetkilileriyle filan konuştum, o iş bitti… Toperi ve zarif eşi beni kimi Kuveytli tanıdıklarının “saray yavrusu” gibi evlerine götürdüler, altın kaplama sehpalarını filan görüp şaşırdım, kuş sütünün eksik kaldığı sofralarda ağırlandık o da bitti…





Derken Kuveyt’te bulunan Türk heyetine bir mesaj ulaştırıldı:


-Yarın sizi tekneyle Failaka Adasına gezmeye götüreceğiz…


-Ooo, ne güzel


Dedik.


Çünkü herkes, özellikle de Ufuk’la ben, yapacak iş olmadığı, korkunç sıcakta gezmek de cazip gelmediği için sıkıntıdan patlıyoruz, her yemekte bol bol koyun eti ikram ediliyor, nedense tuhaf koktuğu için yiyemiyoruz, aç kalıyoruz, kahvaltı dahil, bütün büfelerin baş ikramı olan zeytinyağlı yaprak dolmasından da bıkmışız,  menülerde körfezden çıkan “Hamur” ve “Hürmüz” balıklarından birini  nadiren bulursak ne ala, yiyebiliyoruz… İşte gelen habere bu yüzden sevindik.


Sabahın erken saatlerinde hep birlikte bize tahsis edilen tekneye binip Failaka Adasına vardık… 


Kıyıya çıkınca bir de ne görelim, adada in cin top oynuyor, adanın “yazlıkçıları”  meğer Nisan ayında “su soğuk” diye adaya gidip, evlerini açmaz, denize menize girmez, Kuveyt’teki kışlıklarında vakit geçirirlermiş. Kış dediysem bakmayın, deniz suyu 30 derece ve adalılar buna soğuk diyor. 


Bizim heyeti güneş altında adanın bir kaç yerinde gezdirdiler sonra kıyıda bir kahveye götürüp bıraktılar, baktık, bir kaç masada tavla oynayanlar var, o kadar… Masalarda kuruyemiş yerine haşlanmış kuru bakla içi var, bize de ikram edildi. 


Sandalyemizde öylece oturup sinek avlıyoruz, herkes sıkıldı, Başta Türker İnanoğlu olmak üzere heyet üyeleri söylenmeye başladı, söylenmeler biraz sonra bağırıp çağırmaya, hatta küfür etmeye kadar dönüştü, sonunda rehberimiz demez mi:


-Anladım sıkıldınız ama yapacak bir şey yok, tekne bizi ancak akşam 17.00’de gelip alacak,  başka tekne yok, dönüş imkanı da yok…


Türker İnanoğlu  adamcağızı öyle bir haşladı ki, zavallı rehber neredeyse ağlayacak, bir anda kayboldu ortadan, yarım saat sonra geldi:


-Size dinlenmeniz, televizyon filan seyretmeniz için şimdi iki villa açtırıyoruz, buyrun…


Çaresiz, adamın peşinden gidip o villalara yerleştik. 


Heyetten kimileri dörtlü kurup poker oynamaya başladı, Gülşen Bubikoğlu ile Türker Bey boş bir odaya geçip öğlen uykusuna yattı, biz de elimizde kitaplar, Ufuk’la kah sohbet ettik, kah Ankara’dan gazetecilik dedikodusu paylaştık ama işin doğrusu sıkıntıdan patladık, kuş uçmaz, kervan geçmez adada 12 saat mahzur kalışımızın derdine yandık…



İşte “kebap” diye gidip, sıkıntıdan “sinek avladığımız” bir seyahatin öyküsü…


Türker Beye rahmet dilerken aklımdan bunlar geçti…

Salı, Mart 26, 2024

İrfan Değirmenci’nin adaylığı




Şu “kemikleşmiş oy alışkanlığımız” değil midir bizi mahveden?

Ülkenin kaynaklarını har vurup harman savuranları, bizi yok sayanları, özgürlüğümüzü kısıtlayanları, hesap vermeye tenezzül etmeyenleri, kadın haklarını ilerletmek şurada dursun, kadın cinayetlerine sessiz kalanları bunca zaman başımızda tuttuk da elimize ne geçti?

