Bu Blogda Ara

Pazartesi, Şubat 19, 2024

Yakup Odabaşı





Yakıp Odabaşı’na “bol şans” diliyoruz

CHP’nin Gölbaşı İlçe Başkanlığına aday gösterdiği Yakup Odabaşı bizim sitemizi de ziyaret ederek, yapacaklarını anlattı ve oy istedi.  Bizler de yeni belediye başkanından beklentilerimizi dile getirdik. 



Bunların başında sitemizi TED Kolejine bağlayan yolun tamirat ve bakımı geliyordu, söz aldık, bakalım gerçekleşecek mi?


Bunun dışında;


-Gölbaşı adı üstünde göl kıyısına kurulmuş bir ilçe iken, rant amacıyla verilen çok katlı bina izinleri nedeniyle Mogan Gölünün adeta görünmez hale gelişi

-İlçenin çeperindeki güzelim buğday tarlalarının rant amaçlı imar izinleri nedeniyle birer birer yok edilişi ve yerlerine dikilen 40-50 katlı gökdelenler 

-Çok sık mağduru olduğumuz elektrik kesintileri

-Sitemizin tam önünden geçen fiber optik kabloya karşın, internet sistemine düzgün bağlanamayışımız, 

-Toplu ulaşımın yetersizliği 

-Mogan ve Eymir gibi Ankaralılara  doğanın armağanı olan iki güzel gölün spor, turizm ve rekreasyon açısından adeta “sıfır düzeyde” değerlendirilişi

-Gölbaşı merkezde yeni yürürlüğe giren tramvay hattının güzergahının son derece yanlış seçimi


Gibi pek çok şikayet ve isteğimizi dile getirdik.


Doğma büyüme Gölbaşı’lı olan Yakup Odabaşı bizlerle buluşmaya eşi Seher Hanımla birlikte geldi ve eşini “Ben eğer başarılı olduysam eşimin payı büyüktür, kendisine teşekkürü borç bilirim” diye takdim ederek yüreklerimizi fethetti.  Odabaşı’nın  bizlere verdiği şu sözü ise not ettik, unutmayacağız:


-Açık konuşacağım, işin artık partisi filan artık kalmadı, ya dürüst insanlar yönetecek, ya bunlar… Bizim sevdamız vatan sevdasıdır. Gölbaşı ilçemizde yapılan pek çok iş rant amaçlıdır. Ben bunu yapmayacağım, kimsenin bu amaca dönük talimatını dinlemeyeceğim. Bu sözü buradan açıkça veriyorum…



Eh, bu durumda bizlere eski MHP’li olsa da şimdi CHP adına Gölbaşı’nı yönetmeye talip olan Yakup Odabaşı’na oy vermek düşecek, kendisine bol şans diliyoruz. 

Pazar, Şubat 11, 2024

İçim dışım Mustafa Kemal





Yaşam pek çok sorumluluk yüklüyor, “kendine zaman ayırmak” çok büyük bir lüks, bunu en iyi bilenlerdenim, dolayısıyla bir takım işlerin “mecburiyetten” değil de “isteyerek yapılması” kadar güzel bir şey, örneğin “istediğin kitabı okumak”  kadar şahane bir hobi var mı? 



Bu durumun  ayırdına vardığım anlardan birini Moskova’da yaşamıştım. Bir Tolstoy hayranı olarak kentte 
O’nun izlerini arayıp durdum, “müzeler, kitaplıklar, el yazmaları, içinden geçtiği sokaklar hatta sevdiği tablolar” peşinde koşmak beni hayranlıktan öte bir ruh haline sürüklemişti. Moskova’da geçirdiğim günlerde bana özveriyle rehberlik eden Rus arkadaşım Elena ile benim bu Tolstoy başta olmak üzere delice tutkunu olduğum Rus yazarlarına olan saplantıma şaşırmış gibiydi bir gün şöyle dedi:


-Eğer sen de küçük yaşlardan itibaren bütün okul yılların boyunca bu yazarları ve kitaplarını zorunlu ders olarak okusaydın, bırak sevmeyi, bu zorunlu vazife nedeniyle onlardan soğurdun


Hatta bununla da yetinmeyip bir arkadaş grubuyla gittiğimiz Puşkin adlı restoranda votka kadehini, bana göz kırparak kaldırmıştı:


-Rus Edebiyatına bizden daha çok merak saran Nursun için prost diyorum…


Bu sözler o an için bende etki yaratmasa da sonra daha iyi anladım Elena’nın demek istediklerini…


Çünkü bizi de zorlayan “okumalar” vardı okullarda, bu durum hepimizin anılarında yer etmedi mi? O zamanki değer yargılarımla şimdikiler arasında dağlar kadar fark olduğu için, o günlerde bize zorunlu okuma olarak verilen yazarların isimlerini saymak istemiyorum, üstelik Ankara Kız Lisesininin Fen Bölümünde okuyan öğrencilerdik. Atatürk’ün kurduğu okul, eğitimdeki iddiasını, her öğrencinin öncelikle “iyi bir okur” olması ilkesine dayandımıştı.