Onun için diyorum ki artık biraz da “denenmemişi” deneyelim…



İşte size pırıl pırıl bir isim, gazeteci İrfan Değirmenci… Türkiye İşçi Partisinin (TİP) Ankara’nın Çankaya’sına Belediye Başkan adayı…Bugün anlattıklarına biraz kulak verdim, hoşuma gitti, sizle paylaşmak istiyorum:

“Çankaya ilçesinin sınırları içinde yer alan pek çok üniversitede yaklaşık 100 bin öğrenci okumakta... Ekonomik koşullar ortada. İnanır mısınız, geçen gün bir grup üniversiteli gençle buluştum, içlerinden biri bana şunu söyledi:

-Sizden biraz uzak durmaya çalışıyorum çünkü kokuyorum, üstüm başım kokuyor, inanır mısınız? haftalardır çamaşır yıkayamadım, kusuruma bakmayın”

Değirmenci, bunu aktarıp sordu:

-Çankaya Belediyesi bunca gencin güç koşullarda öğrenimini sürdürmeye çalıştığı ortamda en azından üniversitelilerin yoğun yaşadıkları yerleşkelerde çamaşırhaneler kurmayı düşünemez miydi?

Değirmenci bununla yetinmedi, ÇEDES imamlarının muhasarası altındaki okullarla ilgili bir sorusu daha vardı:

-Velilere -çocuğunu ille de imam hatibe ver- baskısı yapılıyor, eğer veli bunu kabul etmezse, önündeki seçenekler sadece uzak semtlerdeki okullar oluyor… Bir yandan da okullara ÇEDES imamları atanıyor. İtiraz edilebiliyor mu? Hayır… Ayrıca bu güç ekonomik koşullarda çocuklara katkı olsun diye okullarda beslenme paketleri dağıtılmak  istendi ama bakanlık karşı çıkınca belediyedeki arkadaşlar hemen geri çekildiler, oysa bunun ille de okulun içinde yapılması gerekmezdi ki,  Çankaya Belediyesi beslenme paketlerini öğrencilere okul dışında veremez miydi? 

Değirmenci, Çankaya Belediyesinin yetki alanında olup yıllardır atıl tutulan spor tesislerinin istense birer sanat merkezine dönüştürülebileceğini dile getirirken Beşevler’deki konservatuvar binasının yıkılıp yerine Diyanet Akademisi yapılmasına neden yeterince tepki konulmadığını da sordu. 

Hatırlar mısınız? Melih Gökçek’in Başkanlığı sırasında İrfan Değirmenci, milyonlarca dolar harcanarak yapılan ve çürümeye bırakılan Ankara’daki dinazorlarıyla ünlü lunaparka girip, durumu görüntülemiş ve haber yapmıştı da Başkan Gökçek’in şikayetiyle o akşam karakola çekilmişti, Gökçek’in şikayet gerekçesi, “özel mülke izinsiz girilmesi” idi… Bakar mısınız gerekçeye? Atatürk’ün Türk halkına “miras” bıraktığı Atatürk Orman Çiftliği arazisini Gökçek sanki kendi arazisiymiş gibi görüyor olmalı ki, şikayetinde  “özel mülke izinsiz girmek” diyor… 

Hani “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz”  denir ya, bunu da aklımızda tutalım bence.

İrfan Değirmenci’nin anlattıkları gerçekten ilginç… 

Örneğin CHP’nin “çantada keklik” olarak gördüğü Çankaya Belediyesi adaylığına “paraşütle” indirdiği isim Hüseyin Can Güner’in bir dönem işveren temsilcisi olarak görev yaptığını, hatta geçen gün Çankaya Belediyesinde işçilerle sürdürülen toplu iş sözleşmesi görüşmelerine “henüz seçilmemiş olmasına karşın” katıldığını da öğreniyoruz. Değirmenci şunu soruyor:

-Acaba hangi sıfatla görüşmeye katıldı? İşveren avukatı olarak mı? Eğer her talep eden o görüşmelere katılabiliyorsa, ben de bunu  isterim doğrusu…

Değirmenci’ye başkan adaylarının mal varlıklarını nasıl değerlendirdiği sorulmaz mı? Kendi beyanını hatırlatıyor:

-İki mütevazı apartman dairesi ve bir sürekli basın kartı…

Keşke diyorum,  Çankaya seçmeni, yani okumuş yazmış, laik Türkiye sevdalısı, geleceğine umutla bakmak isteyen seçmen, önümüzdeki seçimde “alışkanlıklarıyla” değil de “aklıyla” oy kullansa da Değirmenci’ye oy verse… Hatta gençlerin tamamı ona oy verse.

Ah, bu arada bir gazeteci olarak aklımdaki şu soruyu sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim…

-Yıllarca Halk TV’de ana haber spikeri olarak görev yapan, milyonları ekran başına toplayarak kanala rekor rating sağlayan İrfan Değirmerci neden kendi kanalına çıkarılmıyor? Neden Halk TV’de  Değirmenci’nin adaylığı ile ilgili tek bir haber bile göremiyoruz?

Yoksa TİP’ten siyasete giren meslektaşımıza patron, “Geçen seçimde de denedin olmadı, peki şimdi benden izin aldın mı?  Sana siyasete girmeni, şu veya bu partide görev almanı ben söylemeden nasıl bu yola yeniden girdin?”  Diye hesap mı sordu? 

Sevgili meslektaşımız da, “Ben talimatla siyasete girmeyi asla kabul etmem” yanıtını verdi de o yüzden mi Halk TV tarafından yok sayıldı? 

Böyle bir yayıncılık kabul edilebilir mi?



Pazartesi, Mart 18, 2024

Gölbaşı’nda kim kazansın?









Gölbaşı’nda oturan bizler mahalli seçimlerle ilgili gelişmeleri, çalışmaları ve tartışmaları yakın takibe almış durumdayız.  Başkan adayları sırayla, pek çok seçmeni ve bizim sitemizi de ziyaret ederek görüşlerini dile getiriyorlar, ilk ziyaretçimiz CHP adayı Yakup Odabaşı olmuştu, onu TİP adayı Aysel Duman izledi.



Her iki başkan adayının eleştirilerini ve vaatlerini dinledik. 


—-tramvay gidecek mi?—-


İkisini aynı görüşte buluşturan durum,  Gölbaşı merkezde başlatılan tramvay sistemi oldu. Yakup Odabaşı, “tramvayı geldiği yere göndereceğiz” derken Aysel Duman şunları söyledi:


-Gölbaşı’nın her gün her yerindeyim, ilçe merkezinde ziyaret ettiğim esnaftan tramvay hakkında çok ciddi şikayetler dinledim. Bir kere merkezde sokaklar caddeler dar, büyük otopark sıkıntısı var, bir de bunun üstüne tramvay raylarının monte edildiğini dikkate alırsanız park sorunun nasıl büyüdüğünü anlayabilirsiniz. Esnaf -bu tramvayı buradan kaldırın, sırf bu sebeple işlerimizi yarı yarıya kaybettik- diye feryat ediyor.


Aysel Duman, “tramvay sistemi Gölbaşı merkez yerine neden gölün çevresinde düşünülmedi?” Diye de  soruyor.


Gerçekten ben de tramvay sisteminin Gölbaşı merkezde ne işe yarayacağını anlamadığım gibi bugüne kadar çalıştığına da tanık olmadım.


Şu anda ilçemizde AKP Belediye Başkanı olarak görev yapan Ramazan Şimşek’le de hem “başkanlığa aday olduğu” dönemde, hem de ardından çeşitli vesilelerle karşılaştık. Bir ara dev bir pankartla Gölbaşı’nda hayvan barınağı açıldığını duyurmuştu ama sadece bizim oturduğumuz siteyi zaman zaman sayıları 15-20’yi bulan başı boş köpeklerin mekan tuttuğunu söyleyeyim siz duyurunun ciddiyetine kendiniz karar verin. Bireysel çabalarla çözüm aradık, kimi köpekleri evlat edindik, kimilerini kısırlaştırdık ama belediyenin hiçbir katkısını göremedik. 