Sonraki dönemde dirsek çürüttüğümüz üniversite yılları başta olmak üzere “zorunlu okumalarımız” devam etti, hele gazetecilik mesleğindeki  “olmazsa olmaz okumaları” dikkate alırsak… Ardından,  edebiyat dergilerine yazmalar, bir takım söyleşilere hazırlanmalar, imza günlerine katılmalar, dost yazarlardan gönderilen  kitaplar  filan derken okuma maratonunda şaka maka bir zamanlar pistlerin uçan Afrikalı atleti Abebe Bikila’yla yarışsak onu geçerdim…


-Sadede gel, ne okuyorsun şimdi?


Diyen varsa anlatayım…


İçim dışım Mustafa Kemal” desem, dudak büker misiniz? -Yeni mi keşfettin?- diye mi sorarsınız, ne dersiniz?


Aslında itiraf etmesek bile büyük olasılıkla sizinle aynı düşünceleri, duyguları taşıyoruz. 


Neden mi?


Mustafa Kemal bize hep “klişelerle” anlatıldı da ondan… Geçtiğimiz haftalarda onun iki ciltlik “Söylev”ini başucu kitabı yapmıştım, “meğer bize ne çok şey yanlış anlatılmış-öğretilmiş” deyip durdum kendi kendime… Üstelik o günlerde bir kitap rafında gördüğüm, kimbilir hangi bakış açısıyla özetlenip, küçültülüp  tek cilde sığdırılmış Söylev’ini görmek içimi acıttı. 


Düşünün, Mustafa Kemal’in kendisini anlatmasına bile set çekiliyor, kimbilir hangi kafalar emrediyor bunu?


O zaman, o teğmenlerin ihracına yol açan süreci, yani bir genç adamın Mustafa Kemal’e kin duymasına yol açan eğitim sürecini düşünürsek onu mu, yoksa onu bu kin ve nefrete sürükleyenleri mi sorumlu tutacağız?


Kurucu liderine bu ölçüde saygısız davranan başka hangi milletler vardır acaba dünyada?


Gelelim sadede…


Şu sıralar Mustafa Kemal’in kendi “sözcükleriyle”  kaleme aldığı yaşam izlenimlerini, “kendi satırlarından” okuyorum, elimde iki kitap var, biri  Corinne Lütfü ile olan mektuplaşmaları, diğeri, Karlsbad-Karlovi Vari Hatıralarını da içeren günlükleri.


Mustafa Kemal’in bizlere bir asker, bir siyaset dehası olarak anlatılmasının ötesinde onu kendi anlatımıyla “insan” olarak tanımak müthiş sevinçler yarattı içimde. Kitapları irdelerken üzüldüklerim de oldu:


-Mustafa Kemal’in Peyami Safa’ya emanet edilen mektuplarından bazıları nasıl oldu da kaybedildi?

-Karlsbad Hatıratı başta olmak üzere, Mustafa Kemal’in kayda geçen bütün anlatıları neden bugünün Türkçesine dönüştürülüp gençlerin dikkatine yeniden sunulmaz?


Ama eski deyimle “turbun büyüğü” şimdilik rafta… Değerli Taha Akyol’un kaleme aldığı “Ama Hangi Atatürk”ü de okuyacağım.


    

Cumartesi, Ocak 27, 2024

İhsan Raif Hanımın kurabiye tarifinin izinde…


İnsanın yaşam boyu peşinde koştuğu, özlem duyduğu “zaman kesitleri” yok mudur?