——kreşten lüks siteye—- 


Şimşek’in bir başka duyurusu ise geçen yıl semtimizde açılacak kreşle ilgiliydi. Bir çalışan anne olarak kreşlerin hayati önemini iyi bilenlerdenim, o yüzden -kreş açılacak- diye kadınlar için çok  mutlu oldum, ama kısa bir süre sonra kreş tabelası kaldırıldı ve yerine bir lüks site inşaatının tanıtım ofisinin tabelası yerleştirildi, buna ne buyrulur?



Gökhan Zan’la ilgili tartışmalar üzerinde Aysel Duman’a bugün ısrarlı sorular yöneltildi, doğrusu duyduklarımız  bizleri Zan hakkında büyük düş kırıklığına uğrattı. 


-Kendisine umut bağlanan bir genç adam nasıl oldu da bir takım vaatler karşısında verdiği sözlerden çark edip çıkar pazarlığına girebildi? Diye üzüldük.


—-Mogan Gölü ve bozuk yol——


Peki, bizim oyumuzu asıl belirleyecek olan yaşamsal soruya gelelim, belediyemizden hakkımız olan hizmeti alabildik mi?

 

İncek Bulvarından Mogan Gölüne doğru inen, TED Kolejini geçip Haymana Yoluna bağlanan  sokağımız son yıllarda çukurlardan delik deşik halde ve kullanılamaz durumdaydı. Defalarca belediyemize tamiri için başvurduk, “bizim yetkimizde değil” yanıtıyla karşılaştık, oysa bu delik deşik sokağın üst ve altındaki bölümler Gölbaşı Belediyesi tarafından bal gibi asfaltlanmış ve hatta belediyenin dev gibi mühürü bile basılmıştı. Sonunda Büyükşehir Belediyesi yıllardır dile getirdiğimiz şikayetimizi duyup konuya el attı ve yolu şu sırada tamir ediyor.  



Mogan’dan söz etmemek olur mu?  Bu güzelim doğal göl zaman içinde bakımsızlıktan pek çok kayba uğradı, son darbeyi seçimlere kısa süre kala verilen inşaat izinleri vurdu, gölün çevresini tahta perde gibi saran yüksek binalar, güzelim gölü adeta ardına hapsedip görünmez kıldı. 



Oysa 60’lı yıllarda plajıyla Ankara’nın gözde sayfiyesi durumundaki Mogan Gölü şimdilerde neden gençler için bir cazibe merkezine dönüşmesin? Yelkenlilerle gölde salına salına gezilmesin? Uluslararası nitelik kazanacak kürek yarışları yapılmasın?


Sizce kime oy verelim?




Çarşamba, Şubat 21, 2024

İoanna Kuçuradi, “Ciddiye almamak gerekir” derken kimi kastetti?



Gazetecilik mesleğinde pek çok insanla karşılaştım, cumhurbaşkanları, başbakanlar… Kimileriyle çok yakın dost bile olduk ama onları saymıyorum, çünkü bizim mesleğin “olağan tanışıklığıdır” o isimler, büyüklerimizin deyimiyle onlar “yolcudur biz hancı.” Doğrusu, insanları “makamları” ile değil de kişilikleri ve “yansıttıkları değerlerle” dikkate almayı hep daha doğru saydım. 


Felsefe profesörü Ioanna Kuçuradi, yansıttığı ve kendisine atfedilen değerler açısından bence öylesine “tepelerde” yer alan bir isim ki… Onun yansıttığı ışığın sonsuza dek Türk toplumunu aydınlatmasını diliyorum. 


Gazeteciler Cemiyetinde dün “hocaların hocası” Ioanna Kuçuradi’yi bir dönem öğrencisi olan, şimdinin felsefe profesörü Harun Tepe’yle birlikte  ağırladık… Kuçuradi’nin ekrandan katıldığı söyleşimizin başlığı “İnsan Hakları ve Gazetecilik Etiği” idi ama sorudan soruya geçerken güncel konular üzerinde durmamak olmazdı, daldan dala bir  “çay sohbeti” yürüttük.


—-Türk demek müslüman mı demek?—


Söyleşiye hazırlanırken, Kuçuradi’nin söylemlerini pek çok yazılı ve görsel kaynaktan incelemekteydim,  radyom da açıktı, birden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri yankılandı:


-Türkler yüzyıllar boyu islamın, islam da türklerin kılıcı olmuştur türk demek, aynı zamanda müslüman demektir…" 


Bunu duyduğumda aklımdan yüzyıllar içinde Anadolu topraklarında yaşamış pek çok ırktan, dinden insanlar geçti. Giderek buradaki nüfusları azalsa da yıllardır birlikte yaşadığımız Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Süryanileri, Ezidileri ve pek çoklarını düşündüm, kültüre, bilime, sanata ve günlük yaşama katkısı olan milyonlarca insanı… 


-Nasıl yani onları, Türk saymayacak mıydık? Onlar bizden değil miydi? Ya da biz onlardan değil miyiz? 


Söyleşimiz sırasında Kuçuradi’ye “bu sözleri duyunca üzüldünüz mü?” Diye sordum, Böyle şeyler çok yaygın… Öbürü de tutar başka bir şey söyler, bunları ciddiye almamak gerekir” demekle yetindi. 


—yazık cahildirler anlamıyorlar—-


Kuçuradi’nin mutluluk kavramı ile pek ilgilenmediği biliniyor, acaba yaşamı boyunca hedeflemediği mutluluk onu kendiliğinden mi gelip bulmuştu, hiç düş kırıklığı yaşamamış mıydı onca yıllık kariyerinde?


“Öyle hedefim yok, mutlu olmak diye. Bir şey olamıyorsa yapılacak o kadar çok şey var ki, başka birisini yapmaya çalışıyorum. Biz mesela insan haklarıyla ilgili yüksek lisans projeleri yürütüyoruz, ama nedense YÖK şimdi buna -hayır- diyor. Oysa bu eğitimin desteklenmesi bütün planlarda vardı. O zaman, - eh başka şey yapalım- diyorum, bence yapılacak o kadar çok şey var ki… Yazık -cahildirler anlamıyorlar- diyorum üzerinde durmuyorum. 


—fakirlik, insan haysiyeti—-


Kuçuradi babasının ille de -eczacı ol- deyişine kulak asmamış, felsefeyi seçmiş, o zaman babası, -yazık, kızım aç kalacak, para kazanamayacak- diye üzülmüş, o sözden hareketle fakirlik, insan hakları, insan haysiyetine yaraşır yaşamla ilgili sözlerini, anımsatıp, “Zengini daha zengin eden politikalar etiğe, insan haklarına uyar mı?” diye soruyorum, yanıtı:


“Uymaz tabii. Bize özgürlük diye empoze edilen serbest pazar meselesinden kaynaklı. Bana sorarsanız dünya düzeni değişmeli. Bunu nasıl yapacağız bilmiyorum ama mutlaka değişmeli. Özgürlük, serbest pazar, çok cazip kelimeler ama şu anda özgürlük denilen şeyleri yanlış anlıyoruz. Öyle zamanlar oldu ki, insanlar özgürlük adına en olmayacak şeyleri yaptılar Covit salgınında- bu beden benimdir- diye pankart açıp  dolaştılar, evet bu beden senindir ama özgürlüğü çıkmaza sokuyor, özgürlükte kabahat yok da…-Canının istediğini yapmak- şeklinde anlamaktan kaynaklanıyor bu, oysa özgürlük çok daha temel bir şeydir. 


—-kadın fıtratı——


İçinde yaşadığımız çağda “kadın fıtratına uygun işler uygun olmayan işler” diyen politikacıları anımsatıyorum, Kuçuradi diyor ki:


“Haklar açısından bakılmalı konuya, bu bakımdan ben kadınla erkek arasında fark görmüyorum, yalnız sınıfta bazen gerek oluyor diyorum ki, -sandalyeler taşınacaksa oğlanlar taşısın, kahve yapılacaksa kızlar pişirsin- Ama aynı işi yapan kadınla erkek arasında haklar açısından fark olmamalı, mesela aynı maaşı almalı ikisi de. Şimdi bir de -bekara ev kiraya verilmiyor- diye bir tartışma var, ev hayatımızda dost hayatımızda bazı şeylerin kültürel etkilerini yok saymak mümkün değil ama yeter ki haklara zarar verilmesin”


—-göçmenler sığınmacılar—-


Peki acaba “insanın yaşam hakkı, insan haysiyeti gibi etik değerler söz konusu ise, Türkiye’ye yerleşen milyonlarca göçmene nasıl bakacağız?