Hani mecburiyetlerden arınmış, tek başına oturup, düşünmeden bile! aylak aylak, karşıdaki saate gözünü dikersin… 

Tik tak, tik tak… 

Başını çevirmeye bile üşendiğin pencereye bir ara dönüp baktığında görürsün, belli belirsiz kar taneleri dökülüyor, çamlara değer değmez eriyor hepsi…

-Uyuşukluğundan sıyrıl, defteri bul, tarifleri gözden geçir, çay hazırla, kurabiye filan yap…

O tarif, şair İhsan Raif Hanımın (*)  notlarından derlenip, yıllar önce bir gazetede yer almıştır… Tarife baka baka yumurtaları kırdığın sırada aklından geçer;

-İyi ki şu naylon kullan-at eldivenler var, hamur nasıl da yapışkan… İhsan Raif Hanım o zarif ellerini hamur kalıntısından nasıl kurtarıyordu? Ben hamura biraz zencefil tozu, tarçın, kuru üzüm eklesem sanki daha iyi olacak…


İşte Ayşe Özgen Topuzlu’nun  takıldığı o “40 paralık karbonat”  ölçüsü ta İhsan Raif Hanımın kurabiye yaptığı zamanlardan kalma… Demek o zaman enflasyon belası yokmuş, karbonat ölçüsü hep -40 paralık- diye geçermiş… Hep 50 liralık benzin alanların kulakları çınlasın!


-İhsan Raif Hanım çayını mangalda mı, odun ateşiyle yanan kuzinede mi hazırlardı?

Bizimki kolay, kettleda -ısıtıcı mı demeli?- kaynayan suyla çay demlenir, elektrikli-doğalgazlı kombine fırında pembeleşen kurabiyeleri çıkarırsın…



Çayını keyifle yudumlarken aylaklığını sanal dünyaya taşımanın sırasıdır… (Wayback Machine İhsan Raif Hanıma kadar gider mi gerilere?) 

-Kadınlar ne çok çekmişler şu yaşamda… Çoğunun düşmanı, ya babası ya kocası olmuş… Ne acımasız adammış İhsan Raif’in babası… Sen tut, kızını henüz 14 yaşındayken asla sevmediği adamın birine ver, ömür boyu eziyet çeksin…

Kurabiyeler lezzetli… Üzümlere denk geldiğinde damağına yayılan tad nasıl nemli, hoş.

-İhsan Raif’i  yaşama bağlayan yazma tutkusu muydu? O evlilikten kaçıp kurtulduktan sonra iyi ki yazmış… İyi ki -çocukları mı sonraki eşleri mi?- Kimler ise, kayıt altına almış yazdıklarını…

Sevgili İhsan Hanım, sizi çok seviyorum… Hala bizimlesiniz, aramızda, oturma odamızdaki koltukta, mutfağımızda, fırının önündeki taburede oturuyorsunuz, isterseniz kitaplığa götüreyim sizi, buyrun işte kağıtlar, mürekkepli kalem, daktilo, klavye hangisini isterseniz sizindir… 

İyi ki  ellerinize yapışmasına aldırmadığınız kurabiye hamurunu bir kenara not etmişsiniz… 

Hele şu dörtlüklerinize bayıldım, sanki biraz önce kağıda yazıvermişsiniz de -aman Tayyip Bey duymasın- deyip katlayıp bir kenara koymuşsunuz gibi… Merak etmeyin, alçak sesle okuyacağım;

Rütbeyi artırdı fasülye bakla

Bulgur ve pirince attırdı takla

Sarı liran varsa durmayıp sakla

Altın bencileyin solmaz kuzum


Sen herşeyden evvel kendini kolla

Bakkala kasaba gel haber yolla

Bu koca kümeste bir kuru folla

Midenin şakası olmaz kuzum

(*) https://www.haberturk.com/ihsan-raif-13-yasinda-evlendirildi-2681056

Pazartesi, Ocak 22, 2024

Kentlerin Kalbi’nde sayfa sayfa gezelim




Bir kaç gündür elimde Yaşar Seyman’ın kitabı, bardağımda demli çayım, kulağımda kah Aşık Veysel’den, kah Mercedes Sosa’dan nağmeler, keyifli bir yolculuğa çıktım. Kimini gördüğüm, kimini görmediğim kentleri, ülkeleri enine boyuna geziyorum, aşıkların, şairlerin, yazarların diliyle uzakları yakın edip, oraların ahalisiyle söyleşip kucaklaşıyor, sokaklarında caddelerinde dolaşıyorum.


Hani yaşamını “odasından çıkmadan geçiren” Amerikalı ozan Emily Dickinson diyordu ya:


-Hiçbir gemi bizi bir kitap kadar uzaklara götüremez…


Yaşar Seyman, “Kentlerin Kalbi” kitabıyla beni öyle bir gezdiriyor ki, adeta bulutların üstündeyim, her sayfada bir başka ufuk açılıyor önümde. 