Kuçuradi diyor ki:


“Sığınmacı ile göçmen farklı. Sığınmacı hayatta kalmaya çalışıyor, onu tabii ki alırsınız. Göçmenler ise ki daha ziyade gençler daha iyi yaşama kavuşmak için başka ülkelere gidiyorlar, asıl olan onu kendi ülkesinde daha iyi yaşatmaktır.  Dünya düzenini en baştan gözden geçirmek gerekir. Birleşmiş Milletler niçin kuruldu? 80’lere kadar barış ve silahsızlanma çabası vardı şimdi tam tersini yaşıyoruz, silahlanma yarışına girdik, birisi silahlanınca öbürünün de silahlanması gerekiyor, bu bir çıkmaz. Şimdi artık post modernizme geldik çattık, toslayıp duruyoruz. Bunu nasıl aşacağız? Bunu aşmadan hiçbir şey olmaz.”


—hukuk yanlış olursa—-


Gazeteci olaylara nasıl bakmalı? AYM ile Yargıtayın çelişkili tutumları yüzünden milletvekilliği düşürülen Can Atalay olayı için ne düşünüyor?


“Hukukun dediğini yapmalı, ama hukuk da yanlış olabilir. Bugün -hukukun üstünlüğü- deniliyor ama demokratik ülkelerde hukuk da değer harcayıcı olabiliyor. Ben olaya hep insan hakları perspektiften bakmak gerektiğini düşünüyorum, görüyoruz ki parlamentolardan -hak yok edici yasalar- da çıkabiliyor. Gülersiniz belki ama ben milletvekili olmanın şartlarından biri de doğru dürüst insan hakları eğitimi almış olmak derim.”


-Haber yazmak devrimcilik mi?—


Kuçuradi’ye “Etik üzerinde çok duruyoruz ama verinin doğruluğu önemsiz mi? Doğru veriye ulaşamıyorsak, ya da ulaştık diyelim, gerçeği dile getirmek günümüzde devrimcilikle (George Orwell’in dediği gibi) eş tutuluyorsa?” Diye soruyorum, şöyle diyor:


“Olayı işimize geldiği gibi sunuyoruz. Yaşadığımız bir çok medya olaylarında görüyoruz. İyi bir şey yapar gibi görünüyor ama orada değer atfetiyor, insanlara da çamur atıyor. Bir olayın içindeki değer sorunları nelerdir?  Olay ve olgu da karıştırılabiliyor. Böyle bakan çok az gazeteci var, siz devrimcilik dediniz, gerçekler söylenemiyor dediniz ama, bence her şey söylenebilir, sadece seçeceğiniz dil çok önemli. Saldırgan dille de söylenebilir, olgu olarak da dile getirilebilir. Olgu olarak dile getirirseniz kimse bir şey diyemez. Onu bile yapmak cesaret istiyor ama bunu yapan gazeteciler var.”


Söyleşimizin sonunda Kuçuradi’ye “el işlerine merakını soruyorum, acaba üstündeki hırkayı kendisi mi örmüştü? diye merak ediyorum, “Annem çok iyi bir ev kadınıydı, ona özenirdim, yıllarca goblenler işlemişti, çok hoşuma giderdi. Ben de merak sardım, örgüler yaptım ama şimdi vakit bulamıyorum” diyor.


Söyleşimize katılan konuklardan bazıları Kuçuradi ile “selfi çekmek istediklerini söylemişlerdi ama ben Kuçuradi’nin bunu, kendini beğenmişlik gibi gördüğünü, “narsizmin ifadesi” diye karşı çıktığını anımsatıyorum. Prof Harun Tepe, söyleşi boyunca “ben kendimi anlatmak yerine, hocanın teorik anlatımını günlük yaşama uyarlayayım” diyerek özveride bulunuyor, ona bir buket sunarak ve çay ikram ederek oturumu kapatıyoruz. 


Partili gazeteciler… Pravda…

Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği Medya Konferansının (*) i kinci gün  oturumları da ilginçti. “Gazeteci kimdir? ” Başta olmak üzere pek ç...