Kendimi “doğma büyüme Ankaralı” bilirdim, meğer nasıl da eksik bilirmişim! Orhan Veli’nin Altındağ’ını okuyunca anladım:


Biri bir koca görür rüyasında

yüz lira maaşlı kibar bir adam

evlenir, şehre taşınırlar

mektuplar gelir adreslerine
şen yuva apartmanı, bodrum katı
kutu gibi bir dairede otururlar
ne çamaşıra gidilir artık ne cam silmeye

bulaşıksa kendi bulaşıkları
çocukları olur, nur topu gibi
elden düşme bir araba satın alınır
kızılay bahçesi'ne gidilir sabahları
kumda oynasın diye küçük yılmaz
kibar çocukları gibi
Lağımcının hamam rüyasıdır
rüyaların en güzeli
uzanır yatar göbek taşına
tellaklar gelip dizilir yanıbaşına
biri su döker
biri sabunlar
elinde kese sıra bekler biri
yeni müşteriler girerken içeri
lağımcı
pamuklar gibi çıkar dışarı”



Seyman, Can Ersal’ın güzelim resimleriyle süslenen kitabında size, uçsuz bucaksız yolculuğunuzda eşlik ediyor.  Okudukça, Ankara, İstanbul, İzmir’i bile yeterince görmemiş olduğunuza yanarken, sayfaları çevirdikçe içinden geçip, insanını tanıyıp seveceğiniz, bağrınıza basacağınız pek çok kentte dolaşıyorsunuz.  Ağrı’da Erzurum’da , Van’da, Sivas’ta, Hakkari’de, Sinop’ta, Tokat’ta gezerken, acı tatlı pek çok öyküye tanık oluyor, 6 Şubat sonrasında “Acıyaman” diye anılmasına hak verip gözyaşı döktüğünüz Adıyaman’a veda etmekte zorlanıyorsunuz. O kadar ki: 


-Ahhh, keşke bir haziran sabahı Nemrut’a çıkabilsem, 

-Hakkari’de bir yakınım olsa, beni kızının düğününe davet etse, o el dokuması Kiras-u Fistan’ı kuşanıp, halay çekenlerin arasına katılsam,

-Asmin’in babası anlatmış ya, hani bıttım sakızı yaralı bir kekliğin kanadını iyileştirmiş… Bıttım sabunuyla ben de baştan aşağıya yıkansam, dertlerim köpük köpük akan suyla akıp gider mi?



Düşleri kurduruyor kitap size…


Yırcalı Köyündeki zeytin isyanına el vermek, Zonguldak’ta işçilerle birlikte haykırarak yürümek, Paşabahçe, Tekel direnişini pankartlar açarak tüm dünyaya duyurmak istiyorsunuz.


260 sayfalık kitabın her sayfası size ayrı bir yolculuk sunuyor, üstelik rota “bizim eller”den ibaret değil,  Kanada’dan, Güney Afrika’ya, Hindistan’dan İrlanda’ya pek çok yere biletsiz, vizesiz, pasaportsuz götürüyor sizi Yaşar Seyman.


-Valiziniz hazır mı? 


Benden söylemesi;  Bilgi Yayınevinden yeni çıkan 260 sayfalık “Kentlerin Kalbi”ni alın, hatta başucu kitabı yapın. 







Pazar, Ocak 21, 2024

İnsan hakları savunucusu bir doktor; Veli Lök ile sohbet



Geçenlerde İzmir’deydim, Asansör’ü hep duyar, merak ederdim, bir sabah erken yürüyüşe çıktım. İzmir Kız Lisesinin önünden geçerken Ankara’daki lise yıllarım aklıma geldi, her şeye gülerdik, müdire hanımın sert söylemlerine bile! Yine gülerek yürüdüm, Dario Moreno’nun evinin önünden şarkısını mırıldanarak geçtim, deniz görünmese de martı çığlıklarını duyuyordum, sonunda “yüzyıllık” Asansör’e (*) ulaşıp yukarıya çıktım.





Kapılar açıldığında karşımda bulduğum manzara çarptı beni


Hafif hafif serpiştiren yağmurda, aşağıdaki apartmanlar dizisinin ardında uzanan maviliği dakikalarca nefesimi tutarak izledim. 


Günün erken saatleriydi, “bir kahve olsa” dedim,  arkadaki manzaralı restorana girdim, boştu, “cam kenarı buldum” diye sevindim, hemen oturdum:


Garson benim kahvemi getirirken,  bir beyefendi içeri girdi, uçtaki masayı seçti, yavaş hareketlerle şapkasını, paltosunu çıkardı, atkısını katlayıp bir kenara koydu, gri takım elbisesi, bordo yeleği ve hafta sonunu bile disipline sokan kravatıyla şıklığı ortadaydı. 


-O’nu bir yerden tanıyordum ama kimdi? 

-Kimdi? Bir röportajını okumamış mıydım? Ekranda da görmüştüm sanki. Ah, o doktordu,

İşkencenin önlenmesi için çabalar gösteren, insan hakları savunucusu doktor…


Garsona sordum, doğruladı, Prof. Dr. Veli Lök’tü gelen. 


Manzarayı keyifle izlerken, çayını, portakal suyunu yudumlayan doktorun kahvaltısını tamamlamasını bekleyip izin istedim, kendimi tanıtıp, yanına iliştim, Doktor Lök, “geçirdiğim  rahatsızlık nedeniyle tarihleri tam söyleyemez, sözcükleri unutursam yardımcı olur musunuz?” Diyecek kadar alçak gönüllüydü… İşte sohbetimiz:


-Siz işkenceyi silmek için büyük çaba gösterdiniz, o yıllardan bu yana arpa boyu yol alabildik mi? Kadın cinayetleri yine yükselişte?


-Toplumda da böyle bir değerlendirme var. Ben bir köylü çocuğuyum (**) köylü kadınların da şehirlilerin de sorunlarını bilen bir kişim.  Yazık ki, Türkiye’de  kadın hakları açısından çok eksiğiz. Her şey gözümüzün önünde, bu durumun düzeltilmesi açısından  kazanım olabilecek bir sözleşmeyi cumhurbaşkanının tek başına kaldırması son derece acı, bunu benimsemek mümkün değil.  kararını duyar duymaz çok şaşırdım, üzüldüm. Kadın haklarının korunması yönünde olumlu gelişmeler sağlayacak bir sözleşme, devletin başındaki bir kişinin  kararıyla sonlandırılabilir mi? Bu hareket benimsenebilir mi? 


—-kötü muamele, işkence devam ediyor—-


-Türkiye’nin kötü muamele karşıtı  uluslararası sözleşmelere taraf olması sizin sayenizde oldu, şu andaki durum nasıl sizce?


-Bir kere, kolluk güçlerinin sürekli kötü muamele yaptığını biliyoruz, bunlara ait bilgilerimiz var. Bizim Türkiye İnsan Hakları Vakfı, bu vakaları bilimsel olarak tespit ediyor, toplumsal olaylarda polis tarafından kötü muameleye maruz bırakılan kişilerin durumunu, sağlık koşullarını izliyor. Onların gerek sağlık ihtiyacını gerekse hukuki haklarını sağlama yönünden sürekli yardımda bulunuyor. Türkiye İnsan Hakları Vakfının açık belgelerinde vakalarla ilgili rakamları almak mümkün. (***)


—-12 Eylül’de 850 bin işkence—-


-Gözaltında, hapiste bulunanlarla ilgili de sürekli işkence, kötü muamele şikayetleri ulaşıyor? Siz bu bulguların kayıt alınmasında öncü olmuştunuz?


-Sadece toplumsal olaylarda polisin kötü muamelesi değil, aynı zamanda gözaltına alınan, hapse giren hemen hemen herkesten  mağduriyet şikayetleri geliyor, işkence yakınması çok oluyor… Bu durum özellikle  12 Eylül (1980)  sonrası çok artmıştı, o yıllarda 850 bin kişinin işkence gördüğü söylendi, tabii o yıllarda işkence iddiaları için ne muayene edecek ne tedavi edecek kurumsal yer vardı.


—-yıllar sonra bile tespit edilir—-


-Siz  bu iddiaların kayda geçmesini yıllar sonra bile olsa kemik sintigrafisi yoluyla mı sağladınız?


-Benim bir yakınım da o yıllarda işkence gördü, bu beni çok etkilemişti, “işkencenin önlenmesi ancak bilimin yardımıyla olur” diye düşündük.İzmir’de vakfın şubesini çok değerli doktorlar, hukukçular gazetecilerle  birlikte oluşturduk,  Orhan Süren, İzmir Tabip Odası başkanı olunca hemen bir muayene ve rapor komisyonu kurdu, çünkü işkencenin hukuksal olarak değerlendirilmesi için muayene ile belirlenmesi ve rapor verilebilmesi lazım, önceleri hiçbir kurumdan bunlar alınamıyordu. Tepecik Hastanesinde bir hasta bakıcıya korkunç işkence yapmışlar, muayene komisyonu başkanı bendim, bizi görünce ağlayarak kaçmaya çalıştı bizi polis sandı, muayene ettik, her iki ayak tabanında falakaya bağlı şişlikler, morarmalar, kanamalarla ilgili bulgular vardı.  Durum açıktı, hemen “bu kişi işkence görmüştür” raporunu verdik bu çok önemli bir belge oldu. 


-Sizin geliştirdiğiniz sintigrafi yöntemiyle üzerinden yıllar geçse bile işkence yapıldığı tespit edilebiliyor değil mi?


- Sintigrafi yöntemini ondan sonra da kullandık. 4 yıl sonraki muayenemizde hala işkencenin izleri vardı. Bu, o kadar güçlü bir belirleme yöntemidir,  psikiyatrik  bulgular da aynıdır. Buna rağmen, devlet bu kişinin hakkını teslim etmedi, biz ise takibe devam ettik, AHİM’e başvurduk, çeşitli zamanlarda verdiğimiz raporlarla bu kişinin kararını çıkarttık, devlet zorunlu olarak tazminat  ödemek zorunda kaldı, bu olay duyulunca Türkiyenin her yerinden işkence şikayetleri ulaşmaya başladı.


——İstanbul Protokolü——


-Sonra sizlerin bu katkılarıyla Türkiye uluslararası işkence karşıtı protokollere imza attı değil mi? 


-İstanbul Protokolünün (****) oluşturulması için başlatılan çalışmalarda Şebnem Korur Fincancı da çok önemli bir rol oynadı ve protokol oluştu, böylece  çok önemli bir belgeye uluslararası planda katkıda bulunmuş olduk. 


—-Cumartesi Anneleri—-


-Bütün bu çabalara karşın halen işkence var, duyuyoruz. Bir de izi tespit edilemeyen kayıplar söz konusu, işte  Cumartesi Anneleri… Ne dersiniz?


-Bu taleplerin mutlaka araştırılması lazım. Demokratik kurumların bu şikayetleri, iddiaları ele alıp, kanıtlarını kaybolmayacak kayıtlara dönüştürmesi lazım. Bunlar mümkün benim kanaatimce. Ama insan hakları açısından son derece geri durumdayız. İşte biraz önce konuştuk, şiddete karşı duracak bir uluslararası belgeyi Cumhurbaşkanı  iptal ediyor. Böyle bir durum, demokrasilerde tahmin tasavvur bile edilemez. Bütün bunların bir an önce ele alınıp düzeltilmesi lazım. 


—-Kötülüklere karşı duracağız——


-Sürekli tekrar eden bu olaylar sizde karamsarlık yaratmıyor mu?


-Türk milleti,  tarihinde çok mükemmel işler yapmıştır. Ata’nın liderliğinde halkın bütün haksızlıklara karşı çıkması, dünyada az rastlanan olaylardan biridir. Atatürk Türk insanını övmüş, çok şeyler yapabileceğine olan inancını dile getirmiştir. Ben bu kötülüklere de karşı çıkılacağına inanıyorum. 


92 yaşındaki delikanlı doktorumuz ile sohbeti böylece sonlandırdık. Dr. Veli Lök, haftanın iki günü hala hasta kabul ettiğini, tedavi uygulamaktan vazgeçmediğini dile getirirken  gülümsüyordu “acıyı, rahatsızlığı dindirip faydalı olabiliyorsak ne mutlu bize” dedi. 


(*)https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Tarih%C3%AE_Asans%C3%B6r

(**)https://www.aa.com.tr/tr/saglik/ortopedinin-90-yillik-cinari-66-yildir-beyaz-onlugunu-cikarmiyor/2533589

(***) https://tihv.org.tr/ozel-raporlar-ve-degerlendirmeler/veriler-iskence-gercegi-26-06-2023/

(****)https://www.ttb.org.tr/eweb/istanbul_prot/ist_protokolu.html



İfade Özgürlüğü nerede kaldı?

Alman tarihçi Hilmar Kaiser bir süredir, araştırmaya dayanan yayınlarını, kitaplarını dikkatle izlediğim bir isim, odaklandığı konu ise “cı...